Barselona’yı gören her ziyaretçinin bu şehirle ilgili olarak aklında şehrin başka başka özelikleri kalabilir, kimi için Katalan kültürü, kimi için La Ramblas’ın cıvıl cıvıl ortamı, kimi için nefis deniz ürünleri, kimi için müthiş futbol takımı ve fanatik taraftarları. Ama bence şehre damgasını vuran tek bir kişi var, o da Antoni Gaudi.
O yüzden Gaudi ile başlamak istiyorum. Ben dahileri yaşamın “eror (hata)” leri olarak görüyorum. Gaudi de bir dahi mimar.
Kim çatılara uzaylılara benzeyen yaratıkların heykellerini evin bacası niyetine yapar. Ancak bir deli veya bir dahi, aslında delilik ile dahilik arasında çok ince bir çizgi vardır. Biz ünlü Rus Çarı Petro için “Deli Petro” deriz ama Ruslar “Büyük Petro” der. Delilerin ve dahilerin ortak özelikleri farklı olmalarıdır.
Gaudi’nin yaptığı birbirinden değişik evler haricinde en önemli iki eseri, “La Sagrada Familia” ve “Park Güell”.
“La Sagrada Familia” ismi aslında dinsel bir sembol olarak seçilmiştir, anlamı “Gizli Aile”. Eseri ilk gördüğümde çocukluğumda beynime kazınmış “Alan Parsons Project” müzik grubunun “La Sagrada Familia” parçası aklıma geldi ve tüm gezim boyunca bu parçayı ağzımdan düşürmedim. Koyu bir katolik ve Katalan milliyetçisi olan Gaudi’nin bitiremediği muazzam Gotik Kilise görülmeye değer doğrusu.
Gaudi’nin Kapadokya’yı gördüğüne inanan bir çok insan vardır. Çünkü özelikle bu eserinde kullandığı doğa teması ile Kapadokya’daki doğa mucizeleri birbirine çok benzer.
Tüm eserlerinde doğayı baz almış, dikkat ederseniz doğada düz çizgi yoktur, tüm doğadaki kenarlar yamuktur veya eliptiktir. Ancak insan yapımı binalarda düz kenarlar vardır.
Gaudi’nin ölümü de kendisi gibi sıradışı. Bir tramvayın altında kalır, ama kimse ona yardım etmez. O dönemde Gaudi’nin ismi bir efsanedir, ama şehirde suratını gören yoktur. Halk onu tanıyamaz, kıyafetinden ve görünüşünden dolayı da dilenci zannederler. Gaudi efsane olduğu şehirde gerçekten bir dilenci gibi acılar içinde ölür.
Barselona, benim Avrupa’da orta ölçekli şehir diye adlandırabileceğim şehirler arasında. Ben bu tip şehirleri çok seviyorum. Şehir öncelikle kalabalık olamamalı ama canlı olmalı, bunun üzerine şehre biraz tarih, biraz sanat, biraz doğa, biraz lezzetli mutfak, biraz yavaş hayat yani tembellik, biraz da en azından hafta sonu yaşanabilecek gece hayatı katılırsa demeyin o şehrin keyfine. Avrupa’da tıpkı, Barselona, Sevilla, Dublin, Prag, Floransa gibi.
Şehir trafiğinde motorsikletler sanki çevrenizde vızıldayan sivrisinekler gibi. O kadar çoklar ki. Kaldığımız otel çok uyduruk. Uyduruk kelimesini bu oteli nasıl tarif ederim diye uzun uzun düşündükten sonra bulabildim. Odamız ufacık, içerideki yatağımız neredeyse odanın tamamını kaplıyor, Tada ile odanın içinde oramızı buramızı kıvırtarak sanki dans ederek dolaşıyoruz.
Turizm, Barselonalı için yeni sayılır. 1992 Yılında yapılan yaz olimpiyatlarına şehir ev sahipliği yapmış. Bu yüzden 1992 yılı ile birlikte otel sayısı artmış, o yıldan önce doğru dürüst kalınabilecek otel de neredeyse yokmuş.
Balkonumuzdan manzara çok ilginç. Şehrin hemen hemen her yerinden görünebilen “La Sagrada Familia” nın kuleleri ilk önce dikkatimizi çekiyor ama kafamızı biraz daha yakınlara çevirdiğimizde küçük Barselona evlerini, balkonlarına veya pencere önlerine asılmış kurumayı bekleyen rengarenk çamaşırları, tıpkı çocukluğumdaki gibi boş arazilerde futbol oynayan “Barça” formalı mahalle çocuklarını, dar sokaklara iskemlelerini atmış tavla benzeri oyunlar oynayan yaşlıları görüyoruz. Bu manzara bana bir kez daha fısıldıyor, “şehri, şehir yapan insanlarıdır”. Örneğin Viyana çok güzel bir şehir ama insan yok sokaklarda, olanlar da soğuk nevale. Oysa Barselona insanı fıkır fıkır, canlı.
Gaudi döneminde yani 1800 lerin sonlarına doğru zengin aileler evlerinin yapımını ünlü mimarlara bırakırmış. Mimarlar da hem kendilerini kanıtlamak hem de şehre damgalarını vurmak için tüm hünerlerini özelikle bu evlerin yapımında göstermeye çalışırmış. O yüzden Barselona sokaklarında fotoğraf makinenizi elinizden düşüremezsiniz. Her an karşınıza ilginç mimarili bir ev çıkabilir.
“Park Güell”, Gaudi’nin tasarladığı bir park, “Casa Mila” adlı evi ve özelikle bu evin çatısındaki birbirinden ilginç bacalar muhakkak görülmeye değer.
Bir başka dahi de bu şehrin yaşamına damgasını vurmuş. Picasso, 14 yaşında Barselona’ya sanat okumaya gelmiş. Picasso’nun özelikle mavi dönemiyle birlikte pek çok eserin görülebildiği Picasso Müzesi ve Jean Miro’nun eserlerine yer veren Fundacio Miro kentin en önemli müzelerinden biridir.
Bu iki müzede Eski Barselona diye adlandırılan şehrin tarihini daha iyi gözlemleyebileceğiniz bölgede. Bu bölgede Katalan Kültürü’nü daha iyi hissedebilirsiniz. Katalan Kültürü demişken biraz daha açıklama getirmek istiyorum.
Konuştukları dil İspanyolca’dan tamamen farklı. Ve hem Katalanca hem de İspanyolca öğrenilmesi zorunlu diller. Tarih boyunca ayrı bir krallık olarak bütünlüğünü korumuş Katalanlar, günümüzde İspanya’nın on yedi özerk bölgesinden biridir. General Franco döneminde kaybettiği kısmi özerkliğe 1979’da düzenlenen referandumla yeniden kavuşmuş, tam özerkliğe ise 2006 yılında evet demişti. Karakteristik özeliklerini her ne kadar İspanya iç savaşında aldığı söylense de tarihi milattan önce 27 yılına kadar uzanır.
416 – 712 yılları arasında Barcelona, Vizigot İmparatorluğu’nun başkentiydi. Şehir önce Magrebliler daha sonra da Emeviler tarafından işgal edildi. 780 yılında Büyük Charles’ın oğlu Louis’in şehri almasıyla birlikte Barcelona İspanya’nın başkenti haline geldi. Charles’ın ölümünden sonra Barcelona, tekrar Emeviler’in eline geçti ve bu dönem içinde çeşitli bağımsız kralların yönetimi altında kalan Barcelona, bir ticaret merkezi haline geldi.
Bölge daha sonra Aragón Krallığıyla 1150 yılında birleşti. O yıllarda şehirde birçok gotik tarzda yapı inşa edildi. Barcelona, bu dönem içinde Müslüman ve Katolik dünya arasında bir bilgi değişimi merkezi haline geldi ve akademik bir önem kazandı. 1492 yılında katolik güçler, Emeviler’in elinde kalan son toprak parçasını da almayı başardılar. Bu zaman dilimi içinde Colombus, Amerika’yı keşfetti ve Barcelona’da kraliyet sarayında karşılandı.16.yy’da Madrid önem kazanmaya başlarken, Barcelona düşüşe geçti ve Madrid, İspanya’nın başkenti haline geldi
Günümüzün Barselona metrosu her ne kadar şehrin ihtiyacını karşılayacak kadar büyüklükte olsa da ben yine de sizlere meşhur “La Ramblas” caddesine yakın bir yerde kalmanızı tavsiye ederim. Aslında “La Rambla” ile başlayan bir çok sokak bulunur, bunların hepsine de “La Ramblas” derler.
“Ramla” Arapça’da nehir yatağı manasına gelir, zaten burası da eskiden nehir yatağı imiş. İspanya’nın tarihini okursanız, bir çok kelimenin ve şehrin isminin Arapça’dan gelmesine çok şaşırmazsınız.
Katalonya Meydanından aşağıya doğru denize kadar uzunca bir yürüyüş yoludur aslında. Ama ne yürüyüş yolu. Yılın hangi vakti gitseniz, yol insan doludur. Heykel taklidi yapan dilenciler, Barça formalarıyla top oynayan gençler.
Burası İstiklal Caddesi’nin Barselona versiyonu gibi. Sağda solda kafeler ve birbirinden güzel deniz ürünleri restoranları. Barselona’da kahvaltıda bile deniz ürünü yemeniz mümkündür.
“La Ramblas”, Kolombo’nun heykeli ile son bulur. Artık denize ulaşmışsınızdır. Limanda yine restoranlar yine alabildiğine curcuna. Bu bölgede hoş vakit geçirebileceğiniz büyük bir akvaryum var.
Barselona, sanki bizden biri gibi. Hani birinin evine gidersiniz de kendinizi hiç yabancı hissetmeden rahat davranabilirsiniz ya, işte biz Türkler için de bu şehir öyle. Ne kadar farklı gibi görünse de şehrin ruhu, bizim yaşam ruhumuza çok yakın. Bizler gibi hayattan keyif almayı sevenlerin, kızgınlıklarını ve sevinçlerini gizlemeyenlerin memleketi.