Özellikle Doğu toplumlarında acının metaforudur aşk. Ekonomik, sosyolojik ve kişisel özellikler aşkın engeli ve yönlendiricisidir.
Fincanın etrafı yeşil aman aman
At kolun boynumdan aşır
Sarhoşam dilimi dolaşır aman aman
Süssüz püssüz bir Diyarbakır türküsü… Genç, aşkını söz oyunlarına gerek duymadan bir çırpıda anlatmış duyumsadıklarını. Sarhoştur ve dili dönmemektedir. Yine de dili döndüğünce,
“At kolun, boynumdan aşır.” der.
Genç adam, daha ne diyecek ki? Diyeceğini demiş. Sarhoşken (ser:baş yani başı hoş) dili dolaşıkken bunu söyleyebiliyorsa ayık bir kafayla neler söyler kim bilir? Delikanlı, çok çapkın, çok! Tertemizidir ama beslediği aşk. Sütte leke var, gençte de aşkında leke yok!
Şu çok ilginç: Âşık erkek, sevgilisinin elinden kahve içtiği fincanın etrafındaki renge dikkat etmez, fincanın etrafının yeşil olduğunun farkına varmaz. Bu genç ise farkındadır yeşilden. Yeşil murattır çünkü Doğu coğrafyasında. Yeşil fincanda içilen kahve muradına kavuşulacağının muştusudur.
Fincanın etrafı sarı aman aman
Ağlarım ben zarı zarı
Başı hoş genç, daha sonra kahve içerken fincanın etrafının sarı olduğunu fark eder. Kavrulur birden. Sarı ayrılıktır çünkü Doğu coğrafyasında. Hazan da sarıdır. Reng-i limon; sararmak, güçten düşmek değil midir?
Elimden aldırlar yâri aman aman
Aman kız, canım kız öldürdün beni
El ettin, göz ettin mahvettin beni!
Kızın babası, sarhoş gence ve aşkına karşı çıkıp kızını başkasına verir. Genç bitmiştir. Başı, her gün hoştur artık. Kendine el eden, işve eden sevgili yoktur. Uğruna mahvolduğu sevgili başkasının olmuştur. Gel de içme(!)
Gel de dayan! Bu, elbette insanı çok üzer. Dayanılması güç ama altından kalması imkânsız bir şey değildir.
Serenadın estetikten, duygudan yoksun hâlidir “Paracalausithyron”. Geçmişi, 2.000 yıldan çok önceye dayanır. Sarhoş âşık, sevgilisinin kapısına gelir; içeri kabul edilmek için yalvarır, kapının açılmasını ister. Kapı açılmadığı durumda sevgiliyi tehdit eder ve bu hengâmede sevgilinin kapısında şarkılar söyler. Bu ritüellerde söylenen şarkılara da “paracalausithyron” deniyor. Serenatın ilk biçim… Serenatsa paracalausithronların evrimleşmiş, duygusal ve incelikli aşkların anlatıldığı şarkılardır.
Batı’da âşık, sevgilinin penceresinin altında paracalausithyronu yok edip serenat yaparken Doğu’da ise hâlâ paracalausithyron geleneği sürmekte. Sevgilinin kapısının önünde ağlayıp inleyen, sarhoş kafayla “Ya benimsin, ya kara toprağın!” tehditleri ve naraları savuran lümpen kültürün aşk kalıntılarını görmek mümkün.
Doğu toplumlarında serenat geleneği yoktur, nara atmak vardır.
Türküdeki genç çok temiz, çok da yürekten seven biri ama kendinden ve içinde bulunduğu çemberin dışına çıkmadığı için yozlaşmanın kurbanı olmaya mahkûmdur. Sevdiğini söylemek yeterli değil, bunun davranışlara yansıması mutlak gerekliliktir.
Değerlere ters düşüp sınıf bilincinden yoksun olmak, yozlaşmış biri olarak yaşamak lümpenliktir. Oysa güçlü düşünceleri olan rafine bir karakter, her kadında saygı uyandırır. Genç adam, sevdiğin kız değil; seni, sen öldürüyorsun. Serenat başka, nara atmak başka! Kendinden çıkmadığın sürece sadece fincanın etrafındaki renklere bakıp “zarı zarı” ağlayacak ama daha çok yozlaşacaksın.
Cehenneminden kurtul!
“Hiçbir şey, yozlaşan insandan daha çirkin değildir.” (Nietzsche)
Be the first to comment