
Tayfun Pirselimoğlu’nun 2024 yılında yayımlanan Cerrah romanı İletişim Yayınları’ndan çıkmış. 143 sayfalık romanın editörü Emre Bayın. Kapakta Suat Aysu’nun, uygulamada Hüsnü Abbas’ın, düzeltide ise Berkay Üzüm’ün adı yer alıyor. Kapaktaki çizim ise aynı zamanda ressam olan Tayfun Pirselimoğlu’na ait.
Tayfun Pirselimoğlu yönetmen, senarist, yazar ve ressam. Belki sinemacı olmanın vergisi, romandaki pek çok sahne okurun gözünde canlanıveriyor. Önce mekanlar çiziliyor, ardından karakterler yüzlerine bürünüyor. Yapıt bir söz yapısının ötesinde renkleriyle, biçimleriyle önünüzde beliriyor.
2024 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü (Roman) kazanan Cerrah, fantastik öğeler barındırmasına karşın gerçekçi bir roman. Pirselimoğlu, polis devletini karikatürize edip derin devleti eleştirirken sırtını en sağlam kayaya, mizaha yaslıyor. Cerrah’ın mayasındaki mizah, eleştirel bir temele dayanıyor. Cerrah için büyülü gerçekçilik akımının güzel bir örneği desem sanırım yanlış olmaz.
Tuhaf bir İstanbul gecesine odaklanan roman bir polisiye tadında. Romanda yer alan üç ana karakterden ikisi (Numan ve Vehbi Çaylak) derin devleti simgeliyor. Emniyet belki de MİT’te üst düzey görevleri var. Cerrah Tarık Kara ise sivil ancak meslek icabı o da derin devletin bir parçası haline gelmiş. Devlet için yüz değiştirme ameliyatı yapmak belki hasta açısından bakıldığında etik bir sorun oluşturmayabilir ancak işin bir de doktorluk mesleğinin kirli işlerde kullanılmasına önayak olmak gibi bir boyutu da var. Bir katile yeni bir yüz yapmak onun eski suçlarıyla olan bağlantısını yok etmek anlamına da geliyor. Böyle bakınca Tarık Kara da çok masum sayılmaz ancak Tayfun Pirselimoğlu’nun yarattığı karakterin rastlantılar sonucu böyle bir görevi kabul etmiş gibi bir havası var. Sayfaların arasından bakınca belki de kitapta ısınabileceğimiz Muazzez dışındaki tek karakter Tarık Kara olduğundan okur olarak Tarık Kara’ya yanaşıyoruz.
Tayfun Pirselimoğlu elindeki malzemeyle zaten sıra dışı bir kurgu yaratmışken maymun ya da kaplan gibi fantastik öğelere neden gereksinim duymuş anlamak zor. Kitaba sonradan eklenmiş gibi duran maymun ile kaplan olmasa romandan bir şey eksilir miydi? Yüz değiştirme operasyonlarının kahraman cerrahından sevgilisi için bir meme estetiği rica eden derin devlet mensubu kaplandan çok daha fantastik değil mi? Paradise’taki pavyon sofrası maymundan hem daha yerli, hem daha milli hem de absürt değil mi?
Kurgu her ne kadar fantastik öğelerden oluşsa da biz okur olarak metnin ayakları yere bassın istiyoruz. Aklıma takılanlardan birisi, bir kaplanın önce Yassıören sonra da Polonezköy’de görülebilmesi için ya Boğaz’ı yüzerek geçmesi ya da köprüleri kullanması gerektiği. Diğeri ise soğuk pizza getirdi diye öldürülen kurye. Tayfun Pirselimoğlu‘nun kurgusu -en azından Türkiye için- imkânsız değil ancak öldürdükten sonra kuryeyi parçalara ayırmanın kime ne yararı var? Ceset yakılıp yok edilse bile siparişin gittiği ev belli değil mi?
Romanda ana kurgudan uzayan yan dallar da var. Bunlar da incelikle düşünülmüş ayrıntılara sahip. Bu ayrıntıların ortak noktası ise neredeyse hepsinin devletin yozlaşmış bir başka fotoğrafını bize göstermeleri. Kimi zaman Beşiktaş Kadıköy vapurunda denize düşüp kaybolan bir gazeteci, kimi zaman kumar makinelerine hile karıştırarak kariyer yapan bir Bakan, kimi zaman yemeği soğuk getirdi diye bir kuryeyi öldüren emniyetçinin oğlu. Bütün bu fotoğraflar ince bir mizah anlayışıyla yoğrulduğundan siyasi bir manifestodan çok daha etkili. Pirselimoğlu kurgu yeteneği ile ne romanı siyasi bir mesaja dönüştürmüş ne de eleştirilerinden vazgeçmiş.
İşin romancı açısından en zor yanı ise bugün Türkiye olarak bütün bu kurguyu gölgede bırakacak bir devlet kadrosuna sahip olmamız. Yani Pirselimoğlu uyuşturucu ticaretinden mafyaya, cinayetten fuhuşa hangi konuyu ele alsa biz bir gün önce gazetelerde daha fazlasını okumuş olarak oturacağız romanın başına. Belki de yazar Türkiye için mümkün olamayacak bir yozlaşma icat edemeyince çareyi maymun ile kaplanı transfer etmekte bulmuş olabilir. Polisle, hukukla veya halkın gücüyle bu kadroları alaşağı edemeyeceğimizi bilen Tayfun Pirselimoğlu Vehbi Çaylak’ı kaplana, dolandırıcı Bakanı ise maymun öldürterek içimize biraz su serpiyor.
Cerrah, başından sonuna dek temposunu yitirmiyor. Kimi sayfada polisiye bir gerilim, kimi sayfada mizah, kiminde ise Tarık Kara’nın gözünden Ayla’nın çekimi geçiyor direksiyona. Ancak ele alınan konudan bağımsız olarak roman temposunu sürdürüyor. Kurgusundaki inceliklerde usta bir senaristin soluğunu taşıyan Cerrah, çarpıcı bir finale de sahip.
Tayfun Pirselimoğlu uzun cümleleri seviyor ancak bu uzun cümleler Osmanlıca sözcüklerle bir araya gelince roman, yeni kuşak okurlar için anlaşılması güç bir hal alıyor. Cerrah 1940’larda yazılmış hissi veriyor, ancak o dönemde yazılıp daha duru bir dile sahip kitaplar bile var. Elbette yazarın tercihine saygı duymak gerek ancak şu soruyu sormanın da zararı yok: Yaşamayan bir dil ile yazmanın nasıl bir yararı olabilir romana? “Bakış” yerine “nazar” diyerek bir üslup yaratılabilir mi? Ayrıca her sözcük her dilde aynı anlama gelmeyebilir. Arapça sözcüklerin bir bölümü özgün anlamlarının dışında Türkçede başka anlamlar da kazanmıştır. “Nazar” sözcüğünün dilimizdeki ilk anlamı kıskanç bakışlardan kaynaklanan uğursuzluktur. “Nazar”ı “Tarık Kara nazarlarını onlardan ne kadar kaçırmaya zorlasa da başarılı olamadı.” cümlesindeki gibi kullanırsanız ancak kafa karıştırırsınız.
Sayfa 15 ile 16’da küçük bir trafik kazasından söz ediliyor. Pirselimoğlu bu kaza için önce trafiğin düğüm olmasına yetecek bir “hadise” olduğunu yazıyor. Ardından aynı kaza için aynı sayfada iki kez “olay” diyor. Sayfa 16’da aynı kaza için bu kez tekrar “hadise” diyor. Kendisini eski sözcükleri kullanmaya zorlasa da arada gözünden kaçıyor olsa gerek. 1940’larda yaşayan bir yazar için doğal olan dil şimdi zorlama oluyor. Ne yazık ki bu tercih doğal değil, bir dil mühendisliği gibi duyuluyor, metinde bir yapaylık yaratıyor.
Murat Belge, Osmanlı aydınlarının yapay bir Osmanlıca ile elitliğini tescil ederken aşırı öz Türkçe kullananların da farklı bir yoldan aynı hedefe ulaştıklarını belirtiyordu. Bu iki tercihin de dili bir iletişim aracı olmaktan çıkardığını ileri sürüyordu. Tayfun Pirselimoğlu “ölü bir dil elitizminin” üçüncü kuşağı olarak aslında başladığı yere dönmüş oluyor. Ne yazık ki ölü bir dil ile yeni bir üslup yaratmak olası değil. Hele ki bunu yalnızca eski sözcük kullanımına indirgediğinizde bunun üsluba yarardan çok zararı oluyor. Yalnızca “olay” yerine “hadise”, “bakış” yerine “nazar” demiş oluyorsunuz. “Çekişme” dururken “niza”, “güler yüzlü” dururken “beşuş” diyerek sözlük kullanımının artırılması veya belki birilerinin bu sözcükleri öğrenmesi amaçlanmış olabilir ama gerçekçi olmak gerekirse kimse bu eski sözcükleri aklında tutamaz. Nasıl ki yüz yıl önce ölmüş birini suni teneffüsle yaşama döndüremezsek, bu sözcükleri de dile yeniden kazandırmamız olası değil.
Halid Ziya Uşaklıgil, yeni kuşaklar okuyabilsin diye Aşk-ı Memnu‘yu kendisi sadeleştirmiştir. Tayfun Pirselimoğlu ise Uşaklıgil’in tersine kitabı okunmasın diye bir çaba göstermişe benziyor. Oysa söyleşilerine baktığımızda yazar günümüz diliyle, gayet anlaşılır konuşuyor. Nedense, iş yazmaya gelince sanki yazarın içinden başka bir yazar çıkıyor. Elbette yazı dili daha derin, üzerinde daha fazla düşünülmüş daha ayrıntılı olmalı ancak buradaki ayrıntılar metne bir derinlik katmayan sözcük seçimlerinden ibaret.
Tayfun Pirselimoğlu‘nun Cerrah‘ı ağdalı diline karşın son dönemde okuduğun en iyi romanlardan. Okumanızı öneririm.
—- O —-
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “Yarattığı etkiyi daha da katmerleşmek istermişçesine…” Sayfa 29: “Yarattığı etkinin daha da katmerleşmesini istermişçesine…” veya “Yarattığı etkiyi daha da katmerleştirmek istermişçesine…”
- “… sanki kazaen olmuş gibi …” Sayfa 29: “Gibi” ile “sanki aynı anlamda kullanıldığından baştaki “sanki”ye gerek yok. “Sanki … gibi”ler romanın çoğu yerinde hatalı olarak kullanılmış.
- “Şişman şarkıcı şantöz…” Sayfa 74: Şantöz zaten şarkı söyleyen kişi anlamına geldiğinden “şarkıcı şantöz” kullanımı hatalı olmuş.
- “… ispazmoza kapılmış gibi” Sayfa 75: “Sözcüğün doğrusu “ıspazmoz” olmalı.
- “… gazeteci onun zamanında bizzat kendi işkencesine katıldığı iddia ediyordu.” Sayfa 83: “… gazeteci onun zamanında bizzat kendi işkencesine katıldığını iddia ediyordu.”
- “Gözleri arabanın farlarının zar zor aydınlattığı yola çevirmiş, öylece bakmaktaydı.” Sayfa 95: “Gözlerini” olmalı.
İlk yorum yapan olun