
Hasan Ali Toptaş’ın Harfler ve Notalar adlı deneme kitabı, Doğan Egmont Yayıncılık ve Yayımcılık tarafından 2007’de yayımlanmış. Kitap 30 başlıktan oluşuyor, 164 sayfa. Yavuz Korkut’a ait bir kapak tasarımı var. Kitabın adından yola çıkılarak harflerle süslenmiş bir kapak bu. Temiz, duru bir çalışma ama çağrışımı olan bir kapak çalışması daha mı etkili olurdu?
Varlığından haberim olmadığı için kitabı zamanında okuyamadım. Elime geçer geçmez de hemen okudum onca aradan sonra. Pişman oldum mu peki kitabı bu kadar geç okuduğum için?
Hasan Ali Toptaş, çeşitli konularda düşüncelerini dile getirmiş. Dikkat etmeyen biri için rahat okunan bir kitap. Denemelerin konusu: “Yeni Roman” anlayışının önemi, hikâye yazanların her şeyi açık açık yazmaması ve saklayarak yazmanın önemi, sezmenin değerli oluşu, kitapta bitmemişlik hissi… Ayrıca anılarından bahseden yazar, “Yeni Roman”dan birçok kitap öneriyor. Aforizması bol bir deneme… Biyografiler de cabası… Toptaş, önsözde diyeceğini demiş, nelerden bahsedeceğinin ipuçlarını vermiş aslında.
Harfler ve Notalar’ı okuyanlar; yüzeysel, dikkatsiz, Türkçenin işlevine bakmaksızın övgüler sıralamışlar. Okur, eseri beğendiğini ya da beğenmediğini belirtirken dikkatli olmalı; yazdıklarının altını doldurmalı, kolaya kaçmamalıdır. Bu yapıtı okuyanlar; dil yanlışlarını, serpiştirilmiş noktalama işaretlerini, Türkçenin yanlış kullanıldığını, mantık yanlışlıklarını neden göremedi? Akıcı üslup; bu yanlışlar ve uzun, hantal sıralı cümleler yüzünden heba olmuş. Heba olmuş çünkü okurken ikide bir tökezleyip yanlışlar üzerinde durunca “akıcılık” da uçup gidiyor.
Toptaş, Okuyana Mektuplar başlıklı yazıyla başlamış. Okuyucuya “Zaten seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.” diyerek bitirmiş bu bölümü. Sezmekle ilgili söyledikleri kendi düşüncesi… “Yeni Roman” anlayışını savunan yazar, açık anlatımı sevmez.
Sezmek, elbette düş gücünü besler, zenginleştirir. Bu kavram; farklı bakış kazandırmaya, daha ileriye, yeniye işaretse önemlidir. Sezmek dediğimiz şey; aklı aşıyor, aracısız algılamaya, görmeye uzanıyorsa ermişlik makamıyla somutlanır. Sezmenin içi doldurulmalı. “Sezmek” ad-fiili ile “sezgicilik” anlaşılmıyordur umarım.
Oysa bilmek de yaratıcılığı pekiştirir. Bilmekte bütün unsurlar sonuçlarıyla vardır. Bilen, bilinmezlikleri aydınlatır, çözmeye çalışır, araştırır, bir başka yeni üzerinde düşünür. “Sezmek daha iyi.” demek en azından aklı hiçe saymaktır. Sezmek düş, bilmek gerçeklik… Bilmeden sezmek de olmaz sonra. Bilmeden sezmek, vahiyle bilmekten başka bir şey değil! İdealizmin çıkmaz sokağında yönünü bulamamakla eş. Yaratıcılığı tetikleyen “şey” iyidir. Bu mu, o mu gibi ikilemler, “Annemi seviyorum.” kısır döngüsüne dönüşür ve bulanıklığa yol alır.
Toptaş, Kafka ile Konuşmalar‘da anısını anlatmış. Denemeden çok anı türü olmuş. Gurbetten söz ederken “Gurbet Hikâyeleri, Gurbet Kuşları” adlı iki yapıtın adını verir. Gurbet şiirleriyle ünlü, edebiyatımızın “gurbet şairi” K.Kamu’yu unutur.
Bu bölümde Hasan Ali Toptaş ve arkadaşı, Kafka’nın bir öyküsündeki cümleden söz ederlerken “Bu cümle hangi öyküde geçiyor? Gel, kitabı bulalım.” diyerek kitapçıları gezerler. Sonunda bulurlar öykünün hangi kitapta olduğunu. Yazar, Gustav Janouch’ün Kafka ile Konuşmalar’ından söz eder; Kafka’dan cümleler aktarır. “Kitabı ne zaman elime alsam Kafka’yla Janouch değil de ben konuşuyorum sanki.” diyen de Toptaş. Oysa Kafka ile konuşmaz, ona sorular yöneltmez. İsterdim ki Kafka’dan alınan başlıkta Kafka ile düşsel bir diyalog geçsin aralarında.
Metinler ve Kusurlar’da ilginç bir düşünce üzerinde duruyor Hasan Ali Toptaş, “Metinlerde bilinçli bir kusur metnin güçlü bölümlerini oluşturur.” düşüncesine benzer bir düşünce ileriye sürmüş. Bir metinde ne olursa olsun kusur olmamalı. Hele bu kusur bile isteye hiç yapılmamalı. “Özene bezene inşa edilmiş, inşa edildikten sonra da bir çeşit kusursuzluk süsü verilerek biz okurken aniden karşılaşalım diye yolumuzun üstüne bırakılıp geçilmiştir.” diyor bu kusurlar için. Buna inanmak zor. Toptaş’ın düşüncesini kanıtlamak için verdiği örnekler de yetersiz. Terzi Hüsam’ın kusur konusundaki görüşüne yer verir sözgelimi. Terzi Hüsam, yanındaki gençlere diktiği ceketin nasıl olduğunu sorduğunda gençler,” Her yanı güzel de omzunda potluk var.” derler. Terzi Hüsam da “Onu bilerek yaptım. Aslında ceketin güzelliğini o gösteriyor. Hesaplanmış kusurda aklın izi, kusursuzluktakinden daha derindir.” der gençlere. Terzi Hüsam’ın son cümlesi, bir kasaba terzisinin cümlesinden çok hayalinde yarattığı bir terzinin cümlesidir. Bir terzi için ceketteki potluk utandırıcıdır çünkü. Hele o yıllarda bir kasaba terzisinin “kusuru örten kusursuzluk” üzerine düşünce üretmesi inandırıcı gelmiyor. “Kusursuz bölümleri sağlamlaştıran bu kusurlardır.” cümlesi ise hiç inandırıcı gelmiyor. Hiçbir yazar ya da sanatçı, yapıtında kusur olsun istemez.
Aklımıza gelen her şeyi yazmak ne doğrudur ne de zorunluluk.
Osmanlı döneminde hattatlar kusursuz bir yapıt çıkardığında yapıtının üzerine birkaç damla mürekkep damlatırmış. Nedeni sorulduğunda “Kusursuzluk Tanrı’ya özgüdür.” derlermiş. İş, buna mı dönüşüyor.
“Büyük hazla okuyup hayranlık duyduğumuz metinlerde bu yanlışlığı ve kusuru gizleyen görünmez bir örtü var.” demesi de düşündürücü. “Musa” heykelinde, Homeros’un iki destanında, Dante’nin İlahi Komedya’sında, Yaşar Kemal’de, Gülten Akın’da, Tolstoy’da, Dostoyevski’de, Emile Zola’da Stendhal’da neden yok bu gizli örtü? Bu bölümü okurken postmodern yapıtlardaki metinlerarasılığı düşünce yazarın kusuru örten görünmez şeyi masal havasına, madde dışına, cinlere bağlasaydı buna şaşırmayacaktım.
O zaman Toptaş, kendi kusursuzluğunu gösteren kusurlarını göstersin önce. Yazarın emeğini takdir ediyorum, çok okumuş biri ama bu, Voltervari deyişle düşüncelerini kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Parlak cümlelerle düşüncelerini doğrulamaya çalışıyor ama olmuyor, yetmiyor. Yazarın bir hayli etkilendiği “Yeni Roman” anlayışı böyle midir yoksa?
Yazar ve müzisyen Burak Kaya’nın saptaması çok doğru: “Yapıtta kapalılık, anlaşılmazlık varsa o yapıtın yazarı bizde ya Kafka olur ya da James Joyce.”
Kalubeladan Beri adlı denemede yazarın edebiyat sevgisini görebiliyor okuyucu. Bu tutkusunu anlatırken Çehov’un ünlü tüfeğine değinir. Gençlik döneminde öykü yazarken “tüfek” bir düstur olarak algılandığından her şeyin açık açık yazıldığını söyler Toptaş. “Hikâyelerimizi insanı rahatsız edici kocaman gürültülerle doldururduk. Başka bir deyişle ayrıntıları birbirine akıl ipiyle sımsıkı bağlardık. Sonra bu akıl ipinin ‘ne kadar güvensiz ve çürük olduğunu anladık da yavaş yavaş vazgeçtik bundan.” Sonra Faruk Duman’ın “Tüfek” adlı bir öykü yazdığını belirtir. “Bu hikâyedeki tüfek, Çehov’a inat, hiç patlamadan duvarda öylece asılı kaldı tabii.” diye yazar ardından. Amaç Çehov’u da tüfeğini de işlevsizleştirmektir. Oysa F.Duman, öykü boyunca tüfeği işlevi kadar, süs olmaktan uzak kullanır. Orada tüfek patlamamalıydı ve F.Duman da öyle yapmış, patlatmamış. Zaten tüfek, patlama işlevi dışında kullanılmış.
Toptaş, Çehov’u yanlış anladıysa Çehov’un suçu ne? Çehov’un tüfekle anlatmak istediği başka. Metindeki olgunun gerilimi varsa bunun süs olarak kullanılmamasını kasteder. Şeyin, metne olan katkısı yoksa süse gerek de duyulmayacağını vurgular. Fazlalıklardan arınmanın gerekliliğinden söz eder. “Yeni Roman” dışında kalan Anton Pavloviç Çehov’un yapıtlarında ekonomik, toplumsal değişimin izleri belirgindir. İnsanı anlamlandırır, esas alır; İçi yoklaştırılmış yapıtlar vermekten uzaktır. “Neylesin Mabut?” sorusuyla bir düsturu yanlış anlamanın suçunu kimde aramak gerekir?
Bütün bu sızlanma, kendince “Yeni Roman”ı haklı çıkarma çabasından başka bir şey değil. “Yeni Roman” adlı denemesinde “Yeni Roman”a methiyeler yazıp gizemi, kapalılığı, karanlıkta kalmayı dillendirerek “Yeni roman da Yeni roman!” der durur Toptaş. Hatta insanların “Yeni Roman”la neyin kastedildiğini anlamamaları canını sıkar. Oysa 19. yy. romanları, insanı yaşamın içine çekerdi; “Yeni Roman”sa insanı yaşamdan koparıyor. Klasik romanların tadı geçmiyor; onlar hâlâ okunuyor.
Hasan Ali Toptaş, “Romanın konusu ne?” sorusuna kızıyor. Bunda haklı çünkü romanı roman yapan diğer unsur anlatımdır. Roman sadece konudan oluşmuyor çünkü.
Toptaş, “Kör Noktada Kalanlar” denemesinde Katip Çelebivari bir bibiliyograf edasıyla “Yeni Roman” adlarını, yazarlarını sıraladıktan sonra “Bütün romanların başarısı bana göre sırtımızı, ruhumuzu, aklımızı ürpertmesinde değil dilinde ve yapısındadır.” diyecektir. Toptaş diyecektir ama insanlık hâline değinen, içerik ve üslup özellikleriyle “edebiyat değeri” yaratan her yapıt, zaman yarışında, içi boşaltılmış, dil oyunlarıyla süslenmiş, “dilcilikle öne çıkmış edebi yapıta “pazar”ı bırakarak kıyas götürmez yüksek bir olgunluk içinde çağını aşar. İçeriği öteleyen, biçime süs, estetik olarak bakan “Yeni Roman” yanlılarının kolayca okudukları, tükettikleri yapıtlar; güncelin eğlencesi, zamanın unuttuğu olamaz mı?
Hiçliğin Doruklarında Bir Alacakaranlık Düşünüründe Cioran’ın yaşamını anlattığı bölüm, biyografiye dönüşür. Hasan Ali Toptaş’ın Cioran’ın felsefesinden çok cümlelerinden etkilendiği belli.
Okurun Okuru Olmak’ta hikâye dinletileri yapıldığını öğreniyoruz. Charles Dickens’in gezerek sesli okumalar yaptığını da… Moliere’in de oyunlarını evindeki hizmetçilerine okuduğunu. Lord Alfred Tennyson da dinleyenlerine şiirler okurmuş. Ayrıca J.J.Rousseau 1768 kışında kitabını Paris’teki soylu evlerinde okuduğunu da yazıyor Toptaş. Bizdeki meddahların, âşıkların da anlatma geleneği vardır ve bundan hiç bahsetmemiş. Ayrıca antik Yunanistan’da şiir okuyup gezen rapsotlar da var.
“Bir metni dinlemekten yana değilim, onun harflerini ve noktalama işaretlerini ille de gözlerimle görmek isterim.” diyen Toptaş, bu kitapta noktalama işaretlerinin nasıl savrularak kullanıldığını görmüş mü? Kitap baştan sona noktalama yanlışlarıyla dolu.
“Bana göre bir metin okunurken kesinlikle yazar aradan çekilmelidir.” düşüncesini ileri sürer, ardından “Yazılırken de okur aradan çekilmelidir tabii.” diyerek bitirir denemesini. Şimdi bir metin okunurken yazarın aradan çekilmemesinin ne sakıncası var? Postmodern romanlarda yazar, yazarken araya giriyorsa bırakın okunurken de araya girsin. Yazılırken okurun aradan çekilmesine gelince yerden göğe haklı Toptaş. Okurun beğenisine göre yazmak yanlış çünkü.
Hikâyenin Gerçeği, Gerçeğin Hikâyesi‘nde, öğrencilerin kediye arabalarıyla çarpma hikâyesi anlatılıyor. Sanki anlatılan hikâye, salt İbn-i Zerhani’nin cümlesi için yazılmış hissi uyandırıyor: “Hiçbir şey, hayat kadar şaşırtıcı olamaz; yazı hariç.”
Çocukları Küçük Kurşunla Öldürürler Değil mi Anne? duyarlı bir yazı… İnsanın içini sızlatıyor bir çocuğun korkusu. Bir de cellattan söz edilir bu bölümde. Cellat, “İyi de efendim, öteki arkadaş daha önce hiç kimseyi asmadı ama ben vaktiyle Börekçi Hüseyin’i asmıştım. Bu yüzden benim adımın yanına ‘başcellat’ yazılmalı.” der. Bu cümleyi de çocuğun sorusunu da çok etkileyici bulur Toptaş. Buna karşın ne cellatın ne de çocuğun sözleri bir öyküdür Toptaş’a göre. Bunlar sadece öyküye malzemedir. “Bizim içimizi titretecek kadar acı ve anlamlı olmaları yazınsal anlamda bir şey ifade etmez çünkü öykü olabilmeleri için onları alıp dile taşımak, düşünsel bir bütünlük kazandırmak, ruh vermek…” der. Bu doğru ama nasıl bir dil, nasıl bir anlatım? Bu konuda Hasan Ali Toptaş’ın söyledikleri doyurmuyor, inandırıcı gelmiyor.
Harfler ve Notalar’la bitiyor kitap. Burada romanın şiirselliğinden, müzik gibi akıp gitmesi gerektiğinden söz eder Toptaş. Ardından da Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı mektupta, roman yazarken bazı sayfaları bile isteye sönük bırakmasını önerdiğini belirtir. Nazım Hikmet’in güçlü bölümlerin ancak bu sönük bırakılan sayfalar sayesinde güçlü görünebileceğini belirttiğinden söz eder. Hasan Ali Toptaş, daha önce de güçlü bölümlerin kusurlu bırakılan sayfalar sayesinde güçleneceğinden söz etmişti. Kusur ve sönüklük!
Yazar, sözü dönüp dolaştırır anlatımın esas olduğuna getirir. Flaubert’in “Gerçekten iyi bir düzyazı cümlesi, iyi bir şiir olmalıdır.” cümlesinden yola çıkarak şiirselliğin de dil oyunu sanılması çok tuhaf!
Bu da yazarlık hayali kuranlara dayatmadır.
Hasan Ali Toptaş, çok uzun cümleler kurmayı seviyor. Bu, proustyen sevdada başarılı değil ama. Uzun cümleleri zor kurulan, takdir edilesi cümleler değil. Uzun cümleler, sıralı cümlelerin ya virgüllerle ayrılıp uzatılarak ya da eş görevli sözcüklerin, tamlamaların ardı sıra uzatılmasıyla oluşuyor. Bu hantal cümleler bir süre sonra sıkıyor okuyanı. İstenirse bu tür bir uzun cümle, beş on sayfa sürebilir çünkü Toptaş’ın elinde sıralı cümle kurmak için birkaç hazır kalıp var ve bu kalıp üzerinden cümle oluşturuyor. Proustyen cümle bu değil ama. Orada zekice kurulmuş bir cümleye tanık olursunuz. Toptaş, art arda dizilmiş birkaç nesneyi, zarf tümlecini, yer tamlayıcısını yükleme bağlar. Olmadı cümleleri “ve”, “ya da” ile tutuşturur. O kadar!
“Yıllardır döne döne okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime ve gönlüme şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum.”(s.42)
Eş görevli sözcüklerle (zarf tümleçleri) kurulmuş uzun cümle.
“Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi ‘Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler’ adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına asmayı hayal eder, kimi zaman da-ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım.” (s.43)
Virgüllerle ayrılmış sıralı cümle…
“O da, asıl adı Adi ya da Muleyka ya da Hunduç olan İmrü’l Kays çocukluğunu Kinde kabilesine reislik yapan babası Hucr’un sarayında geçirdiğini, bir kız için yazdığı aşk şiiri yüzünden babasının onu kabileden kovduğunu, sonra hasretine dayanamayıp pişmanlık duygusuyla geri çağırdığını, ama çok geçmeden Kays’ın yeniden çöllere kaçtığını, sonra orada serseri bir gurubun başına geçip kendini sadece müziğe, içkiye ve şiir verdiğini, babası öldürülünce öç almak için geri dönüp kabile savaşlarına katıldığını, bir süre sonra bu savaşların ortasına çaresi ve yapayalnız kalıp Teyma emirine sığındığını, düşman kazanmaktan korkan emirin onu Bizans İmparatorlu gönderdiğini, sonra İmru’l Kays’ın bir rivayete göre hanedandan bir kadına âşık olduğunu, bu yüzden Ankara civarına sürgün edildiğini, sonra armağan olarak peşinden kendisine zehirli bir gömlek gönderildiğini ve bu gömleği giyince de bir çeşit deri hastalığına yakalanıp acılar içinde öldüğünü anlattı.” s.57)
Eş görevli sözcüklerle (nesnelerle) oluşturulan sıralı cümle…
Noktalama işaretlerini önemsediğini(!) şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “Bu nedenle Borges’inkine benzeyen zorunlu haller dışında, bir metni (şiirde olsa) dinlemekten yana değilim, onun harflerini ve noktalama işaretlerini ille de gözlerimle görmek isterim.”
Noktalama işaretlerinin kullanılmasındaki yanlışlıkları hiç mi biri görmedi? Ha tavuklara yem atmak ha bu kitapta noktalama işaretleri kullanmak…
Sözle eylem bir olmayınca sonuç şaşırtıcı gelmiyor ya da bal demekle, ağız tatlanmıyor işte. Ziya Paşa demiş diyeceğini:
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Şahsın görünün rütbe-i aklı eserinde”
Harfler ve Notalar’daki Yanlışlıklar
- “Kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum.” (s.9): Sözcüğün yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanan anlatım bozukluğu var, “tek tek” ikilemesi “güneşe” kelimesinden sonra gelmeliydi: “… güneşe tek tek tutmayı da arzu ediyordum.”
- “ …yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar.” (s.10): “Yüzlerce yılık küf kokulu yaprak hışırtıları” ne demek? Sanki hışırtılar küf kokuyor. Yaprak hışırtıları, belirtili ad tamlaması olmalı.
“…yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprakların hışırtıları uçuşmaya başlar.” - …bunun yerine gurbete çıkıyoruz, denirdi. (s.11): Cümle içinde konuşma varsa tırnak içine alınır ve cümle büyük harfle başlatılır, sonuna da cümle bitiren noktalama işaretlerinden biri getirilir.
“… bunun yerine “Gurbete çıkıyoruz.” denirdi. - “… firak ve hicran kelimeleri gibi yavaş yavaş kullanımdan düşüyor sanki.” (s.11): “gibi ve sanki” aynı cümlede aynı anlamı sezdirdiği için birini kullanmak gerekir. Aynı yanlışlık sayfa 13’te de yapılmış.
“Yavaş yavaş” ikilemesi de “kullanımdan” sonra getirilmeli. “… fırak ve hicran kelimeleri gibi, kullanımdan yavaş yavaş düşüyor sanki. - “… ister istemez elini uzatarak işte şurada işkembeci vardı, şurası oteldi diye bana bazı yerleri gösteriyordu.” (s.12)
Cümle içinde konuşmalar tırnak içinde verilir, noktadan sonra gelen cümle alıntıysa da sonuna virgül getirilerek cümle devam edilir: … ister istemez elini uzatarak ”İşte şurada işkembeci vardı, şurası oteldi.” diye bana bazı yerleri gösteriyordu. - “… yanına mı oturduk bilemiyorum.” (s.12,13)
“…yanına mı oturduk, bilemiyorum.” Sorudan sonra cümle devam ettiği için, sorudan sonra virgül gelir. - “Çaylar tazelenince, birazcık kendine geldi arkadaşım.” (s.12)
Bu cümlede virgülün olmaması gerekir. Zarf-fiilden sonra virgül gelmez. - “ Söz…bir şekilde benim hala oğlum Kafka’ya geldi.” (s.13)
Kafka, halasının oğlu değil, bu nedenle Kafka’dan önce virgül gelmeli. Ayrıca “hala oğlum” daki iyelik eki”-m” kaldırılmalı.” Hala oğlu” ya da “halamın oğlu” olmalı.
“Söz… bir şekilde benim hala oğlu, Kafka’ya geldi.” - Sonra sanki öykü anlatılabilirmiş gibi; “Çıkan kapının yanı başında duruyor ve yan yana diziliyorlar.”, diye devam ettim anlatmaya. (s.13)
Konuşmalardan önce noktalı virgül gelmez. Ya virgül ya da iki nokta gelmeliydi. Tırnak içine alınan cümleden önce yüklem yoksa virgül, yüklem varsa iki nokta gelir.
Ayrıca anlam karışıklığı var cümlede. Çıkan insanlardan mı söz ediliyor, kapının olduğu yerden çıkmasından mı? “Çıkan” sözcüğünden sonra virgül gelmeliydi.
”Sanki” ye gerek yok.
Tırnak içindeki cümleden sonra gelen virgül de olmamalıydı.
Bir cümlede bunca yanlış? Akıl alır gibi değil.
Sonra öykü anlatılabilirmiş gibi, “Çıkan, kapının yanı başında…” diye devam ettim anlatmaya. - “Onlar böyle dizilince, insanların dikkati de birdenbire onların üzerine çevriliyor ve bu beş kişi var ya, şimdi bu evden çıktı diyorlar. Bu sözü işittikten sonra da, bu beş kişi bir arada yaşamaya başlıyor. Bir altıncısı daha var ki…” (s.13)
Tırnak içine alınan cümlenin içinde bir konuşma geçiyorsa bu konuşma cümlesi tek tırnak içine alınmalı.
Tırnak içine alınan cümlenin sonuna da nokta gelir ve tırnak içindeki cümle büyük harfle başlar.
“Onlar böyle dizilince, insanların dikkati de birdenbire onların üzerine çevriliyor ve ‘Bu beş kişi var ya, şimdi bu evden çıktı.’ diyorlar. Bu sözü işittikten sonra da, bu beş kişi bir arada yaşamaya başlıyor. Bir altıncısı daha var ki…” - “Kırkını aşmış iki adam, hesabı ödeyip sanki Kafka’yı ilk kez tanıyacakmış gibi tuhaf bir heyecanla yollara düştük hemen, caddedeki karmaşanın içinden yürüdük, bir pasaja girdik, orada el yordamıyla bir kitapçı bulduk…”
Karmaşanın değil, kalabalığın olmalı.
“…el yordamıyla bir kitapçı bulduk.” demiş Toptaş. El yordamının anlamı bu cümleye uygun düşmüş mü? El yordamın anlamı çok farklıdır. Türkçenin inceliğine dikkat etmemiş ya da bu inceliği bilmiyor yazar.
Yine “sanki” ve “gibi” kelimelerinin birlikte kullanımından doğan yanlışlıkla karşılaşıyoruz. - Yazar “ya da” bağlacını da doğru kullanmıyor.” Ya da” bağlacı cümle içinde iki sözcüğü ya da cümleleri bağlar. Oysa Toptaş cümleyi bitiriyor, noktayı koyuyor, sonra “ya da ile cümleye devam ediyor. Bu yanlışlığı da onlarca kez yapıyor.
“…yeni aldığımız kitapta da vardır. Ya da, yıllar önce bir kitapta toplanan…”
Olacak şey değil. Hem cümlenin başında “ya da” var hem de “ya da” dan sonra virgül konmuş.
“…yeni aldığımız kitapta da vardır ya da yıllar önce bir kitapta toplanan…” - “… bile isteye planlamış mıdır bilmiyorum.”
Yukarıda değindiğim yanlış yinelenmiş.
“… bile isteye planlamış mıdır, bilmiyorum.” - “Bildiğim şu ki, herhâlde Kafka’nın ruhu…” (s.13)
Ki bir bağlaçtır. Bu nedenle ki’ den sonra virgül gelmez.
Bildiğim şu ki herhâlde Kafka’nın ruhu…” (s.13) - “…Ankara’ya dönüp birkaç gün sonra eve gelince, kütüphanemde duran başka bir kitaba uzandı benim elim.” (s.14)
Çok acemice kurulmuş bir cümle, “benim “demeye gerek var mı?
Ayrıca bağ-fiilden sonra da virgül olmaz.
“…Ankara’ya dönüp birkaç gün sonra eve gelince kütüphanemde duran başka bir kitaba uzandı elim.” (s.14) - Kitap boyunca ”de” bağlacından sonra virgül kullanılmış. Bu yanlışlığın sayısını unuttum.
“…bunun için de, temel bakımından trajiktir.”
…bunun için de temel bakımından trajiktir.” - “Bilgi Yayınevi tarafından mayıs 1996’da yayımladığı 19. kitap…” (s.14)
Tarih belliyse ay adı büyük harfle yazılır.
“Bilgi Yayınevi tarafından Mayıs 1996’da yayımladığı 19. kitap…” - “…111 sayfalık kitabı belki yirmi yıl önce ben Ankara’daki bir sahaftan satın almıştım.” (s.15)
Bu cümlede “ben” demeye gerek var mı? Çok acemice olmuş. - “… vardır belki. Ya da…” (s.1, ) 19, sayfa 24’te tam dört kez, 27, 29, 37, 38, 41, 66, 72, 73)
Yine “ya da” bağlacı büyük yazılmış.
“…vardır belki ya da…” olmalı. - “Kusursuz metinler kamu teşebbüsleri seviyesine düşer,” diyen Cioran… (s.18)
Tırnak içinde bitmiş cümleden sonra virgül değil nokta işareti gelir.
“Kusursuz metinler kamu teşebbüsleri seviyesine düşer.” diyen Cioran… - “Elleriyle birlikte sürekli aklını da çalıştırırdı çünkü ve onun dükkânı günün her saatinde kum gibi insan kaynardı.” (s.18)
“Sürekli aklını” denmez. “… aklını sürekli çalıştırırdı olmalıydı. Sözcüğün yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanan anlatım bozukluğu oluşmuş.
“Çünkü”, “ve” bağlacının aynı cümlede yan yana olması doğru mu?
Sonra “kum gibi” ve “kaynardı”, “pek çok, çok miktarda “anlamını zaten veriyor. Galat-ı meşhur olabilir mi? - “Terzi Hüsam,”ama, onu bilerek yaptım ben.” (s.18)
Tırnak içinde cümle büyük başlar. Bağlaçtan önce ve sonra virgüle de gerek yok.
“Terzi Hüsam” Ama onu bilerek yaptım ben.” - “Her yanı güzel, omzunda potluk var abi,” diye… (s.18)
Yine tırnak içine alınmış konuşmadan sonra virgül getirilmiş. Bu tür noktalama yanlışları yirmi mi, otuz mu? Çıkın çıkın!
“Her yanı güzel, omzunda potluk var abi.” - “…ve şöyle demişti;” Hesaplanmış kusurda aklın izi, kusursuzluktakinden daha derindir.” (s.19)
Noktalı virgülün konuşmadan önce gelme gibi bir görevi yok. Konuşmalardan önce iki nokta gelir.
…ve şöyle demişti :” Hesaplanmış kusurda aklın izi, kusursuzluktakinden daha derindir.” - “…zamandan zamana, metinden metne değişen birçok…” (s.19)
“Metin” sözcüğü ünlü harf alırsa son hecedeki ünlüsü düşer ama ikileme olarak kullanıldığında düşme de olmaz.
“… zamandan zamana, metinden metine değişen birçok…” - “…arkasından okunur. Ya da, dilin çeşitli…” (s.19)
Yine “ya da” bağlacıyla başlayan cümle var. Üstelik “ya da” dan sonra bir de virgül var .
“…arkasından okunur ya da dilin çeşitli…” - “Hatta, henüz hikâyenin h’sında bile değilim… (s.19)
Türkçede ünsüz harfler sonuna “e” getirilerek okunur.
“Hatta, henüz hikâyenin h’sinde bile değilim…” - “…Ankara’daki kıraathanelerde, sisin, dumanın içinde yapılırdı bu konuşmalar.” (s.21)
Kıraathanelerde duman olur ama sis de neyin nesi? Sis ve duman birbirinden farklı…
“Ankara’da sis içindeki kıraathanelerin dumanlı ortamında yapılırdı bu konuşmalar.” - “… tarafından bize;” Tıpkı bir buzdağı… sekizde biri görünmeli,” denirdi. (s.22)
Yine aynı noktalama yanlışlığı yapılmış.
…tarafından bize,” Tıpkı bir buzdağı… sekizde biri görünmeli.” denirdi. - “Sekizde biri demiş miydi bilmiyorum.” (s.22)
Sorudan sonra cümle devam ediyorsa sorunun ardından virgül gelir.
“Sekizde biri demiş miydi, bilmiyorum.” - “Walter Benjamin… eder,” der. (s.23)
Yine aynı noktalama yanlışlığı yapılmış. Tırnak içine alınan cümle virgülle sonlandırılmış oysa nokta kullanılmalıydı. Bu tür yanlışlar kitap boyunca yapıldığı için artık bu noktalama yanlışlığına örnek vermeyeceğim.
“Walter Benjamin… eder.” der. - “Yunanlıların ilk hikâyecisi sayılan Herodotos’un bir hikâyesinden söz eder. (s.23)
Bir bilgi yanlışlığı yapılmış. Yunanlıların ilk hikâye anlatıcısı Herodotos değil Homeros’tur. Homeros, tarihçi değildi ama tarihle de yakından ilgiliydi. - Sayfa 24’te dört cümle ”ya da” bağlacıyla başlamış.
- “Koca sakallı sesiyle şunları da fısıldamış olur:” (s.24)
Hasan Ali Toptaş, alışılmamış bağdaştırmalar kullanmayı seviyor. Cenap Şahabettin’in şiirlerinde “saat-i semen-fam” (yasemin kokulu saat), havf-i siyah” (siyah korku) gibi alışılmamış benzetmeler görürüz. Bu, ikinci yeni şiirinde de vardır ama Toptaş, bu bağdaştırmaya hepsini aşıyor.
Koca sakallı ses(!) - “…der miydi bilmiyorum.” (s.25)
Yine aynı yanlışlık! Soru cümlesinden sonra bir yüklem gelmişse sorudan sonra virgül gelmeli. Bu tür noktalama yanlışlığı da kitap boyunca devam ettiği için bu yanlışlığı yazmayacağım artık.
“der miydi, bilmiyorum.” - “…hem süt bakraçlarını cambul cumbul devirir…” (s.25)
Türkçenin inceliğine dikkat edilmeden kullanılan bir ikileme var.” Cambul cumbul” ikilemesi, çok sulu yemek ve de bol su içinde çalkalanan bir cismin çıkardığı ses anlamına gelir. Devrilme esnasında çıkan ses cambul cumbul olmaz. “Takır tukur devirir.” mi demek istedi acaba? - “Sonra, dedem… kasabada kalan öteki yanımızı gösterir, gösterirken de yaylaların…” (s.25)
Sıralı cümlelerin biri ya da her ikisinde virgül varsa sıralı cümlenin arasına noktalı virgül gelir.
“Sonra, dedem… kasabada kalan öteki yanımızı gösterir; gösterirken de yaylaların…” - “benim bildiğim şu ki, biz çocuklar…” (s.25)
Bağlaç ki’ den sonra virgül gelmez. - “Çadırlar… bir bir atlara yüklenirdi.”(s.25)
Dilin her şey olduğuna dair açıklamalar yapan yazar, dilinin inceliklerini bilmiyor. Bu cümlede, sözcüğün yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanan anlatım bozukluğu var.
“Çadırlar… atlara bir bir yüklenirdi.” - “aylardır içinde yaşadığımız çadırlar sökülürdü de… bir bir atlara yüklenirdi.”,“Sonra peynir tulumları, kilimler… yüklenirdi atlara; bakır kaplar, hasırlar…yüklenirdi.” (s.25)
Şiirde anlama güç kazandırmak için sözcükler yinelenebilir:
“Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!” (Ahmet Haşim) dizelerinde yinelemeler şiire ahenk katıyor. Toptaş ise şiir yazmıyor. “Yeni Roman” dil anlayışıyla şiirsel düzyazı yarattığını sanıyor. Düzyazıdaki şiirsellik farklı, çok farklıdır. Toptaş, aynı eylemi art arda sıralayarak şiirselliği yakalayamıyor. Anısını anlatırken aynı çekimli eylemin sıralanması, o güzelim göç anısı zedeliyor. - “…türkü söyleye söyleye keklik avına çıktığı, kırmızı renkli kayalıklar vardı.”(s.26)
Sıfat-fiile kurulmuş tamlamanın tamlayanı ile tamlananı arasına virgül gelmez. Daha doğrusu ne sıfat ne de ad tamlamalarının tamlayanı ile tamlananı arasına virgül getirilir.
“…türkü söyleye söyleye keklik avına çıktığı kırmızı renkli kayalıklar vardı.” - “Öyle ki, o dönemde ‘film kaçırmak’ gibi bir deyim vardı çocukların dilinde. Aslında, dillerden çok yüzlerde gezerdi bu deyim; pişmanlığın ötesine geçmiş derin bir hayıflanma halinde buruşuk domates gibi kızarır dururdu.” (s.27, 28)
İlkin bağlaçtan sonra virgül gelmez.
Sonra deyim yüzlerde gezmez; olsa olsa deyimin anlamı (film kaçırma) yani pişmanlık yüzlerde okunur.
Ayrıca benzetme yapacağım diye sapla samanı karıştırmış Toptaş. Buruşuk domates mi kızarır, yeşil domates mi? Buruşuk domates, olgunlaşma ve kızarma sürecini tamamladığı için çürümeye evrilir.
Toptaş, “pişmanlık ile hayıflanma” sözcükleri arasındaki ince ayrıntıyı da bilmiyor. Pişmanlık, yaptıklarımızdan, hayıflanma ise yapmadıklarımızdan duyulan üzüntüdür. Pişmanlığın ötesi hayıflanma olmaz bu durumda. Sadece hayıflanma kullanılmalıydı cümlede. - “Elektriğin ortalığı şıkır şıkır nasıl aydınlattığını görünce…” (s.29)
Yine dilin inceliği göz ardı edilmiş. “Şıkır şıkır” ve “pırıl pırıl” arasındaki ayrıntı unutulmuş. - “Kasaba, işte o zaman biraz genişliyordu sanki.” “s.30, 31, 32, 33, 48)
“Sanki” belirteci çok kullanılmış. Kitap boyunca devam eden bu sözcükle üslup tekdüze oluyor, sıkıyor. - Yazar, “Konuşan Katır” adlı bir masaldan söz ediyor; bu masaldan söz ederken de “hikâye” diyor.
İkisinin ayrı tür olduğunu bilmesine karşın ısrarla hikâye demesi ilginç! (s.33) - “…sevgili Halil Amca’yı unutamadım. Hatta kasabadaki… bütün akranlarım adına hatırlıyorum. Bu cefakâr adam…” (s.33)
Yine dilin inceliğini bilememekten doğan yanlışlık yapmış Toptaş.
“Cefakâr”, eziyet eden, eziyet veren demektir. Sanırım “cefakeş” demek istiyor.
“… Bu cefakeş adam…” - “1980’lere yaklaşıldığında kumaş satan, beyaz eşya satan, mobilya satan çeşitli mağazalar bile açılmıştı hatta” (s.34)
Sıralı cümlelerin birinde “bile”, onu takip eden diğer cümlede “hatta “ varsa bu, anlamı güçlendirmek için kullanılabilir ama bir cümlenin içinde ikisinin art arta kullanılması sırıtır.
“… bile açılmıştı hatta.”
“…bile açılmıştı.” ya da “…açılmıştı hatta.” olmalı.
Ayrıca “satan” sıfat-fiilinin” yinelenmesi de sırıtmış, hantallık yaratmış. Bir “satan” yeterliydi.
“1980’lere yaklaşıldığında kumaş, beyaz eşya, mobilya satan çeşitli mağazalar bile açılmıştı.”
“1980’lere yaklaşıldığında” mı “1980 yılına yaklaşıldığında” mı doğru?
TDK, “söz gelimi”, Dil Derneği ”sözgelimi” biçiminde yazıyor. - “…tek tek kapanmış sözgelimi.” (s.34)
“Sözgelimi” bağlacı da kitap boyunca kullanılmış. “Sanki” sözcüğünün çok kullanılmasından kaynaklanan sırıtma, “sözgelimi” bağlacında da hissediliyor. - Halil’e;”Gel etme yavru kör koyma ocağı. Umutsuz koyma evimi,” diye yalvarmaya başlar.”(s.36)
Halil’e den sonra virgül gelir. Bu denli yalvarmalar varsa cümlelerin sonuna da ünlem işareti konmalıydı. Daha önce yalvarmalarda ünlem işaret bırakılmıştı oysa.
Halil’e;”Gel etme yavru kör koyma ocağı! Umutsuz koyma evimi!” diye yalvarmaya başlar.” - …Zeynep’i oracıkta bırakarak ben hemen gelirim diye, tüfeğini kaptığı gibi…” (s.37)
Cümle içinde konuşma ya da alıntı varsa bunlar, tırnak içine alınır; cümlenin sonuna da gerekli noktalama işareti konur. Sonra “diye” mi, “deyip, diyerek” mi olmalı?
…Zeynep’i oracıkta bırakarak “Ben hemen gelirim.” deyip (diyerek) tüfeğini kaptığı gibi… - “…unutuşun tozları arasında çürümeye başlar.” “(s.41.)
“Unutuşun tozları”, İkinci Yeni’nin şiirinde imge değeri kazanabilirdi ama düzyazıda bu güç yok. Cümlede bir zayıflık var. C. Şahabettin’i “siyah korku” nedeniyle eleştirenler çok haksızlık yapmış. Unutuşun tozları, çürüme(!) - “…bütün bunlarla birlikte biçimleri miçimleri de ölür ve…” (s.41)
“İle” edat zaten” birlikte” anlamı verdiği için “birlikte” sözcüğü gereksiz k kullanılmış.
Sonra “miçim”, “biçim” sözcüğünün yanına da yazara da yakışmamış. - “…bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü…” (s.42)
Özne insan dışı çoğul varlıksa yüklem tekil olur. Özne-yüklem uyuşmazlığından kaynaklanan yanlışlık yapılmış.
“…bu tür hikâyeler asla eskimez çünkü…” - “…bu hikâyeler hakkında dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım.”(s.43)
“Dört başı mamur” dedikten sonra “taş gibi” demeye gerek yok. ” Dört başı mamur “, zaten her bakımdan eksiksiz, kusursuz olan anlamını veriyor. - …dizlerinin üstüne yatırdı ve; “Aslında ben… bilmiyorum,”dedi. (s.49, 50. sayfada iki kez, 58, 59)
Noktalı virgülün bu cümlede kullanıldığı gibi bir görevi yok. Tırnak kapanmadan da nokta olmalıydı.
…dizlerinin üstüne yatırdı ve “Aslında ben… bilmiyorum.” dedi - Kendisine, “Gönlümüzde göz yanığı, giderim ha giderim” sözü hatırlatılarak, aşk hakkında; hünerin Leyla’da mı, Zahide’de mi yoksa Neşet’te mi olduğu hakkında; Arif Sağ, Orhan Gencebay’ı ve Neşet Ertaş’ı etkileyen Bayram Amca hakkında; usta çırak ilişkisi, halk şiiri ve türkülerin oluşumu hakkında çeşitli sorular soruldu sonra.” (s.50)
Uzun cümle kuracağım diye bir cümlede dört kez “hakkında” sözcüğünü kullanmış. Aynı cümlede aynı sözcüğü yinelemek öğrenci kompozisyonlarında görülebilir ancak. Yineleme, cümleye zenginlik katmıyor. Şiirsellik desen, değil. Akıcılık desen, asla! Ahenk desen, değil. Seci desen, değil. - “…İki bine yakın kayda imza attığı hâlde geçimini sağlamak için küçük bir dükkânda çaydanlık ve cezve tamir eden Kazancı Bedihi.” (s.50)
Cümle bitmediği için cümlenin sonuna nokta değil üç nokta gelmeli.
“…İki bine yakın kayda imza attığı hâlde geçimini sağlamak için küçük bir dükkânda çaydanlık ve cezve tamir eden Kazancı Bedihi…” - “Peron, 1955 eylülünde…” (s.53,117,118)
Tarih belli olunca ay adları büyük harfle başlar ve gelen ek ayrılır.
“Peron, 1955 Eylül’ünde…” - “Uzaklaştırılınca da, zaman zaman çeşitli…” (s.54)
Bir cümlede “de, da” bağlacından sonra virgül gelmez. Bu yanlışlık aynı sayfada üç kez yinelenmiş. - “Hiç kuşkusuz, anlatıcı, hızın doğurduğu sonuçlardan rahatsız olan, hızın doğurduğu sonuçlardan yara alan günümüz insanları adına soruyor bu soruları.” (s.60)
Hızın doğurduğu sonuçlardan” iki kez kullanılmış. Bu yineleme cümleye güç kazandırmak anlamında olsaydı doğru kullanım olacaktı ama anlama güç katmıyor, aksine duruluğu bozuyor.
Hiç kuşkusuz, anlatıcı, hızın doğurduğu sonuçlardan rahatsız olan, yara alan günümüz insanları adına soruyor bu soruları.” (s.60) - “…Şehrazat’la birlikte Cervantes geliyor sözgelimi… (s.60)
Amaç en kısa yoldan, laf kalabalığı yapmadan (duruluk) meram anlatmaktır. Birliktelik anlamı veren “ile” varken “birlikte” sözcüğüne gerek yok.
“…Şehrazat’la Cervantes geliyor sözgelimi…” - “Hani olay yerinden bize canlı canlı seslenen, seslenirken de noktalama işaretlerini kullanamadıkları için er an boğulacakmış gibi nefes nefese kalan habercileri.” (s.62.)
Cümlenin yüklemi yoksa üç nokta gelmeli, nokta değil.
Sonra noktalama işaretlerini kullananları da gördük. Noktalama işaretlerini kuş yemi gibi
serpmek doğru mu Sayın Toptaş? - “Senin, senden yaşlı olan yalnızlığına yalnızlıklar ekliyor bu suçluluk duygusu, çaresizliğine çaresizlikler, ıssızlığına ıssızlıklar ekliyor.” (s.67)
Aynı cümlede aynı iki eylem sırıtıyor. Oysa özne olan “bu suçluluk duygusu” başa alınıp “ekliyor” yükleminin de ilki kaldırılsaydı tertemiz bir cümle oluşacaktı.
“Bu suçluluk duygusu; senin senden yaşlı olan yalnızlığına yalnızlık, çaresizliğine çaresizlik, ıssızlığına ıssızlık ekliyor.” - “Yazmasına hemen her Allah’ın günü büyük bir heyecanla yazıyorsun…” (s.66)
Allah’ın her günü denmeli. Allah bir tanedir çünkü.
“Yazmasına hemen Allah’ın her günü büyük bir heyecanla yazıyorsun…” - “Juan Rulfo’nun kitaplarını el yordamıyla bulup okuduğumda da hissetmiştim.” (s.72)
“El yordamı” 11. sayfada da kullanılmış. İki kullanım da yanlış. El yordamının anlamı, görmeyerek, elle dokunarak” ya da ikinci anlamıyla “fazla bilgi olmadan, deneme yanılma yoluyla” olduğuna göre Toptaş, el yordamını yanlış kullanmış. - “Karakoç yeşil yeşil uğuldayan karanlığın ortasına… türküler söyledi bize.” (s.81)
“yeşil yeşil uğuldayan karanlık… İmge, şiire bir düş gücü de katar. Düzyazıda olmaz mı imge? Elbette olur ama ”yeşil yeşil uğuldayan karanlık “da neyin nesi? - Tabii bize “Çamlığın başında tüter bir duman”ı da söyledi. (s.81)
Eser adları yazıldığında kelimelerin ilk harfi büyük olur.
Tabii bize “Çamlığın Başında Tüter Bir Duman”ı da söyledi. - “Kafka’nın romanı, Proust’un romanı, Joyce’un romanı yeni romandılar.” (s.85)
“Roman sözcüğü bir cümlede art arda üç kez yineleniyor. Gerek yok. Ayrıca insan dışı varlıklar çoğul özne olduğunda yüklem tekil olur.
“Kafka’nın, Proust’un, Joyce’un romanları yeni romandı.” - “İdari ve Mali İşler müdürü geldi bizim kuruma.” (s.92)
“Müdür” de büyük yazılmalıydı.
“İdari ve Mali İşler Müdürü geldi bizim kuruma.” - Üstelik onun ağzından çıkan “damga”, “pazar”, “kuruntu” ve “en akıllıca iş” gibi kelimeler beni her zaman için rahatsız eden kelimelerdi. (s.97)
Tam bir ifade bozukluğu var. “Kelimeler” in iki kez kullanılması kulak tırmalıyor.
Üstelik onun ağzından çıkan “damga”, “pazar”, “kuruntu” ve “en akıllıca iş”; beni her zaman için rahatsız eden kelimelerdi.
Cümle şöyle de kurulabilirdi.
Üstelik onun ağzından çıkan “damga”, “pazar”, “kuruntu” ve “en akıllıca iş” gibi kelimeler; beni her zaman için rahatsız ederdi. - “ … diye tasını tarağını topladığı gibi kalkmış, o upuzun yüzüyle homurdana homurdana çıkmış gitmiş.” (s.95)
Sözcüğün yanlış yerde kullanımından kaynaklanan yanlışlık var, yüz homurdanmaz.
“…diye tasını tarağını topladığı gibi kalkmış, homurdana homurdana o upuzun yüzüyle çıkmış gitmiş.” - “Çağır… İşaret et… Ürperir gibi yap… Korkuyla çevrene bak…” gibi küçük küçük cümleler yazarmış. (s.107)
Tırnak içine alınan cümlelerin sonuna üç nokta gelmeliydi. Sonra Türkçede küçük cümle yoktur, kısa cümle vardır.
“Çağır.”, “İşaret et.”, “Ürperir gibi yap.”, “Korkuyla çevrene bak.” gibi kısa kısa cümleler yazarmış. - “… ya da metnin değerini kat kat yükselteceğim derken tutup onu paçavraya çevirenler de olmuş.” (s.108)
“Metnin değerini” cümlenin nesnedir. Bu nedenle “onu” nesnesi gereksizdir. Bu da duruluğu bozuyor. Konuşmada tırnak içine alınmalıydı.
“… ya da “Metnin değerini kat kat yükselteceğim.” derken tutup paçavraya çevirenler de olmuş.” - “…birkaç öğrenci, bir cumartesi günü… gezintiye çıkıyorlar.” (s.111)
Yapısal bir bozukluk var. Birkaç, bazı vb. belgisiz sıfatlar özne olunca yüklem tekil olur.
“…birkaç öğrenci, bir cumartesi günü… gezintiye çıkıyor.” - “… ve Cansever’e uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatıyor.” (s.119)
Sözcüğün yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanan bir yanlışlık daha yapılmış. “Uzun uzun” ile “resim yer değiştirmeli.
“… ve Cansever’e resme uzun uzun nasıl bakılacağını anlatıyor.” - “…Cemile’nin, Seniha’nın, Ester’in kalbinden geçip başka sokaklara doğru yürüdüm ben.” (s.120)
Cümlenin sonundaki “ben” öznesine gerek var mı? Ben öznesi, cümleyi tembelleştirmiş; yazı, öğrenci kompozisyonlardaki anlatıma dönüşmüş.
Sonra cümlede vurgu değeri de yok bu sondaki öznenin. Yazar, “…ben yürüdüm.” diye yazsaydı özne vurguyu çekerdi ya da “Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden” dizesinde de “ben”, vurguyu çekmiş olurdu. Oysa burada “ben” öznesi sırıtıyor. Hasan Ali Toptaş, neden bu denli dikkatsiz? - “Bütün İsimler, Körlük, Ricardo Reisin Öldüğü Yıl, Mağara, Baltasar ve Blimunda, Ressamın Elkitabı, Kısırdöngü, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, İncil’deki İkinci İsa ve Umut Tarlaları” adlı yapıtlarıyla tanıdığımız 83 yaşındaki Jose Saramago bu sözleri, kitap okumayı kültür bakanının gördüğünden daha önemli gördüğü için söylemiş…” (s. 123)
Tahsin Yücel, özenin yan cümlecikten sonra getirilmesi konusunda “Batı dillerine öykünerek özneyi hep bir yan tümcenin arkasına yerleştiren ama Türkçenin yapısına uymadığı için hantal kaçan bu biçim, romanın tümünün yarattığı kötü çeviri izlenimini büsbütün artırır.” der. Bu cümle de aynı! Gerçekten de yine Tahsin Yücel’in belirttiği gibi yan, cümle temel cümlenin önüne geçmiş.Özneden önce ve sonra sıralamalar varsa özneden sonra noktalı virgül gelir.
…adlı yapıtlarıyla tanıdığımız Jose Saramago; bu sözleri…
Sonra kültür bakanı belliyse bu iki sözcüğün de ilk harfleri büyük yazılmalı: Kültür Bakanı’nın
Ayrıca “Ricardo Reisin Öldüğü Yıl” adlı yapıtta da kesme işareti eksikliği var. Ünvanlar kesmeyle ayrılır: “Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl” - “Sadece bir kitabın kaldı Hasanım.” (s.145)
Özel ada getirilen çekim ekleri kesme işaretiyle ayrılır. - “Soluğum düğümlendi sanki, kanım çekildi, kulaklarım uğuldadı…” (s.148)
Türkçede “nefes, kesilmek, nefesi daralmak, nefesi tutulmak, boğazı düğümlenmek” var ama “soluğu düğümlenmek diye bir deyim yok.
Toptaş, Türkçenin inceliklerini ya bilmiyor ya da çok dikkatsiz. - …ilk sayfaya Michel Cioran’ın “Nasıl bir uçurum kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış.” cümlesini koymuştum. (s.148)
Sokak ağzında “koymuştum” yazılabilir ama yazınsal dilde bu olmaz. “Koymuştum” yerine “alıntılamak, alıntı yapmak ya da aktarmak” kullanılmalıydı. - “…Cioren’in sözleri karşısında zihnimdeki taşlar bir an için yerinden oynadı sanki, kanım geçici olarak dondu ve ruhumda sağa sola ışıltılar saçan karanlık bir dalgalanma oldu.” s.148)
Cioren’den etkilenen yazar bunu “ışıltılar saçan karanlık olarak ifade ediyor oysa karanlık ışık saçmaz. “Cioren’in ufkunu açtığından mı söz ediyor yoksa?
“1580’de Madrid’de doğmuş olan ve 8 eylül 1645’te V.L. lnfantes’’te öldüğü…” (s.43)
Cümlede “doğmuş” yerine “doğan” yazılıp “olan” atılmalı. Greksiz sözcük kullanılmış, duruluğa aykırı.
Ay adları da tarih varsa büyük yazılır.(s.43, 44)
“1580’de Madrid’de doğan ve 8 Eylül 1645’te V,L. lnfantes’te öldüğü…”
İlk yorum yapan olun