Başparmağımı Emmem

Başparmağımı Emmem

Uygarlığa katkısı olmayan toplumlar, uygarlığı uzaktan izlemiştir hep. Çağdaş dünyada yer almak, öyle kolay olmuyor çünkü. Hiç hem de. O dünyada yer almanın koşulunu da insana yaraşır değerler belirliyor:

Bilime ve sanata katkıda bulunmak…

İnsana yaraşır değerler oluşturmak… Ölçü bu. Zor gibi. Zor gibi ama çağdaş dünyada yer almanın da başka yolu yok. Çünkü bir ulus, bilime ve sanata katkı sağlıyorsa saygınlaşıyor. Başka türlü değil. Bu nedenle de savaşı kutsayan, cahiliye dönemini aratmayan coğrafyalar, uygarlığa hep uzak kalır. Gerçek bu.

Bizim burjuvalar, Tanzimat’tan bu yana duvarına bir Monet, bir Picasso asmayı akıl edemedi. Batı resminin duvarlarımızı süslemesi yeni daha. Daha öncesinde, duvarlarımızda bir şeyler asılıydı ama o bir şeyler resim değildi. Resmimiz yoktu çünkü.

Çivi deliği görmek istemediği için duvarına resim asmayan toplumların bilincinde delikler, daha çok olur. Duvardaki delikler kapanır ama bilinçteki delikler kapanmaz. Hiç hem de. Uygarlık, bir tablonun önünde durup zamana yolculuk yapmaktır bir anlamda. O yolculuğa hiç çıkılmadı.

Doğu çıplak duvara, Batı duvarındaki resme baktı.

Batı, resmi, sanat olarak benimseyip onu içselleştirirken bizde resmin içselleştirilmesi Tanzimat’tan çok sonra görülür. Oysa Avrupa’da resim, özellikle Rönesans’la almış başını gidiyordu. Ressamlar Rönesans’ın ışığını bulur. O dönem, ışık, gölge ve perspektifin keşfi, resimde büyük ilerlemeler oluşturur. Dehalar yeni bir bakış açısı, yeni bir algı yaratmışlardır artık:

Perspektif, ışık, gölge…

Bu, bir anlamda Orta Çağ’dan da kurtulmak, Rönesans’ın ışığını yakmaktı. Bu, insanoğlunun doğaya ve geleceğine farklı gözle bakmaktı. Doğu’nun her gün tanık olduğu ışık ve gölge, minyatürüne yansımazken dahası bunlar, Doğu’ya hiçbir şey ifade etmezken Batı’da Rönesans’ı yaratır.

Uygarlığa yeni değerler katılır. Batı, ışığı, resme aktarırken Doğu, ışıktan kaçıp başını kuma sokar. Doğuda doğan ışık, artık Batı’da hiç batmayacaktır.

El medet!

Doğulu toplumlar, teknolojik ürünlere sahip oldukları için uygar olduklarını sanırlar ama nedense uygarlığın teknolojiyi satın almakla değil, bilim üretmekle oluştuğunu düşünmezler. Hiç hem de. Bu nedenle ithal edilmiş son model bir arabaya “maşallah” yazmakla uygar olunmuyor. Uygarlığın kıstası farklı… Daha farklı… Çok farklı…

Çağdaş dünyaya uzaktan bakan toplumlar, felaketlerin nedenlerini düşünmek yerine yas tutmayı yeğler ya da yazgısına kızar. Bu, hep böyle olmuştur. Lanet yağdırmalar, beddualar, ağıtlar bu coğrafyalarda düşüncenin hep önüne geçti. Olayı, nedeninden uzaklaştıran, bakışı başka yöne çeviren yakınmalardı bunlar… Feleğe sitem etmek, yas tutmak, ağıt yakmak anlamlıdır ama sonucun nedenleri üzerine düşünmek, daha anlamlıdır. Batı, her düştüğü zorluğu, sorgulamayla, akılla bertaraf ederken Doğu, sorgulamayı hiç düşünmedi. Aklı umursamadı. Kendi yerine düşünenleri aradı hep.

Oysa uygarlık, acılarına yas tutan toplumların değil; acılarla nasıl baş edeceğini düşünen toplumların mücadelesidir. Düşüncesi olmayan coğrafyaların da bir sorusu olamayacaktı bu durumda. Hiç hem de. Bu nedenle Doğu, daha çok yas tutacak, daha çok ağıt yakacaktır. Bilinen gerçektir bu.

Çağdaş toplumlara uzak kalmanın bir nedeni de tarihten ders almak yerine, efsane yaratıp olağanüstü kahramanların gelmesini beklemek olmuştur. Doğu, kendini, acılardan kurtaracak bir kahramanı bekledi hep. Sorgulamak yerine beklemeyi seçtiği için de o kahraman, nedense hiç gelmedi.

Bekle ki gele. Bekle ki kış bite, yaz gele…

Keşke, keşke biraz düşünülse… Uygar toplumlara katılma koşulunun neden-sonuç ilişkisinde, akılcı düşüncede, tarih bilincinde, bilim ve sanatta olduğu düşünülse… Keşke düşünülse… Ah, bir düşünülse!..

Godot, sorgulamayan toplumlara hiç gelmedi, hiç gelmeyecektir de. Buna rağmen Doğu bekler. Ha bekler de bekler. Bekle ki Godot gele. Bekle ki kış bite bahar gele…

Ha bekle de bekle.

– “Coğrafya kaderdir” der İbn-i Haldun.

Evet, coğrafya kaderdir. Dağ kaderdir, taş kaderdir, ova da iklim de kaderdir… Ama sorgulamamak, akıldan uzaklaşmak kader değildir.

Sığ insanlar şansa, güçlü insanlar neden-sonuç ilişkisine inanır, diyor R.W. Emerson. Coğrafya kaderdir ama şans ve neden-sonuç kader değildir.

Değil mi Sokrates?

İspanyol deyimidir: “Başparmağımı emmem.”

Doğu, bunu dediği an, o çok geç kaldığı yolculuğa adım atacaktır.

Amma velakin…

Ha söyle de söyle!

3 Comments

  1. Yazıda ne kadar güzel sözler var. Onları güzel sözler sayfama not ettim. Çok güzel bir yazı yine.

  2. Çok doğru tespitler yapılmış.İmsanlık yüz milyarlarca galakside hayat belirtisi arıyor.Doğu kafasını kaldırıp gökyüzüne ne zaman bakacak.
    Erhan Karakahya

Yorumlar kapatıldı.