Annemin Uyurgezer Geceleri / Ayfer Tunç

Ayfer Tunç’un Eylül 2025’te tamamlayıp, Can Yayınları tarafından Kasım 2025’te ilk baskısı (70 bin adet) yapılan Annemin Uyurgezer Geceleri 438 sayfalık bir roman. Kitapta Can Çağdaş Dizisinin editörü olarak Abdullah Ezik’in adı yer alıyor. Düzeltide Ebru Aydın ile Aylin Samancı Elmasdağ, mizanpajda ise Bahar Kuru Yerek var.

Romanın kapak tasarımı Utku Lomlu’ya ait. Romanın uyurgezer kahramanına ait bir çift ayağın yer aldığı kapak için yaratıcı demek güç. Ayfer Tunç uyurgezerlik nöbetleri sırasında ikiye bölünmüş bir kadını öylesine somut tarif ediyor ki bu dışarıdan mazbut, içeriden isterik kadın betimlemesi tasarımcıya çok fazla malzeme veriyor. Utku Lomlu kapağı hazırlarken bu malzemelerden yararlanmak yerine daha sade bir tasarımı yeğlemiş.

Annemin Uyurgezer Geceleri bir solukta okunabilecek bir roman. Başladıktan sonra temposunu hiç yitirmeden sona ulaşıyorsunuz. Kitap romanın ana kahramanı olan Şehnaz’ın ağzından yazılmış. Roman, Şehnaz’ın düşünce geçişlerini, iç konuşmalarını, duyumlarını da içeriyor. Şehnaz birey olarak toplumu, kız olarak aileyi, akademisyen olarak üniversiteyi, metres olarak ikili ilişkileri de romana taşıyor. Ancak Ayfer Tunç bu yansımalarla yetinmeyerek romanın arka planına hep bir Türkiye fotoğrafı da eklemiş. Bu haliyle Annemin Uyurgezer Geceleri yirminci yüzyılın başlarından günümüze gelen bir siyasi ve toplumsal tanıklığı da içeriyor. Roman büyük anneanne, anneanne, anne ve kızı olmak üzere dört kuşak kadının iç içe geçmiş öyküsü üzerine kurulu. Bu zincirleme öyküler birbirinden farklı da olsa kadınların yazgısı açısından ortak yönleri var: Kadınlar hep bir erkeğin gölgesinde, himayesinde, gözetiminde olma eğilimindeler. Bazen umarsızlıktan, bazen öyle istedikleri için…

İlişkide Erkek-Kadın Dengesi
Romanın odağında Şehnaz’ın büyük aşkı ile annesi Ayhan Hanım’ın uyurgezer geceleri var. Uyurgezer geceler “Türkiye’de kadın olmak”la ilgili görünen toplumsal gerçekliğin arkasındaki bilinçaltını eşeliyor. Uyurgezer geceler, bastırılmış duyguları, yaşanmamış hayatları, gerçekleştirilememiş arzuları, benliğin derinlerindeki korkuları, kaygıları anlamamızı sağlıyor. Şehnaz’ın hocası E. ile yaşadığı aşk ise buzdağının görünen kısmı. Babasız büyüyen Şehnaz’ın E. ile bir gün iyi, bir gün kötü giden ilişkisi romanın ana eksenini oluşturuyor. Ayfer Tunç sıradışı bir aşkı anlatırken çok güçlü bir erkek portresi ile kendine güveni olmayan Şehnaz’ı bir araya getirerek kadın-erkek ilişkisindeki adaletsizliği gözler önüne seriyor. E. güçlü, bilgili, deneyimli, zengin, karizmatik, yönlendiricidir. Şehnaz ise güçsüz, kendine güveni eksik, toy, saf. Bu ilişkide baskın tarafın E. yani erkek olacağını tahmin etmek olası. Ancak E. sadece ilişkinin nasıl olacağına karar vermiyor, Şehnaz’ın davranışlarından yazacağı makaleye kadar her konuda söz sahibi. Hatta Şehnaz’ın düşüncelerine de hükmediyor.

Bir gün Şehnaz kadınların çalışma hayatında değişen yerleriyle ilgili konuşurken E. sözünü kesip “Kaktüs falan mı okuyorsun sen? Hayırdır nereden çıktı bu kadın meselesi? Feminist olmaya mı karar verdin yoksa?” diyor. Şehnaz “Yüzünde öyle alaycı, öyle küçümseyen bir gülüş vardı ki, o an feminizmle ilişkim başlamadan bitti.” diyor.

Ayfer Tunç E.’nin gücünü bize çok açık biçimde gösteriyor ancak E.’yi överken bazen ayarı kaçırıyor ve sadece fakültedeki tüm kızların değil erkeklerin de E. için ölüp bittiklerini söylüyor. Eşcinsel olan Ahmet Hoca bu işe dünden razıyken diğer erkekler de bir kerelik bir deneyime hayır demeyeceklermiş. Tuhaf bir tespit.

Yıllar sonra E. yaşlanıp eski karizması dağılınca “Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur” sözündeki gibi güç dengeleri değişiyor. Ancak Şehnaz’ın herhangi bir konuda “hayır” diyebilmesi için neredeyse bir ömür geçmiştir.

Uyurgezer Geceler ve Psikanaliz
Romanda Şehnaz, annesi Ayhan Hanım’ın üç kez uyurgezerliğine tanık oluyor. Bunlardan ilki 1987 Mart, ikincisi 1991 Mayıs, üçüncüsü ise 1991 Haziran’da. Uyurgezerken kendinden geçmiş biçimde konuşan Handan Hanım bir isteri nöbetine dönüşen bu gecelerde hem bilinçaltını hem de yıllarca saklanmış gerçekleri ortaya döküyor. Bu bölümler romanın anlatım gücünü zenginleştirirken konuya farklı bir açıdan bakma olanağı sağlıyor. Okur olarak tıpkı psikanaliz seansındaki bir ruh hekimi gibi Ayhan Hanım’ın bilinçaltının notlarını tutuyoruz.

Ancak burada şunu da eklemek gerek. Psikanaliz yöntem rüyalarda ya da bu tür uyurgezerlik nöbetlerinde söylenenleri bire bir kullanmaz. Yani bir hekim hastasına “Uyurgezerken şunu söyledin o zaman sen böyle düşünüyorsun” demez. Böyle bir yaklaşım tümüyle psikanalitik geleneğin dışındadır. Zaten çoğu zaman hastalar bilinçaltını böyle bire bir aktarır gibi konuşmaz. Ayhan Hanım’ın yaptığı gibi “Bodrum’a otostopla gitmek, yıkılıncaya kadar içmek, sabaha kadar dans etmek, çırılçıplak denize girmek, her gün başka biriyle sevişmek istiyorum” demez. Böyle söylense bile, bu cümle bire bir içerdiği anlam ile kullanılmaz. Hekim simgeleri yakalamaya çalışır, bunların çağrışımlarını hastaya sorar ve bu simgeleri, çağrışımları hastaya doğrulattıktan sonra söylenenleri değil, simgeleri kullanarak analizini sürdürür.

Ayfer Tunç ise bize simgeleri değil, doğrudan bilinçaltının raporunu veriyor.

Esme ve Cumhuriyet Dönemi Kadınları
Kadınların kuşaktan kuşağa geçen hikâyeleri yirminci yüzyılın başında doğan Esme (Şehnaz’ın anneannesinin annesi) ile başlıyor. Yanyalı yoksul bir çiftçinin güzel kızı Esme henüz on üç yaşındayken kendisinden elli küsur yaş büyük Mahmut Avni Paşa’nın beşinci karısı olarak evlendiriliyor. Bir yıl sonra Şehnaz’ın anneannesi dünyaya geliyor. Altı yıl sonra paşa ölünce Esme ortada kalıyor ve iki yıl sonra mübadele ile İstanbul’a gelip imam nikahı ile kucaktan kucağa geziyor. Erkekler yoksul kadınları bu şekilde birer köle gibi kullanıp sonra da bırakıyorlar. Romanda bunun bugün de yaşanan sistematik bir kadından faydalanma biçimi olduğu belirtiliyor.

Ancak burada Esme ile sonraki kuşaklar arasında –Ayfer Tunç’un da es geçtiği- çok önemli bir fark var. Esme’nin ekonomik gücü yok ve eğer bir erkeğin kölesi olmazsa Esme ile çocuğu aç kalacak. Oysa Ayhan Hanım ve Şehnaz için bu geçerli değil. Cumhuriyet döneminde yetişen kadınlar olarak ikisinin de bir mesleği, geliri var. Bu gelirleriyle bağımsız olarak yaşayabilecek ekonomik güce sahipler. Onların talihsizlikleri daha çok kendi özgür seçimleriyle ilgili. Ayhan Hanım en yakın arkadaşının kocası ile yatarak hamile kalıyor. Şehnaz ise üniversite ikinci sınıftayken hocası ile yatmaya başlıyor. Her ikisi de bu ilişkileri sonrasında toplumsal bir baskı ile karşı karşıya kalıyorlar ancak öyle ya da böyle kendi özgür seçimleri ile yatağa giriyorlar. Üzerlerinde bir ekonomik baskı ya da karşı konulmaz bir erkek zorlaması yok. Pekâlâ farklı bir seçim de yapabilirlerdi. Esme’nin ise seçme hakkı yoktu. Dolayısıyla kitabın arka kapağında belirtilen “Osmanlı’dan günümüze uzanan toplumsal ve trajedik bir kadınlık durumu” diye bir şey söz konusu değil. Kitapta Osmanlı döneminde bir seks kölesi gibi alınıp satılan bir kadınla, kendi yazgılarını -büyük ölçüde- kendileri belirleyen cumhuriyet sonrası dönemine ait kadınlar var. Eğer roman taşrada geçiyor olsa arka kapaktaki bu saptama bir yere kadar geçerli olabilirdi. Ancak Moda Deniz Kulübünde “dijestif” olduğu için Courvoisier konyağı tercih eden anneanne veya Divan Otel bistrosunda içkisini yudumlayan Ayhan Hanım veya gün içinde karar verip ertesi gün için Milano’ya uçak bileti alan Şehnaz ile bir seks kölesi gibi alınıp satılan Esme’nin yazgılarının ortak olduğunu söylersek cumhuriyet dönemine haksızlık etmiş oluruz.

Yeri gelmişken romandan cumhuriyet dönemine ilişkin bir bölüm: “Anneannem için Atatürk; dış güçlerin kıskandığı, yıkmaya yemin ettiği, bir sürü devletin birleşerek savaş açtığı, buna rağmen yok edemediği bir imparatorluğu cumhuriyet olarak yeniden kuran; tarihsel devamlılığımızı sağlayan, milletimizi medeni dünyayla tanıştırmakla kalmayıp öne geçirmiş, atamız, babamız, dünya çapında ebedi liderimiz, her şeyimizdi. Altı oku bir çırpıda sayardı. 12 Eylül Cuntasının zorunlu ders haline getirdiği ve hâlâ bir tür zorunlu ders olan Kemalizmin topluma nefret ettirmek istercesine boca edilen bütün klişeleri anneannemde hayat buluyordu.

Ayfer Tunç’un Şehnaz’a söylettiği bu düşüncelerde bir yanlışlık var. Yukarıdaki abartılı nitelemeleri bir yana bırakırsak Türkiye’de yaşayan insanların Mustafa Kemal hakkında olumlu düşüncelere sahip olmaları için herhangi bir zorlamaya gerek yok. 2023 yılında Metropoll Araştırma şirketi tarafından vatandaşlara “Atatürk’ün bu ülkeye yaptıklarından dolayı ona şükran duyuyor musunuz?” sorusu yöneltildiğinde katılımcıların yüzde 86,4’ü “evet” demişti. Emperyalist güçlerle savaşması mı, devrimleri mi bilemeyiz ancak herhalde bu şükran duygusu nedensiz değildir. Esme’den Şehnaz’a uzanan yolculukta kadınların ekonomik özgürlüklerine bakarsak -özellikle kadınlar açısından- bu şükranın nedenini anlamak pek zor değil.

Alafrangalık
Kitap boyunca Şehnaz’ın aşk yaşadığı hocası E.’nin üstün özelliklerini okumaya doyamıyoruz. Ancak çoğu zaman bu üstün özelliklerin nesnel bir dayanağı yok. E.’yi yücelten tüm ayrıntıların ortak noktası ise alafranga olmaları. Sanki yazar, yabancı olanın daha geçerli, daha tutarlı, daha nitelikli olduğu kanısında. E.’nin annesi Alman, babası ise Lübnanlı bir Arap. İngiltere’de okuyan E. tahmin edeceğiniz gibi blok flüt değil piyano çalıyor. Şehnaz E.’ye revani değil krem brüle, şarlot, peşmelba ve krem karamel yapıyor. Arapça, Almanca ve İngilizce bilen E.’nin evinde bir hizmetçisi var: Gülnaz. Türkiye daha espressonun adını bile bilmezken günde altı, yedi fincan espresso içebilen E’nin cesedi de elbette Aksaray’da değil New York’taki bir otel odasında bulunuyor. Beğendiği bir filmi izlemek için Londra’ya giden, hayatı sürekli yurtdışı toplantılarda geçen İstanbul Üniversitesi’nin ünlü ekonomi profesörü E.’ye ne darbeciler dokunabiliyor ne de hükümet yetkilileri. E. bir gün danışman sıfatıyla Washington’daki IMF toplantısında, diğer gün Milano’daki dünya ekonomisinin en kalın enseli adamlarıyla bir arada.

Bu arada IMF toplantıları sırasında kendisini aramadığı için sitem eden Şehnaz’a E. “Sen Türkiye’den daha mı önemlisin?” diyor. Profesörümüz bir yandan IMF toplantılarında Türkiye’yi kurtarırken diğer yandan kız öğrencilerinin aklını çelip yatağa atma peşinde. Tabii ki kızlar Caddebostan’daki denize nazır evine değil, metresi Şehnaz’ın da sıklıkla ağırlandığı Bebek’teki Boğaz manzaralı garsoniyere davet ediliyor. Ancak hakkını yemeyelim, E. hem Türk müziğini hem de rakıyı seviyor.

Ben de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde İktisat okudum. Yahya Sezai Tezel, Korkut Boratav gibi çok iyi hocalarım oldu. Dünyanın en iyi üniversitelerinde araştırmalar yapmış bu hocalarımın yaşamları -bildiğim kadarıyla- gayet mütevazı idi. Bu kitabı okuyan bir kişi üniversitedeki bilim insanlarının yaşamlarının dizi oyuncularına benzediğini sanabilir. Ne yazık ki (ya da Allahtan mı demeli) öyle değil.

Alafranganın gücünü hissettiğimiz bir başka sahne ise Şehnaz’ın E.’nin karısı Eyşan’ın avukatlık ofisine gidip hesaplaşmak istediği bölüm. Şehnaz ofise girdiğinde önce Eyşan’ın ortağı avukat Önder Aksakal’ı görür. Roma’da okumuş olan avukat, bir İtalyanın koluna girmiş biçimde İtalyanca konuşarak Şehnaz’ın önünden geçer. Aynı anda Robert Kolejli diğer ortak telefonda İngilizce konuşup gülmektedir. Sekreter masasında oturan kadın “Auf wiederhören” diyerek telefonu kapatır. Arkadan Eyşan’ın sular seller gibi Fransızcası duyulur. Eyşan üniversiteyi henüz Şehnaz’ın bir kez bile ziyaret etmediği Paris’te okumuştur. Şehnaz, Eyşan’ın ofisindeki manzara karşısında ezilir, Eyşan’ı görmeden “Yanlış gelmişim.” diyerek ofisten kaçıp Gezi Parkı’na gider, ağlamaya başlar.

Romanda Şehnaz’ın eniştesiyle halasının üstün niteliklerinin vurgulandığı bölüm ise şöyle: “Kazandıklarını yurtdışı gezilerinde harcayan, iyi bir oyun seyretmek için Londra’ya uçacak, müzik festivaline katılmak için İtalya’ya gidecek kadar sanata meraklı, hayatın tadını çıkarmayı bilen, akıllı insanlardı.

Romandaki bazı yan karakterler ise “Dünya Bankası’nda politika ve strateji direktörlüğüne yükselen sınıf arkadaşım Kerem”, “Helsinki’de kanser araştırmaları yapan bir ekibin başı olan Adile (arkadaşı)” şeklinde romana dahil oluyorlar.

Alafranga özentili sahnelerin dışında romanda aşağıdaki gibi yersiz yabancı sözcük kullanımı da var:

  • “Inge’nin daughter-in-law’ı değildim, Inge de benim mother-in-law’ım değildi…”;
  • “‘Kitsch bu’ dedim, kitsch!”;
  • “… o zamanlar İngilizce bu kadar yaygın olmadığı için nude denmeyen” (Bu arada, çıplak anlamında gelen “nude” Latince kökenli “nudus”tan gelme. Sözcük Fransızcaya “nu” oradan da Türkçeye “nü” olarak geçmiş. Ancak kitapta belirtildiği gibi Türkçedeki kullanımı İngilizceden gelme.)
  • “Eski ex’im bile diyemeyeceğim kadar eski ex’im kardiyolog Muhittin”;
  • “… Eyşan versus bu kadın mı gerçekten?”

Berna MoranAlafranga Züppeden Alafranga Haine” adlı makalesinde Türk edebiyatındaki batılılaşma sorunsalını incelerken Tanzimat romanlarındaki savurgan züppe tiplemesinin önce Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi’sindeki çıkarcı Meftun’a, daha sonra da 1920’lerdeki Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın alafranga hainlerine evrildiğini saptar. Mirasyedi, gülünç karakterler işbirlikçi hainlere dönüşmüştür. Moran “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı kapitalizmine kapılarını açtığı ve bir Türk ticaret burjuvazisinden yoksun olduğu günlere ait ilk züppe tipi etkin bir ekonomik işlev yüklenmez; tüketim ekonomisinin akıntısına kapılmış komik bir budala olarak çıkar karşımıza. 1920’lerin romanlarında ise, İttihat ve Terakki’nin bir Türk burjuvazisi yaratma çabalarıyla yeşeren ve Birinci Dünya Savaşı’nda savaş zengini olan vurguncu bir alafranga zümre buluruz. Savaş sonunda İttihat ve Terakki hükümeti dağılıp gidince, çıkarını, bu kere, emperyalist İhtilaf Devletleri’nin işbirlikçisi olmakta gören bu zümrede, Batı hayranlığı nihayet vatan hainliğine dönüşür.” diyor.

Ayfer Tunç’un Batı hayranı karakterleri ise eleştirel bir kurgunun ürünü değil. Romandaki neredeyse her karaktere sızmış ortak bir aşağılık duygusu, lümpenlik var. Acaba bu özentili tipler Ayfer Tunç’un televizyon dizisi yazarlığından romana bulaşmış olabilir mi diye düşünüyor insan.

Güzel Ayrıntılar
Ayfer Tunç hikâyenin içinde bir başka hikâye yaratabiliyor. Romandaki bazı sahneler çok ince ayrıntılara sahip.

Örneğin Şehnaz’ın annesini ambulansla acile götürmek üzere gece yola düştüğü sahnede komşuları Aygen Hanım’ın hareketleri: “Annemin ilk bakışta göze çarpan iri memelerini ortaya çıkaran elbisesine ve konsomatris makyajına anlam verememiş, dekoltesini göğsüne doğru çekiştirirken bu manzarayı hayra yoramayacağını anlamıştı. O anda bunu edebinden mi yoksa kocası görmesin diye mi yaptığını merak ettim, …

Bir başka örnek ise Şehnaz’ın anneannesinin, yaşlı annesine bakma koşuluyla kendisiyle evlenip sahipsiz çocuğunu nüfusuna aldırmayı kabul eden Kerim Targut’la olan evliliği hakkında söyledikleri: “‘Şanş kırk yılda bir bana da güldü işte,’ dedi anneannem ‘erken öldü kadın.’ Yüzünden adını koyamadığım garip bir ifade geçti.

Gizemli bir ayrıntı. Cümlenin sonuna “Kerim Targut’un yaşlı annesi bir cinayete mi kurban gitmişti acaba?” diye eklemeyince metnin içinde okura da bir yer açılmış oluyor.

Klişeler, Markalar, Televizyon Dizileri
Annemin Uyurgezer Geceleri’nde beylik sözleri sevenlerin romanda altını çizebileceği cümlelerden çokça var:

  • Yaşadığımız bu acımasız zaman ve zeminde herkes kendini nasıl hissediyorsa biz de öyle hissediyoruz. Yalnızız, çağı anlamaya çalışmaktan vazgeçtik, hayattan aşırı yorgunuz ve depresyonun kucağında oturuyoruz.
  • Hayatım herkesin hayatı kadar hayat.
  • İnsan yaşadıklarını korktuğu için unutur ya da utandığı için. Hatırlayınca acı veriyor diye unutmaz, acı kendisi unutturmaz çünkü.

Romanda pek çok marka da geçiyor. Birkaç yerde Divan Otel, Divan Pastanesi ve Yapı Kredi’den övgüyle söz ediliyor. Ayrıca çok sayıda da Ford araba var. Acaba Koç Grubu‘nun reklamlarını mı izliyoruz diye düşünüyor insan okurken.

Kitaptaki bazı sahneler insanda gerçekten de ucuz bir televizyon dizisi izliyormuş duygusunu uyandırıyor. Üç farklı paragraf:

  1. Devletten çoktan ayrıldı, kendi özel kliniği var, yanında bir sürü genç doktor çalışıyor. Arada bir beni çok pahalı balıkçılara, ultra yıldızlı otellerin İtalyan ya da Japon restoranlarına götürüyor. Karısı bizimle gelmiyor, beni kıskandığı için değil. Bence kadının hayatında başka biri var, öyle hissediyorum. Muhittin’le karısı klinikte ortaklar, evlilik de bir tür ortaklık, mecburen yürütüyorlar. Zaten Muhittin de kızıl saçlı genç bir doktorla ilişki yaşıyor.
  2. 90’larda Kutay’ın çağı başladı. Reşitpaşa’da açtığı bar-restoran Düşbaz ve Tarlabaşı’nda açtığı gece kulübü Carousel’le İstanbul’un gece hayatını domine etmekle kalmadı, 2010’lara geldiğimizde inşattan madenciliğe, tekstilden reklama pek çok alana girmiş, kendine yeni muhafazakârlardan yeni ve güçlü bir çevre yapmış; küçük de olsa bir özel uçak alacak, özel uçak aldığı için gazetelere haber olacak kadar zenginleşmişti. E.’nin ölümünden beş-altı yıl sonra uluslararası bir kuruluşun Mövenpick Hotel’de yapılan bir etkinliğinde karşılaştık. İlk dikkatimi çeken botoksları ve 10 bin dolar civarında olduğunu tahmin ettiğim takım elbisesi oldu.
  3. Arabada E. filmden neden çıkmak istediğimi sordu. Güzel filmdi, çok beğenmişti. Nesini beğenmediğimi öğrenmek istiyordu. Birdenbire çok sinirlendim ve hayatımın aşkına bas bas bağırarak kendimi aştım.
    ….
    Çok şaşırdı. ‘Sen sinirlenebiliyormuşsun meğer,’ dedi.

    Bu sözü beni daha da sinirlendirecekti ki birden gülmeye başladı. Allah kahretsin ki çok tatlı gülüyordu. O böyle güldüğü zaman dünya duruyordu. Vitesin üstündeki elimi tuttu öptü, yanağına dayadı. Bendeki öfke, gözlerimin önündeki annemin yüzü hızla eridi gitti, her zaman olduğu gibi yumuşadım.

Bu arada, kitabın başında yer alan Ayfer Tunç biyografisine de değinmekte yarar var. Biyografide Tunç’un öykü, roman ve incelemelerinin yanı sıra sinema ve televizyon için yazdığı senaryolarına da yer verilmiş. Ancak her nedense Tunç’un son dönemde yazdığı senaryolar biyografisinde yer almıyor. 2002’de TRT için yazdığı Havada Bulut’un senaryosu var ama yakın zamanda ATV ve SHOW TV için Yıldız Tunç adıyla yazdığı senaryolar yok. Kanalların yapısı göz önüne alınınca belki Ayfer Tunç devletle akçeli işleri olan bir yazar gibi görünmek istemiyor olabilir. Belki de yapılan işi kendisine yakıştıramadı.

Solcu Şehnaz
Romanda anlatıcı konumunda olup yer yer yazarın sesini de içeren Şehnaz kendini solcu olarak tanımlayan bir küçük burjuva. Solcu olduğunu kendi ağzından söylediği birkaç yer var romanda:

  • Kendisi gibi küçük burjuva ya da daha yüksek sınıflara mensup velilere zarafet ve seçkinlik gösterisi yaptığının farkına varmazdı. Ergenliğimde, en hızlı solcu olduğum zamanlarda bu yüzden annemi fütursuzca eleştirirdim…
  • Body shaming denen psikolojik sorunun esamesi bile yoktu, zaten solcuyduk, beden güzelliği ilgi alanımızın dışındaydı.
  • Sonra büyümüştüm, yetişkin ve solcu olmuştum… bütün solcular gibi ben de gelinlik giyerek ve bütün geleneklere uyarak düğün yapmanın kendi doğrularını dayatan toplum tarafından onaylanma arzusunun çok bariz bir işareti olduğu kanısındaydım.

Gelinliğe karşı olan Şehnaz’dan bir alıntı: “Eyşan doğum günlerinde Inge’ye pahalı hediyeler alıyordu. Bir keresinde Paris’ten Saint Laurent çanta almıştı… Bense doğum gününde anneme ancak maviye çalan koyu yeşil renkte, yüzde kırk ipekli bir bluz alabiliyordum.

Yoksulluğun gözü kör olsun, başka ne denebilir ki bu acının karşısında?

Kendisini solcu olarak tanımlayan Şehnaz, Roma tatilinden erken dönünce şöyle hayıflanıyor: “… daha gorgonzola peynirli tagliatte, pecorino peynirli linguine, mascarpone peynirli ravioli yemedik, sangiovese üzümünden yapılan Brunello di Montalcino şarabı içmedik…” (Adı pek havalı da olsa “mascarpone peynirli ravioli” hiç cazip gelmedi bana. Bu kadar yağlı bir peynir yerine ricotta daha iyi olmaz mı?)

Roman ilerledikçe Şehnaz’ın solculuğu sözde kalan bir siyasi görüşe dönüşüyor. Şehnaz arada bir süslü sözler etse de hayata bakışı yarı entelektüel bir lümpen gibi. Sermayeyi eleştirmeyi bırakın anlatırken neredeyse ağzının suyu akıyor.

Romandaki Sert Siyasi Eleştiriler
Ayfer Tunç sivri dilli bir yazar. Özellikle konu siyaset olduğunda sert eleştirilerini birbiri ardına sıralıyor. 12 Eylül faşizmini anlatırken ne yakılan kitapları ne Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceleri ne de yoksul, solcu, Kürt gençlerin sokak ortasında dövüldüklerini atlıyor. Cinsel organlara verilen elektrikten, tecavüze uğrayan mahkûmlara kadar olanı biteni en çıplak haliyle gözlerimizin önüne seriyor.

Turgut Özal iktidarında güçlenen bir mafya tetikçisini anlatırken dönemi de şöyle eleştiriyor Tunç: “Türkiye’nin Turgut Özal iktidarıyla birlikte müthiş hızlanan, karanlık servetlerden rahatsız olmama, aksine kanunsuzluğu takdir etme döneminde hayranlık ve onay halesiyle sarmalanan, ülkenin kanını kuruttuğu halde sanki ülkenin bekası ondan soruluyormuş, adaleti dağıtma görevi de onlara verilmiş gibi kendilerini hukukun üstünde gören, örgütlü mafyanın ayakçısı oldular.
Tunç birkaç yerde “altı ok milliyetçiliği” diyerek CHP’yi de eleştiriyor.

Romandaki siyasi arka plan AKP’nin iktidar olduğu dönemde kesintiye uğruyor. AKP dönemiyle ilgili görebildiğim tek eleştiri AKM’nin yıkılması ile ilgili “hatıralarımızı yıkıyorlar, bizi hafızasız bırakıyorlar” cümlesi.

Bir başka yerde ise Moda’daki kentsel dönüşümü eleştirmek için cümleye başlayan Tunç, AKP yerine Moda ahalisine saydırıyor: “Yıllardır yaşanan talan siyaseti nedeniyle siyasi iktidarı suçlayan pembe kıçlı Moda ahalisinden bazılarının en az siyasi iktidar kadar açgözlü olduklarını düşününce Çamlıköşk de kesin gidecek demiştim.

12 Eylül dönemini Kürtlere uygulanan baskılar üzerinden çok sert bir tonda eleştirirken 2010 sonrasıyla ilgili hiçbir cümle yok romanda. Uludere Katliamı yok, Cizre’de öldürülüp cenazesi buzdolabında bekletilen çocuk yok, Selahattin Demirtaş yok. Hapisteki gazeteciler yok. Gezi’deki eylemci kadınlara “sürtük” diyen Recep Tayyip Erdoğan hakkında tek bir eleştiri yok. Osman Kavala yok, Ayşe Barım yok. Kendisini evlenme vaadiyle kandıran adamı öldüren Handan Canpolat’ın gazete haberi var ancak Türkiye’nin kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile çekilmesini eleştiren bir cümle bile yok. Odağında kadınlar olan bir romanda kadına şiddetin “siyasi bir tercih” mi “adli bir vaka” mı olarak görüldüğü sorgulanmıyor.

Şehnaz ve annesi 1 Mayıs 1977’de öldürülenlerin ardından yürüyüşe katılıyor ancak 10 Ekim 2015’te IŞİD’in öldürdüğü insanların adı kitapta anılmıyor. Almanya’da neonazilerin ateşe verdiği evlerinde yanarak ölen Türkler bile var romanda, ancak AKP döneminde madenlerde, inşaatlarda ölen işçiler yok.

Biyografisinden yandaş medyada gösterilen dizileri çıkaran Ayfer Tunç acaba AKP’yi eleştirirse işlerinde bir aksama olabileceğini düşünmüş olabilir mi? 1980 darbesini sert dille eleştirmek için bugünleri beklediği gibi acaba AKP iktidarını da bundan 30 yıl sonra mı eleştirebilecek?

Annemin Uyurgezer Geceleri’nde her ayrıntıyı anımsayan muhteşem bir belleğin vizöründen otuz yıllık bir aşkın ilginç hikâyesine tanık oluyoruz. Ancak ne yazık ki yazarın belleği romanın kahramanı kadar güçlü değil. Ayfer Tunç, arka plandaki siyasi tabloyu çizerken yakın dönem hafızasını yitirmiş gibi görünüyor.

— 0 —

Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları

  • “… bütün mahalle olarak şoklardan şoklara düştüğümüzü;”-Sayfa 18, “Uyurgezerliğin ilk gecesinde bana büyük bir şok yaşatmıştı ama bu gece şoklardan şoklara düşürüyordu.”-Sayfa 226: “Şoka düşmek”, “şoklardan şoklara düşmek” veya “şoka düşürmek” diye bir deyim yok. “Şok” sözcüğünü kullanmak zorundaysa en azında “şoke olmak” olarak kullanılabilirdi.
  • “… yeni insanlara ne tahammülüm var ne de tanışma arzum.”-Sayfa 24: “Ne yeni insanlara tahammülüm ne de onlarla tanışma arzum var.” olmalı.
  • “Sonuçta hayat dediğimiz şey bilgiler toplamıydı ve uçsuz bucaksız, geniş ötesi bir zihni olan Zehra bu büyük bilgiyi biliyordu.”-Sayfa 35: “Uçsuz bucaksız” dedikten sonra “geniş ötesi” gereksiz. “Büyük bilgiyi bilmek” ise kulağa hoş gelmiyor.
  • “Sarmaş dolaş çıplak uyumak bence mükemmel bir eylemdi.”-Sayfa 38: Uyumak bir eylem olsaydı, en çok eylemci bizim memleketten çıkardı herhalde.
  • “Türkiye’de bulunmayan, bulunsa da almaya gücümün yetmeyeceği kokular, esanslar, parfümler;”-Sayfa 90: Koku, esans, parfüm. Üçü de aynı anlama geliyor. Yalnızca “parfüm” yeterliydi.
  • “Bu gece gerçeküstü bir gece, gerçek olamayacak kadar akıl almaz, sürreel bir gece.”-Sayfa 124: “Sürreel” sözcüğünün doğrusu “sürreal” olacak. “Gerçeküstü” dedikten sonra aynı anlama gelen “sürreal” sözcüğünü kullanmak anlamsız. Cümlede gereksiz bir laf kalabalığı var.
  • “Çok şaşırdım, bu gece şaşırmaklarım bitmedi.”-Sayfa 134: “Şaşırmaklarım” bilerek kullanılmış sanırım. Şirin değil, hatalı. “Şaşırmalarım” olmalı.
  • “Saatler ilerledikçe yaşadığım eziklenmenin etkisi azaldı.”-Sayfa 225: “Eziklenmek” diye bir sözcük yok. “Yaşadığım eziklenmenin” yerine “duyduğum ezikliğin” olabilirmiş.
  • “Kendimi cin gibi uyanık” hissediyordum.” Sayfa 225: “Cin gibi” dedikten sonra “uyanık” demeye gerek var mı?
  • “… annemle yakından uzaktan alakası olmayan bir karakter olduğuna kendimi inandırdığım Ilona’yı…”-Sayfa 246: “Yakından uzaktan” değil “uzaktan yakından” olmalı.
  • “… saf, çıplak, en hakiki gerçeği bulmak istiyor ama…”-Sayfa 248: “En hakiki gerçek” hatalı. İki eşanlamlı sözcüğün bu şekilde kullanılmaması gerekir.
  • “Babamın kokusunu keşfetmek beni sanki babamı bulmuşum gibi heyecanlandırmıştı.”- Sayfa 268: “Sanki” ile “gibi” aynı anlamı taşıdığından “gibi” varken “sanki” gereksiz. “Sanki” “gibi” ikilisi kitap boyunca başka yerlerde de kullanılmış.
  • “… o kadar fazla normal davranıyordum ki,”-Sayfa 336: “Fazla”ya gerek yok.
  • “… klişenin dibini delecek kadar sıradandı.”-Sayfa 364: “Dibini delmek” diye bir deyim yok.
Burak Kaya hakkında 159 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.