A İstanbul Sen Bir Han mısın?

Kütahya türküsü… İstanbul, tüm gurbet kavramını kapsayan sızılı, büyük gurbettir. Anadolu’da, eskiden biri gurbete çıkıyorsa bu gurbet, genelde İstanbul olurdu. Sonra büyük bir gurbet olarak Almanya çıkar ortaya. Gurbeti zorunlu kılan ana neden de ekonomik yetersizliktir.

Türküde gurbete giden kişi Ethem Paşa’dır. Gidişi ekonomik nedenle değil bir görev içindir. Ethem Paşa, İstanbul’a gider gitmesine de yedi yıl boyunca Kütahya’yı ve karısını unutur.

Ethem Paşa’nın karısı, bu ağır unutulmuşluğa şiir yazar: “A İstanbul Sen Bir Han mısın?”. Yerinde, görkemli bir soru; düşünmenin, gerçeğe ulaşmanın, felsefi adımın da göstergesidir:

A İstanbul sen bir han mısın?
Varan yiğitleri de yutan sen misin?
Gelinleri yârsiz koyan sen misin?
Gidip de gelmeyen yâri ben neyleyeyim?
Vakitsiz açılan gülü de ben neyleyeyim?

Aranmayan kadın, feodal bir han olarak gördüğü İstanbul’u suçlar. Yiğitleri yutan bir İlk Çağ canavarıdır gözünde taşı toprağı altın İstanbul. Gidenin dönemediği diyar…

1929 dünya krizinde İstanbul’da yaşayan insan sayısında azalma olurken daha sonraki krizlerde nüfus artmaya başlar. Yoksullar, İstanbul’a akın etmeye başlar ama büyüyen İstanbul; canavarlaşma, yutma, silip süpürme yetisini de birlikteliğinde getirir acımasızca. Onu canavarlaştıran etken yoksulların aradıklarını bulmak için sabahtan akşama kadar soluksuz çalışması ama istedikleri rahatlığa kavuşamamaları, taşı toprağı altın olan bu diyardan asla ve kata bir altın parçası edinememeleri ve kapitalizmin ayak seslerinin duyulmasıydı. Gidenlerin umutları kapitalizmin vitrinlerinde satışa çıkar her gün. Gurbete çıkan, bu umutları satın almak için hem kendini hem geridekileri unutmaya koşullandırılır. Kapitalizmin öngördüğü yaşam da budur.

Türküde söz edilen eş, yoksul değildir ama vefasızdır. İstanbul’a gidip de dönmeyen bir yoksul, İstanbul’un cefasını çekerken İstanbul’a gidip de dönmeyen bir varsıl, İstanbul’un sefası sürer.

Gidenlerin ardındaki gelinler yârsizdir artık. Genç kadın, kendi adına değil tüm kadınlar adına yapar bu saptamayı. İstanbul’un hanlığını sorgulanır ama sırada giden eş vardır:

“Gidip de gelmeyen yâri ben neyleyeyim?”

Bıçak gibi saplanan bu soru; dönmeyene, unutana, bivefayadır. Dönmeyenin de hükmü yoktur artık.

A İstanbul ıssız kalası
Taşına toprağına güller dolası
O da bencileyin yârsiz kalası

İstanbul’un taşı toprağı güllerle dolsun ama giden eş, o güllerden birini alıp koklayamasın, güller arasında gülsüz kalsın, yârsiz kalsın, der genç kadın. Kaba, ham bir beddua değildir bu. Derin, keskin, inceliği olan bir beddua ve can alıcı sorudur.

İstanbul’daki tepkisizlik, Kütahya’daki tepkinin nedenidir. Kadının yaşadığı ıssız döngünün türküsüdür “A İstanbul Sen Bir Han mısın?”. İncinse de dik duran bir kadın, sitemini, bedduasın eder ve unutanı siler.

– Biliyor musun Portuga, ben artık büyüdüm.
– Bunu nereden anladın Zeze?
– Eskiden gözyaşlarımı silerdim, şimdi beni ağlatanları…” (Şeker Portakalı, Vasconcelos)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.