Bir can sıkıntısıyla, sonbahar sarısı düştü yere. Sarının koyu tonları gölgelere düştü, apartmanların pencerelerini kapatan perdelerin karşısına. Mevsimi geçti diye, çocuklar plastik kovalarla gelip bahçedeki kumu taşıdılar. Günün erken saatleriydi, saçları kızıldı hepsinin. Onlar ellerinde kovaları, giderken, anlatılmaz bir yalnızlık çöktü apartmanların üstüne. Boyaları solgundu zaten binaların. Camları tozlu, sıvaları dökük. Sarılar da gölgelenince, karardı oluktan sızan su, yosunlandı sıva nemi. Elindeki ıslaklık yeşerdi. Kuyudibi koktu köşeler. İç sesleri yankılandı ufuktaki kayalıktan aşağı. Çocuklar, bir de yaşlılar. Peki, huysuzlar biraz. Ama sen de doldurdun hepsini bir kefeye. Duyduğun koku güz yağmuru değil, söğüt dalından aşağı, gümüş yağmurcunun kokusu: Çitin üzerinden, güneşe doğru havalanan son kuşu gökyüzünün. Şimdi öyle yalnızız. Kurşun renkli, yaşlı bir kadının sesi var içimizde: Konuşan değil, bizimle ölüşen. İsterse tüm şehir, kendi içindeki karaltının sesini duyabilir. Burnundan soluduğu için kınayabiliriz ama en azından konuşmuyor. En azından anlamsız sözcüklerin arasına bırakmıyor bizi. Bu mevsimde sözcükler kaba, gereksiz uzun, hepsi yabandomuzu.
Yazdan kalan ne varsa unut gitsin. Denizkızı, yakamoz, balıksırtı. Gökyüzünün sadece yazın açan renkleriyle, ırmağını arayan deniz alasını. Kapıönünde üçtaş oynayan çocuklar, asmaaltına kurulu semaver. Şarkıları unut gitsin. Ağaç kovuklarında sevişen kuş sesleri. Aşkın oyuklarını unutabilirsin, korkızılı. Peki, göle yansıyan bir fotoğraf kalsın belleğinde. Bedeni gülden, sesi gölden su içen bir ceylangöz: Müslüman salyangozu. Tenindeki ipeği unutabilirsin, genç kız beyazı. Gülmeyi unut gitsin. Zaten yaşlılar sevmez kendilerine benzemeyen renkleri. Sabah olup da perdeler açılınca görüp görecekleri: Duvara kazınmış ama silik bir yazı, pastel rengi. Şimdilik, bir sonraki baharın kokusu, başka bir kıtada açan çiçek kadar uzak onlara. Yeşilin maviyle olan açısı, çaydaki karanfil acısı. Toprağı tozutan rüzgarın altında, yazdan kalan, pembe beyaz, belli belirsiz geven çiçekleri. Tomurcuk momurcuk uzak.
Geceyarısı. İçerideki odadan, yeğeninin horultusu geliyor. İçini çekerken yüzüne yayılan gülümseme. Duvarları yıkacak gibi yükselen ses, kadına katıksız bir huzur veriyor. Bir dostu elini tutuyor gibi. Ya da tüm mahalleye yalnız olmadığını haykırır gibi, gururla bakıyor sesin geldiği yöne. Yastığını alıp yeğeninin odasına en yakın kanepeye uzanıyor. Kuzuymuş meğer, kaval sesine. Kapıdan gelen horultu rüzgârlanıp yanağına değdikçe, yelkovan düşüyor akrebe. Tavandaki gölgeler palazlanıyor, dağılıyor belleğindeki boya. Bilekleri gevşiyor, doğal tartımına dönüyor soluk alıp vermeleri. Kendi saatine uyuyor her şey. İncelip sararıyor, çürümeden önce. Kül buluyor her bakışında. Savurduğu güller denize, kül kokuyor sonradan. Koyu bir dalgalanışı var suyun denizde. Külleri savuran. Korkunç eğimleri var. Öne doğru kıvrılarak uzayan, içine alıp çevirerek yutan, girdapları kül tutmuş, ucu açık bir mavilik. Dalgalar açık mavi. Denizin, kıyıya uzanan ayakuçları. Suyun ışığına bile sinmiş, kül tadı. Ne zamandır üzerindeki tüm giysiler kışlık. Duvarda yankılanan sesi dinlerken uykuya dalıyor. Uyuyakalıyor saçında ak. Ninni dinler gibi. Geçmiş günler giriyor rüyasına. Geceyarılarında dünyanın en güzel yalanlarını getirirdi eve kocası. Koynuna bırakırdı yılanlarını: “Çiçekçiysem satmam, sana gönderilmeyen çiçeği. Belediye başkanıysam, sadece senin evine giden yolları asfaltlarım. Öldüğümde boylu boyunca, yalnız senin ırmağına yatarım.” Eylüldü bittiğinde. Öldüğü gün bile sarhoştu kocası: Gün batarken, gölgesi bulvarların kaldırımına düşen, çaresiz bir “sarıhoş”.
Uyandığında yalnızdı, yeğeninden kalan horultuyu yeniden anımsamaya çalıştı. Sabahın köründe nereye gitmişti diye düşünürken ayakkabı dolabının kapısındaki aynayla karşılaştı. Kendini tanıyamadı: Belleği güçsüz olmalı, derisi buruşuk olunca. Eti çekilmiş bir kavalkemik. Yoğurt süzmesi çıkarttı dolaptan. Kuru kayısı emdi biraz. Kocasından kalan alışkanlığıyla çayını demledi. Saat yedi otuza yetişsindi çay. İçmese de demlenir çay her sabah. Olmayan komşusuna sarma yapmak, doğmamış torununa reçel kaynatmak, ölü kocasına çay demlemek. Demini almış çayın kokusunu içine çekip, iştahla dudaklarını yaladı. Islandı dudak kıyısı. Kapattı çayın altını, bu sefer aynanın yanından geçerken durdu.
– Günaydın.
– Sana da.
Yaşamanın bir nedeni olmalı ki, insana hidrojenle oksijen versin tanrı. Yeşil dal dolasın boynuna, süpürsün altından kuru yaprakları. Selam verecek biri olsun ki ses versin. Süslesin bileğinin inceliğini. Kuş versin, kış versin, düş versin. Pembelik. Boş versin sarıya. Tek başına ölürsen, etin kokmadan önce, komşunu senin eve göndersin. Genç kadınların yanağına kırmızı süren tanrıdan söz ediyorum. Buğu değdiren bakışlarına. Issız. Solgun, soğuk renklerin ışığına kırmızı.
Biz üşüdükçe kurudu renklerin kuyusu. Kadın oturdu mutfağın balkona dönük sandalyesine. Solmadan az önce maviymiş sarı. Öyle derler. Bugün bir şey yapacaktı ama. Ufukta mevsim çizikleri, hep solgun adlar vurdu kıyıya. Ne yapacağını anımsayamadı. Sanki sonbahardan başkasına ermemiş dilleri. Dudakları sarardı. Gölleri mor, yakasında yok gülleri, sabah güneşi de artık. Isıtmıyor insanı.