Şöhretler Kulübü

Şöhretler Kulübü

“Tanıdığım en şeytani dürtülerden biri şöhrettir; şöhret sahibi herkes halinden şikayetçidir, ama herkes de şöhret olmak ister” ya da bu anlama gelen başka kelimelerden oluşan bir cümle sarf etmişti John Lennon. Neden bu kadar çok insan, böylesine raydan çıkmışçasına şöhret olmak ister? John Lennon bu sözü ettiğinde Beatles çoktan dağılmıştı ve Lennon ününün doruğundaydı. Kendisi de gösteri dünyasının çarklarına girmeye, Liverpool’da bir sinemada bir Elvis Presley filmi izlediğinde beyazperdeye doğru çığlık atan kızları görüp etkilenerek karar vermişti. Evet, bu şöhretçilik oyunu iyi bir şeydi galiba küçük Lennon’a göre. Herkesin size tapması ve karşılığında da kucak dolusu paraya sahip olmaktan daha iyi bir iş olabilir miydi? Ama şöhretin öteki yüzünü fark edebilmek ve bir yıldızın yalnızlığını ve mutsuzluğunu anlayabilmek için yine Lennon’un çocukluk kahramanı Elvis’i anmak yeterli olabilir. Hollywood’daki şatosunda, herkesin taptığı bir kral iken ve de milyonlarca insanın kucağını doldurabilecek servete sahipken öldüğünde dünyanın en yalnız ve mutsuz insanlarından biriydi ve çevresinde sadece uşakları, hizmetçileri vardı.

Şehrin kalabalığına karışmak bazen müthiş keyif verir bana. Anlamsız ve de önemsiz koca bir insan öbeğinin içinde sokakta, sinemada, barda, şurda, burda kaybolmak, onlarca göz tarafından fark edilmemek, onlarca gözü fark etmemek kimi zaman büyük zevktir benim için. Bir starın kolayca yaşayamayacağı bir zevk olsa gerek. Oysa bana çocukluğumda, son gençliğimde bu tür bir zevk yaşayacağımdan bahsedilseydi, herhalde o zaman çok abes gelirdi. Keza gözümü açtığım dünyada bana ve tüm yaşıtlarıma bir gün mutlaka çok önemli mevkide insanlar veya starlar olacağımız dikte edildi ve buna inandırıldık. 8-10 yaşlarımdayken, 20 yaşının üzerinde olup halen futbolcu olmayı düşünmeyen ve bunun için uğraş vermeyen tüm erkeklere hayret ederdim. İnsan şu dünyada futbolcu olmaz da ne olur diye düşünürdüm. En kötü ihtimalle Gençlerbirliği’nde filan oynamak gerekirdi. Tabii ki en ideali Beşiktaş, rüya aşaması ise Juventus veya Real Madrid’de (ilk on bir olması kaydıyla) top koşturmaktı. Mahalle maçlarında herkes ancak bir şöhretli futbolcu olabilirdi ve Platini, Maradona, Rummenigge gibi isimlerin copyright’larını almak için kavgalara tutuşulurdu. Herkes kendisini o kadar önemserdi ki, hiç kimse Mehmet Ekşi, Fatih Terim olmak istemezdi. Çünkü bunlar defans oyuncularıydı ve biraz aklı olan herkesin derdi forvet oynayıp gol atmak olabilirdi ancak. Ayak topu oyununda ortalamanın altında oynayanlar, mesela hızlı koşamayan kilolu çocuklar ise ya kaleci ya da defans oyuncusu olabilirdi en fazla. Tüm çocukların yaşamdan anladığı çok büyük kahraman olmak, goller atarak tribünleri dolduran zavallı şöhretsiz kalabalığı sevindirmek, en ünlü olmak, TV’ye çıkmak (tek kanallı TRT’ye elbet) ve de milyonları sevince boğan başarılara imza atacak şöhretli bir Türk olmaktı. Hiç kimseye mütevazi olmanın yücelikleri anlatılmadı, azla yetinmek, zayıf ve güçsüz olan için üzülmek, onun için bir şeyler yapmak gerektiğinin farkına varmak, başarıya tapınmamak hiçbirimize işlenmedi ne yazık ki. Hep daha fazlasını istemek, almak, vermemek, bulmak, kaybetmemek üzere programlandık kuşakça. Bu yazılımın, genç cumhuriyetimizin eşsiz ikilisi Evren-Özal düetinin doğal bir komutu ve hedefi olduğunu açmama gerek dahi yok. Kaldı ki “Televole” diye bir derme çatma kelimeyi kimse telaffuz etmemişti henüz o günlerde. Kim bilir Turgut Özal “Televole” sözünü ne çok severdi duyabilseydi şayet.

Dünyanın kendi ekseni ve futbol topu etrafında olduğu kadar başka eksenler etrafında da dönebileceğini, mesela sahne adrenalini, mesela karşı cins, mesela para gibi hedonist eksenleri keşfeder gibi olduğumda futbolcu olmadan da yaşanabileceğini anlamaya başlamıştım. Ve akabinde rock starlığının çok daha keyifli bir şöhret türü olduğunu gördüm. Evet topçuluktan çok daha iyi fikirdi açıkçası. Ne o öyle, bitmek bilmeyen idmanlar, her hafta maç, maç, maç insan bıkardı tabi. Oysa rock star için hayat öyle değildi, çık dünya turnesine, şarkını söyle, dağıt sahneyi, in aşağı, al kızları, git içkini iç, keyfine bak. Babamla yaşıt Mick Jagger halen ben yaşlardaki kızlarla geziyordu. Hayat dediğin de böyle olmalıydı. Memur olunacak değildi ya. Gerçi yurdumda rock müzik alanında, futbolda Beşiktaş’a eşdeğer olan bir Türk rock yıldızı yoktu benim gözümde. İlhan İrem, Barış Manço fena değillerdi ama onların yaşına geldiğimdeki kariyerim şüphesiz ki enternasyonal olacaktı, büyük ihtimalle de tüm dünyanın tanıdığı ilk Türk yıldız olacaktım. Sorumluluğum pek ağırdı ama bunun bilincindeydim. Yapacağım şarkılar da en azından “Eye of the Tiger” soundunda ve derinliğinde olmalıydı, ki alasını yapardım. Şöhretler kulübü beni beklemekteydi.

Beklenileceği üzere, bu tür şarkıları halen yazamamış olmakla beraber “Fight Clup” kurucu üyesi Tyler Durden’ın bir cümlesi üzerine tüm bunlar aklımdan peşi sıra bir çırpıda geçiverdi. Özetleyecek ve uyarlayacak olursam: Hepimiz büyüdüğümüzde çok büyük starlar olacağımıza, az çalışarak çok para kazanacağımıza; birer şöhretli sporcu, rock yıldızı, film yıldızı, manken, komedyen, türkücü, sunucu, şu, bu olacağımıza o kadar yoğun bir şekilde inandırıldık ki, büyüyüp de işlerin böyle yürümediğini anladığımızda gerçekten çok öfkelendik. Hayatın aslında ne kadar acımasız ve zor olduğunu anladıktan sonra ve üstelik taptırıldığımız şöhret dürtüsünün öteki yüzünü de algılayabildikten sonra patlayacak kadar kızgındık ve kırgındık artık ailemize, çevremize, ülkemize, izlediğimiz filmlere, tanıştırıldığımız kahramanlara, komutanlara, şöhretlilere, şöhret düşkünlerine karşı. Resmen kandırılmıştık, ve bırakın şöhret olmayı, istediğimiz ve sevdiğimiz işleri yaparak geçinmemiz dahi mümkün değildi yaşadığımız çağda ve bunu anlamak belki de en büyük acı ve hayal kırıklığıydı biz ölümlü ünsüzler için. Ardından, öfkeyle harcayacak zamanın olmadığını da ilk olarak daha uyanık olan “Hız”lı arkadaşlarımız fark ettiler ve de bir şeyleri değiştirmek, bir çözüm bulmak, daha insanca nasıl durabiliriz şu hayatta diyebilmek adına mücadele etmektense, “İnsan ilk önce cüzdanını herhangi bir şekilde kurtarmalı” dediler ve apar topar, herkesten önce taktılar kravatlarını boyunlarına, aslında ne olmak istediklerini sorgulamaksızın.

Nitelikli, sıra dışı yetenekleri olanların harcandığı ve mutsuz olmaları üzere bir kenarda unutuldukları ve kimsece umursanmadıkları bir kuşağa şahitlik etmekteyiz. Nice yazar, çizer, müzisyen bazı hızlı stratejistler tarafından tutulmuş olduğu için oturabilecek hiçbir köşe bulamadıklarından ayakta kaldılar göz göre göre. Becerilerinin olduğu alanda akademik eğitim alma imkanları olmayıp, yeteneklerini geliştirmeyi kendi çabalarıyla devam ettirenler ileride buna fazlasıyla pişman olacaklarını bilemezlerdi elbette. Sanatlarıyla ilgisi olmayan okullarında sevmedikleri derslerine devam edip hocalarının hakaret ve baskılarına maruz kalırken birileri onlara, “Nasılsa bankacı, pazarlamacı, memur filan olacaksın, zorlama istersen sanatsal ve düşünsel yeteneklerini, oku işte okulunu, sev hocalarını, mezun olur olmaz da saldır piyasanın, paranın gözüne” diyebilseydi bu durumdaki herkes için çok daha iyi olurdu. Becerilerinin olduğu alanda akademik eğitim alanların durumları ise belki daha da acı vericidir.

Çocukluğumda, hep 30 yaşına geldiğimde acaba hangi ülkenin hangi şehrinde olacağım diye düşünüp dururdum. 1970’li yılların sonlarındaki hesaplarıma göre Madrid, New York veya Paris ya da eğer domestik seviyede kalsaydım en azından İstanbul’da yaşamalı ve şu an Tarkan’ın konumunda olmalıydım kuşkusuz. Rahatlıkla anlaşılabileceği üzere “Şöhretler Kulübü” yerine, “Burnumuza dayatılan önemli ve mevkili ve de şöhretli büyük insan olma büyüsüyle kandırılmış bugünün sinirli insanları” kulübünün fertlerinden biriyim denilebilir. Zaman makinesiyle çocukluğuma geri dönüp tüm bunları 9 yaşındaki kulaklarıma anlatabilseydim muhtemelen ilkokul öğrencisi Hakan Küçükçınar için ciddi bir yıkım yaşatmış olurdum. Ama “Üzülme bu kadar, bak az da olsa senin şu anki halinden halen saklayabildiğim ve kimseye dokundurtmadığım bir takım ufak parçalar var içimde” deseydim, şüphesiz ki bu sözün O’na anlamlı gelebilmesi için, en azından 2001 yılında, Ankara’da oyunlar oynadığı sokaklardan boynunda kravatıyla geçen halini görmesi gerekirdi.