Bir Zamanlar Türkistan

Bir Zamanlar Türkistan

Kaderim beni Kafkasya ve Merkezi Asya’daki ülkelerin içine bir kez atmış ve bir daha da çıkarmamıştır. Hoşnut olmadığımı da düşünmenizi istemem. Bu kadere hiç bir zaman itirazım olmadı. 12 Ağustos 1993 yılında Taşkent havaalanına ilk inişimden beri, bu cumhuriyetler hem sosyal yaşantımın, hem de iş hayatımın göbeğine oturdu.

Aşağıda okuyacağınız yazı, söz konusu toplumun veya toplumların o günkü durumunu küçümsemek, dalga geçmek veya aşağılamak amacıyla yazılmamıştır. Bunlar şaşırtıcı gerçeklerdir.

Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Yirmi üç yaşındayım. Kazakistan’ın Türkistan şehrinde çalışmak amacıyla Taşkent’e uçtuk. Havaalanına tarifi zor bir koku sinmişti. Pasaport kontrolüne geldiğimde çantamdan çıkardığım pasaportumun ise buram buram kolonya koktuğunu fark ettim. Sevgili annemin gizlice çantama sokuşturduğu kolonya şişesi kırılmış. Oğlu ferahlasın diye koymuş herhalde. Oysa, beni ter basmaya başlamıştı bile. Pasaportu yıkayan alkol, tüm mürekkebi uçurmaya yetmişti. Bir pasaporta baktım, bir de karşımdaki Özbek görevliye.

Özbek görevli İngilizce anlamadığı için tarzanca izah etmeye başladım. “Uçak, annem, parfüm, pasaport, puffff, vize uçtu, yokkk…, aynı kandanız, kardeşiz”. Görevli ise vizeden çok, önüne koyduğum eşyalarımla ilgilenmekteydi. Özelikle sigara ve içecek dolu torbaları merakla karıştırıyordu. İki ülke kardeşliği adına hemen bir paket sigarayı kendisine ikram ettim. Benimle konuşmaya çalıştı ama, ben onun dediklerinden hiç bir şey anlamadım. Fakat, o benim söylediklerimi anlıyor gibi gözüküyordu. Sonunda “Geç, geç” dedi, ben de geçtim.

Çıkış kapısındaki kalabalığı yardık ve bizi karşılamak üzere Taşkent’e gelmiş çalışma arkadaşlarımızla tanıştım. Karşılama ekibi oldukça kalabalıktı. Yönetici olarak gittiğimizden ilgi büyük diye düşündüm. Oysa hepsi Taşkent’e biraz olsun eğlenebilmeye gelmişler. Sonradan anladım ki bizim yaşayacağımız Türkistan şehri, Taşkent’ten otuz yılcık geri kalmıştı. Taşkent ise aynı şekilde İstanbul’dan, bir otuz yılcık gerideydi.

Aracımız, Sovyet döneminin van tipi araçlarından “Rafik”. Aracın içerisine oturduk. Marş çalışmadı. Bunu kimse yadırgamadı, aşağıya indik başladık arabayı ittirmeye. Bu anın hatıralarımda özel bir yeri vardır. Çünkü eski Sovyet ülkelerinde yıllarca çalışmayan arabaları ittirmek zorunda kaldım. Bu cumhuriyetlerde çok geziler yaptım ve devamlı araba ittim. Ne “Volgalar, Jiguliler, Ladalar, Rafikler”!

Havaalanından sonra hemen bir “Aşhane” ye girdik. İçerisi pamuk yağı kokusu içindeydi, yemek ise yenecek gibi değildi. Ekmek ağırlıklı yemekten sonra Kazakistan’a doğru hareket ettik. Taşkent’te o tarihte Türkiye’deki standartta bir tane restoran vardı. O da geceleri açık. O yıllarda, Taşkent’te yaşayanlar muhakkak bilir. Uzbekistan Oteli’nin 17. katındaki Kore restoranı.

Çimkent’te tuvalet molası verdik. Taşkent’te yediğim yiyecekler anında etkisini göstermişti. O gün Sovyet tuvaletleri ile tanışmamı gerçekleştirdim. Parkın içerisinde bir tuvalete girdim. Kapıdan girer girmez sağ tarafta bir lavabo, sol tarafta ise kapıları olmayan tuvaletler vardı. Tuvaletlere bakarak ilerlemeye devam ettim. Gördüğüm manzara karşısında şaşırdım. Tuvaletlerin kapısı olmadığı için içerisini olduğu gibi analiz edebiliyorsunuz. Tuvaletler, alafranga denilen oturaklı tiplerden. Fakat içeridekiler tuvaletin üstüne ayaklarıyla çıkıp tünemiş vaziyetteler. Hepsi gazete okuyor. Yüzlerini görmüyorsunuz, fakat cinsel olan ne varsa ortada. En uçtaki tuvalete girdim. Ben de diğerleri gibi tünemeye çalışarak akrobatik hareketlerle işimi halletmeye çalışıyorum. Tam bu sırada, yaşlı bir kadını karşımda yerleri temizlerken buldum. Kadın beni gördü, ben çıplak olmamdan dolayı utançla heyecanlandım. O ise hiç umursamadan tuvaleti temizlemeye devam etti. Tuvaletimi bitirdikten sonra tuvalet kağıdı arandım. Cebimde bulduğum paraları bu iş için kullanmak zorunda kaldım. O tarihte, insanlar temizlik için yanlarında küçük gazete kağıtları taşıyordu. Bunun gibi kapısız bir çok Sovyet tuvaleti ile karşılaştım. Hatta bir keresinde gittiğim bir düğünde, tuvaletler arasındaki duvarların da olmadığını gördüm. İnsanlar toplu halde oturup, birbirlerinin suratına bakarak işlerini hallediyordu.

Karşılama ekibinden bir arkadaşımız Özbekçe ve Kazakça’yı iyi anlayıp konuştuğunu söyledi. Tüm bunları üç ayda öğrendiğini ifade ettiğinde şaşırdım. Üç ayda iki dil öğrenmek inanılmazdı. Arkadaşımız açıkladı; “Bu diller Türkçe’ye çok yakındır. Öğrenmesi çok kolaydır. Tüm dil yapısı ve hatta bir çok kelime de aynıdır. Ayrıca size bir sır da vereyim, dil okulda öğrenilmez yatakta öğrenilir. Kızlara takılmanız lazım”.

Dil öğrenmekle sosyal ilişkilerin doru orantılı olduğu bir gerçekti. O zamanlar, kaldığımız şehirde yaşayan Türkistanlıların çoğunluğu hayatlarında Dolar görmemişlerdi. Bizlerden aldıkları, ‘bir dolarların fotokopisini çekip evlerine asarlardı. Şehirde disko, bar, pastane, kafe veya restoran olmadığından, insanlar, ancak kendi evlerinde eğlenebilirdi. İki kız, iki erkek aynı evde eğlenir, yemek yer, kızlar da biraz cep harçlığı alır, evin sahibine biraz bahşiş tutuşturulur ve hepsi beş dolar tutar. Bir işçinin alabildiği en yüksek maaş, on dolar değerindeydi.

Özbekistan’ın başkenti Taşkent’ten, Kazakistan’ın güney doğusunda bulunan Türkistan şehrine altı saat süren yolculuktan sonra ulaştık. Hemen, eve bir haber vereyim dedim. Arkadaşlar ise “Zakas” vermek gerekir dediler. Türkistan şehrinde şehir dışına açılan otomatik hatlı bir telefonun olmadığını öğrenmiş oldum. Türkistan Postanesi’ni arıyorsunuz ve aramak istediğiniz numarayı veriyorsunuz. Türkistan Postanesi, Çimkent Postanesi’ni arayıp onlara telefonu bildiriyor. Sizin evinizi arayan Çimkent Postanesi. “Zakas” yani sipariş verdiğinizde telefonun başında domino veya tavla oynamaya başlıyorsunuz. Çünkü telefonla konuşmanız ancak üç ile beş saat sonrasında gerçekleşiyor. Tuvalete gittiğinizde telefon çalarsa yandınız. Bir o kadar daha beklemelisiniz.

Bunları anlayınca, o akşamlık evi aramaktan vazgeçtim. Akşam bir eve yemeğe gittik. Evin bahçesinde yerden yarım metre yüksekliğe kurulmuş çok büyük bir masanın üzerine oturduk. “Şaşlık” adı verilen şişlere dizilmiş etlerle ve Rus vodkasıyla tanıştık. Bir yıl boyunca şaşlık yedim, vodka içtim.

Şaşlık, vodka ve kar. İşte Kazakistan.

Artık Türkistan şehrinde yaşıyordum. Kaldığımız şantiye binası işyerimize yüz metre uzaklıktaydı. İş yerimiz, Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını içerisinde bulunduran, çok büyük bir tarihi eser. Bizler bu eserin restorasyonu için oradayız. Türkistan şehrinden otuz kilometre ötede Kentau şehrine ise sık sık gidip geliyorum. Çünkü o şehir daha gelişmiş. Bir gün lapa lapa kar yağıyor. Hava çok soğuk. Ayağımda botlar, kalın kazağım, başımda ayı derisinden yapılmış Kıpçak kalpağım. Şaşlıkları mangalda yapıyorlar. Bir iki metre ötede yuvarlak yüksek bir masada tanımadığım dört adamla birlikte heyecanla şaşlıklarımızı bekliyoruz. Birisi karşı bakkala gidip “Ruskaya” markalı vodka alıyor. O zamanın en ucuz halk vodkası. Şaşlıklar geliyor. Mikrobu kırmak için şaşlıkların üzerine sirke dökülüyor. Bol soğan, şaşlık, vodka ve kar. Toplam beş saat o masanın etrafında kalmışız. Masada yüzlerce şiş yenmiş, on kadar boş şişe var. Fakat sarhoş değiliz, soğuk bizi ayakta tutuyor. O gün en yakın arkadaşlarım onlardı. O masa etrafındaki insanları bir daha hiç görmedim.

Kışları şantiyenin dışında duran derece, inebileceği en alt seviyeye inerdi. Daha hassas bir ölçer olsa, belki derece eksi ellileri gösterecek. O havada anti-firiz dahi donuyordu.

Ama ne güzel bir kar, altı ay asfaltı göremezsiniz. Her yer bembeyaz. Soğuktan korunmanın en iyi yolu vodka. Altı ay herkes alkollü. Hal böyle olunca insanlar neşeli. İlişkiler çok doğal, su içmek veya hava almak kadar doğal. İnsan ilişkilerine henüz para faktörü girmemiş. Kızların en çok sevdiği üç şey, şampanya, çikolata ve kahve. Türkiye’de mankenlere taş çıkartacak kadar güzel bir kız dahi, şampanya teklifinizi geri çevirmiyor. Bir arkadaşımın ifadesiyle “Sahte cennet”. Cennet çünkü cinsel tabuların hiç birisi yok. Kimse “Ay bana niye baktın!” diye kızmıyor. Birbirinizi beğendiyseniz, hop işlem tamam. O geceden sonra birbirinizi bir daha görmezseniz şaşırmazsınız. Sahte çünkü, bu sizin cennetiniz değil. Her gidişin bir dönüşü var. Dönüş, tabuların memleketi Türkiye’ye.

Normlar, kültürden kültüre ne kadar da değişken. Sizin ak dediğiniz bir başka kültür için kara olabiliyor ya da tersi. Şunu öğrendim ki, her ülkede o ülkenin normu ile hareket etmek zorundasınız. Eğer normlarınız Türkiye normları, yaşadığınız ülke Kazakistan ise sorunlarla karşılaşırsınız. Bir çok orta yaşlı Türk işçisi tanıştıkları Rus kadınlarla imam nikahı yaptılar. Kadınları eve kapatıyorlar, bunu giyme, oraya gitme gibi yasaklar konuyor. İki veya üç ay sonra kadın evden kaçmış. Zaten Sovyet modelinde boşanma oranı çok yüksek. Sovyet düzeninde gelecek kaygısı yok, toplum alkole düşkün, cinsel tabu ve cinsellikten başka eğlence yok. Bunlar gibi nedenler, boşanma ortamını hazırlıyor. Boşanma sonrası çocuklar annede kalıyor. Anne için aile, kendisi ve çocuklar. Boşanmayan ve mutlu birliktelik süren ailelerin hakkını da yemek istemem. Bu tip, düzgün, bir çok aile ile de tanıştım. Fakat, bu aileler istatistiksel gerçekleri değiştirmiyor.

Yönetim sistemlerinin belalısı ise rüşvet. Sovyetlerin eski döneminde bir kuruluş için üç önemli kişi vardı. Genel müdür, muhasebeci ve depocu. Bu üç kişi haricinde, diğerleri yalnızca işe gidip geliyorlar. Zaten tüm çalışanların maaşı birbirinin aynısı denecek kadar yakın. Ama bu üç kişi zengin, diğerleri fakir.

Şantiyemiz için özellikli metal arıyoruz. O devirde bu tip malzemeleri Kazakistan’da bulmak çok zor. Kentau’da tanıştığım iki adam, bu metalleri bulabileceklerini söylediler. Metallerin değerinin beş bin dolar olduğunu belirttiler fakat iki bin beş yüz dolarını avans istiyorlar. Aynı metaller, Türkiye’de, tahminimce üç katı değerindedir. Avans konusu, canımı sıkmıştı, bu konu için İstanbul’u aradım. Onlar avansın kesinlikle kabul edilemeyeceğini söylediler. Adamlarla sohbet ilerledikçe onlara kanım ısındı. Gençlik işte, çıkardım kendi paramdan iki bin beş yüz dolar verdim. Bunlar, parayı alıp gitti. Gittiler ama gelmek bilmediler. Elimde telefonları ve adresleri var ama bir işe yaramayacağı açık. İki hafta sonra şantiyenin kapısında ikisi belirdi, şantiyenin önünde de bir sürü araç, üzerlerinde metaller. Araçlar Baykonur Uzay Üssü’nün araçları. Sonradan anladım ki, metalleri Baykonur’da rüşvet verip, Uzay Üssü’nden söküp getirmişler.

Türkistan şehrinde Kazaklar, Özbekler, Ahıska Türkleri, Ruslar, az da olsa Almanlar ve Koreliler. Anlayacağınız kimi arasanız var. Hepsinin ortak özeliği ise kutlama yapmasını sevmeleri. Yaş günü, düğünler, bayramlar ve yılbaşı onlar için en büyük eğlencedir. 1993 yılını uğurlamak için bir evde toplandık. Türkiye kriz ile çırpınırken, biz sahte cennette yılbaşı geçiriyoruz. Bahçeli bir evin içerisindeyiz. Bahçede belinize kadar kar yığılı; kar yağmaya devam ediyor. “Kaştanka” isimli köpek gelen konukları ısırmaya çalışarak karşılıyor. Akşam saat on’dan sonrasını hatırlamıyorum. Ya içtiğimiz vodka bozuktu ya da çok alkol almıştım. Yanağımın yalanması ile uyandım. Kaştanka belki de beni donup ölmekten kurtardı. Karların içinde uyuyup kalmışım, ayağa kalktığımı ve içeriye girdiğimi hatırlıyorum. Sonra sabah oldu. Gözlerimi açtım, şöförüm Ravşan, başımda dikilmiş beni bekliyor. Ayağa kalktım, etrafa bakındım. Tanımadığım bir sürü insan yerlerde uyuyor. Üstlerinden atlayarak, Ravşan ile bahçeye çıktık. Kar hala yağıyor. Birer sigara yaktık. Gözlükleri şişe camı gibi, uzun boylu, ince bir adam bahçeden içeri girdi. Kaştanka ona da karşılama töreni düzenledi. Adam “Haydi!” dedi. Biz de kalktık onunla dışarı çıktık. Ben daha uyanamamış olacağım ki, hiç soru sormadan onlarla uzun süre yürüdüm. Bir süre sonra Ravşan’a adamın kim olduğunu sordum. Ravşan, adamı tanımadığıma şaşırdı. Adam da partiye katılmış. Adamın evine geldik. Kapıyı gözü mor bir kadın açtı. Geçmiş olsun, dedim. Kadın kendi kendine söylendikten sonra ‘Bir şey içer misiniz?’ diye sordu. Kahve istedim. Salondan başka bir odaya geçtik. Meğer adam tamirciymiş, bizim arabanın bir parçasında bozukluk olmuş. Yirmi dakikada parçayı tamir etti. Adama, karısına ne olduğunu sordum. ‘Dün akşam dövdüm’ dedi. Eve geri döndük, Ravşan parçayı arabaya taktı. Evin içine girdim, hepsi hala uyuyordu. İçerideki insanları bir daha hiç görmedim.

Türkistan kıştan yaza bir hafta içinde geçer. Bir sabah uyandığınızda altı aydır sizinle dost olan karın topraktan kalktığını görürsünüz. Karın kalkmasıyla, topraktan fışkıran yeşillik sizi heyecanlandırır. Artık yeni bir yılbaşı kutlama zamanı gelmiştir. Türkler için karın kalkması ve yazın başlaması yeni bir yıldır. Yılbaşı bayramı ise Nevruz’dur. 21 Mart’ta başlayan Nevruz kutlamaları sevinç içinde geçer. Şehrin önde gelen şirketleri meydana otahlar, yani çadırlar kurar ve çadırların içerisinde, bedava yemek dağıtılır. Kutlamalar bir hafta kadar sürer.

Türkistan’ın yazı en az kışı kadar güzeldir. Havanın akşam on bir gibi kararması size yaşam için daha çok zaman sağlar. Sokaklardaki insan sayısı fazlalaşır. Sıcaklık elli derecelere dayanır. Kuru sıcak olduğu için, sıcaklık yüksek olsa da nemin düşük olması sizi fazla yormaz. Çalışma ortamınız kışa göre daha rahattır.

Merkezi Asya’nın uçsuz bucaksız ovalarını öbek öbek dağlar süsler. İklim ister yaz ister kış olsun, sertçe fakat hiç de, bir çok insanın sandığı gibi kurak, çöl iklimi değildir.

Bin yıllarca at koşturulan Türkistan’da bindiğiniz arabayı halen bu topraklara ait hissetmezsiniz. Merkezi Asya’nın şehirlerini birbirlerine bağlayan yolların hemen yanı başındaki ovalara bir adım attığınızda, vahşi doğanın içerisinde, artık bir Kazak, bir Özbek veya bir Kırgız’sınızdır. İçinizden hemen yanı başınızda otlayan bir ata atlayıp özgürce koşturmak, avlanmak ve savaşmak geçer. Bu duyguları size iklim ve tarih iletir. O, ne kadar rahat ve konforlu olsa da, gürültülü, stresli, sıkıcı şehir hayatına dönmeyi bir an bile düşünemezsiniz. Hatta kendinizin de arabayla bir gezintide olduğunuzu unutup Don Kişot’un değirmenlerle savaştığı gibi, geniş ovaların görüntüsünü bozan asfalt yolu, yakıp yıkmayı, yok etmeyi düşlersiniz. Bu duygular herhalde Türkistan toprağından fışkırarak ayaklarınızdan beyninize kadar ulaşıyor ki, tekrar asfalta ayak basana değin bu özgür düşünceler sizden ayrılmaz.