Yalnızca bu yanıtı duymamak için kaybolmamaya bakıyorum. Gerçi kaybolmamak da insanın elinde değil ki. Hani her şeyi doğru yapsan, tabelaları teker teker izlesen, geçen otobüslerin üstündeki yazılara baksan bile bir yol ağzında ikilemde kalıp durabiliyor insan. O anda yolu bilme olasılığı en çok olan simitçi, büfeci, postacı gibi kişileri en baştan eliyorum. Çünkü onlar sokağa çalışmak için değil, adres soranları terbiye etmek için çıkmış gibiler. Sen ağzını açmadan yüzlerinde alaycı bir gülümseme beliriyor. Daha adresi dinlemeden lafı sokmaya başlıyorlar:
– Bir adres soracaktım ben.
– Evet?
– Yaman Sokağı arıyorum da.
– Sen ne yaptın yahu, ne işin var senin burada?
– Dedim ya, Yaman Sokağı arıyorum.
– Yaman Sokak burada değil ki, senin ne işin var burada, niye buraya geldin sen?
– Niye ki, Yaman Sokağı Yaman Sokakta mı aramam lazım?
gibi bir laf dalaşına girmeden adresi mümkünü yok öğrenemezsiniz. Geçen gün İletişim Yayınları’nın Cağaloğlu’daki kitapçısına uğramak üzere Marmaray’ın Sirkeci durağında indim. İletişim Yayınları’nın kitaplarını, bu yayınevinin Cağaloğlu’daki kendi yerinden, internetten alacağınızdan daha ucuz bir fiyata alabileceğinizi de bilmeyenlere söylemiş olayım. Neyse, konumuz başka. Metronun Cağaloğlu çıkışına vardığımda, ‘kitapçıyı kitapçı bilir’ diye düşünerek, ilk gördüğüm kitabevine yöneldim:
– Ben İletişim Yayınevini arıyordum.
– Çok yanlış gelmişsin.
– Hayır, metrodan henüz şimdi indim.
– 500 metre şöyle yürü, şuradan karşı yola geç az ileride.
– Çok teşekkür ederim.
– Yanlış gelmişsin bu tarafa.
Adam haklı, hatalıyım, ama ilk kez geldiğim için hata yaptım, bir dahakine metroyla dükkanın tam önünden geçmeye çalışacağım. Sorun adres sorarken fırça yemek değil, yalnızca bu yanıtı veren kişileri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü benim amacım geçmişte yaptığım yanlışlarımdan pişman olmak, bir önceki dört yol ağzında yaptığım hatalı seçimlerimi tartışmak değil, şu an olduğum yerden yeni bir sayfa açıp, hızlıca, gideceğim yeri bulmak. Ayrıca benim varış noktasına iki kilometre uzaklıkta olmam yanlış geldiğimi de göstermez. Eğer ilk çıkış noktam ile varış noktamın arası dört kilometreyse ve ben sadece iki kilometre yürümüşsem, doğru gelmiş de olabilirim. Dolayısıyla “çok yanlış gelmişsin” demek için benim nereden geldiğimin biliniyor olması gerek.
Adres vericilerin en anlaşılmaz bulduğum yanlarıysa adresi sorduğun andan itibaren değişen tavırları. Bir anda seslerine gelen o buyurucu, bağışlamaz ton, genişleyen omuzlar ve tepeden aşağıya süzülen bakışlar. O anda kendinizi çaresiz hissetmemeniz için hiçbir neden bulamazsınız. “Biliyorum yanlış geldim ama şu adresi arıyordum” diyerek falan da kurtulamazsınız. Hemen düzeltirler:
– Yanlış değil, çok yanlış gelmişsin.
Bir keresinde çevreyolunda giderken, yol kenarında durup yol soran yabancı bir bisikletçi gördüm. Yanlarına geldiğimde, bisiklet sürücüsünün karşısındaki kavun satıcısı, elini hızla sağa sola sallayarak “no, no” diyordu. Ne oldu diye sordum. Satıcı panik halde, “Saray’a gidecekmiş, ama burası Saray değil ki, yanlış gelmiş” dedi. Daha sonra, satıcı bol bol ‘no’ diyerek eliyle bisikletçiye yolu tarif etti. Ben ayrılırken, satıcının yüzünde gerçekten şaşırmış kişilerde görülebilecek türden tuhaf bir gülüş vardı. Uzakta sorulduğu için böyle oluyor, eğer yakınında bir yer sorulsaydı işler farklı olurdu sanmayın:
– Ben Armut Otel’i arıyorum.
– Bak şu üstümdeki tabelada ne yazıyor?
Evet bildiniz, tabelada Armut Otel yazıyor ve ben bunu göremediğim için salağım. Eğer adres soruyorsanız önünüzde sonu aynı yere çıkan iki olasılık var demektir. Varış yeri uzaksa yanlış yerlerde gezindiğiniz için, yakınsa bulup da fark edemediğiniz için ‘salak’ muamelesi görürsünüz. Ama siz de benim gibi “biraz fırça yemek, kaybolmaktan iyidir” diye düşünüyorsanız, çekinmeden sorun:
– Ben adres soracak birini arıyorum.
– Çok yanlış gelmişsin sen.
Keşke bana ya da benzerim birine (tavır, empati ve diğerkamlık bakımından) raslayabilseymişsiniz bir kere olsun?