Her yaz köye gittiğimde onu bulup dostluk etmekten mutluluk duyardım. Yaşı altmışı geçmesine karşın halen dinçti. Aklar düşen düzgün kaşlarının süslediği gözlerinin içi, en acı olayları anlatırken bile gülerdi. Her yıl kendisinin yeniden onardığı sandalının içinde altı beygirlik içten takma bir motoru vardı; ama o, bir kaç mil yol gideceği zaman kürek kullanmayı yeğlerdi; onun için de pazıları halen taş gibiydi Koreli.
Bu yaz onu biraz durgun buldum. Sağlığı yerindeydi ama eski neşesi yoktu. Nedenini anlamak için kendisiyle konuştuğumda pek açık vermek istemedi. Konuşmayı biraz daha ilerlettiğimizde, kafasına ölmeyi taktığını anladım. Ölmek istiyordu.
– “Bu akşam poyraz rahat vermeyecek,” dedi Koreli.
Herkes Koreli derdi ona, hatta köydeki yeni yetişmelerin çoğu onun adını bilmezlerdi. Gerçekten kulakları sağır edecek kadar güçlü esiyordu rüzgâr. Her zaman kürekle gezinerek yaptığımız çapariyi, sandalı demirlemiş, öyle yapıyorduk. Balığı aramadan, durduğumuz yerde çapari sallamak verimli olmuyordu. Koreli gibi usta bir balıkçının böyle verimsiz bir avı içine sindiremediğini de anlıyordum; beni kırmamak için sesini çıkarmamıştı önerime. Oltasını atıp gözleri ufukta kayboluyordu sık sık; daha önce hiç görmemiştim onu böyle.
– “Gidelim istersen reis?” dedim.
– “Sen bilirsin,”dedi. Zaten benim için çıkmıştı çapariye. Onun asıl işi ağ ile balık tutmaktı.
Bu arada bize bol bol yetecek kadar balık tutmuştuk. Makineyi çalıştırıp köye doğru gelirken Koreli küçük istavritlerin bir kısmını bizi izleyen martılara atarken bana dönüp;
– “Ne de olsa arkadaşlarım sayılırlar,” dedi. Köye gelip de sandalı demirlediğimizde, kahvelerin önüne doğru yürüyen Koreli”ye,
– “Nereye gidiyorsun, bize gideceğiz bu akşam,” dedim.
– “Sen balıkları al git,” dedi.
– “Oyun bozanlık etme Koreli.”
– “Canım içki içmek istemiyor bu akşam.”
– “İçki içmezsin, karnını doyurup hoşbeş ederiz biraz?”
– “Neşem yok, sen git.”
– “Hiç böyle yapmazdın?”
– “Dedim ya, neşem yok.”
– “Hiç itiraz etme, bırakmam seni bu akşam.”
– “Başka akşam otururuz,günler bitmedi ya?”
Onu öyle yalnız bırakıp gitmek içime hiç sinmiyordu. Birlikte olmamız gerektiğine inanıyordum. Karısı iki yıl önce ölmüş, çocuğu da olmadığı için tek başına yaşıyordu. Belki de onu bu hale getiren yalnızlık diye düşündüm.
– “Bu akşam birlikte olmak istiyorum Reis?”
– “Yalnız kalmak istiyorum izin verirsen?”
– “Bir kaç kadeh içeriz,gidersin.”
– “Evimde olmak istiyorum, kahveye de çıkmayacağım bu akşam.”
– “Ben balıkları pişirtip senin evine gelirim?”
Korelinin insanları kırması o denli zordu ki dayatmalarıma dayanamayacağını biliyordum.
– “Anlaşıldı, senden kurtuluş yok bu akşam. Elindekilerin yarısını bana ver, diğer yarısını da eve götür, sizinkiler balık bekliyordur şimdi. Sonra da eve gelirsin, ben kızartırım bizimkileri. Daha fazla üstelemenin yararsız olacağını düşünüp onun dediğini yaptım.
Evine gittiğimde o, balıkları kızartmıştı bile. Salatayı da kendisinin yapacağını, kendisinin ancak öyle rahat edebileceğini söyledi. O, salata yapmak için bahçesinde yetiştirdiği domateslerden koparmaya başladığında ben de ilk kez geldiğim evini inceliyordum Korelinin. Ağaçların içinde tek katlı bir evdi bu. Küçük bahçesinde sebzeleri sulamak için küçük bir kuyusu vardı. Bahçede incir, ayva, erik, kiraz ve vişne ağaçları vardı. Bir evlek kadar yere domates, hıyar, soğan, roka ve maydanoz dikmişti. Kuyunun başında, on yaşlarında, gölgesinde oturulabilecek duruma gelmiş bir çam ağacı, poyrazın etkisiyle çeşitli sesler çıkarıp önümde eğiliyor, sanki beni selamlayıp, “hoş geldin,” diyordu. Üç ayak merdivenle girilen ev, bir büyük, iki küçük oda, mutfak ve banyodan oluşuyordu. Şirin bir görünüşü vardı evin. Koreli benim çevreyi incelediğimi görünce:
– “Gezebilirsin içerisini, bence bir sakıncası yok,” dedi.
İki küçük odaya şöyle bir göz attım. Odalardan birini yatak odası, diğerini ise fazla ağlarını ve balıkçı gereçlerini koyduğu depo olarak kullanıyordu. Depo olarak kullanılan bu odada dikkatimi çeken şey iki adet mezar taşıydı. Mezar taşının üzerinde Korelinin adı yazılıydı; ölüm tarihi ise boş bırakılmıştı. Daha sonra salon gibi kullandığı büyük odaya girdim. Ortada kırmızı mavi renklerin baskın olduğu bir halı, üzerinde hem yatılabilecek, hem de oturulabilecek bir divan, yüzleri eskimeye yüz tutmuş kahverengi dört koltuk, bir aynalı konsol, küçük bir masa ve dört sandalyeden oluşuyordu evin mobilyası. Cilası yer yer dökülmüş konsolun üstündeki aynanın kenarlarına takılmış fotoğraflar vardı. Fotoğraflardan birinde, damat Koreli, önünde oturan gelinin omuzlarından tutmuş, uzun boyu ve biçimli bedeniyle ayakta bir heykel gibi duruyordu. Gelin de güzeldi ama damadın yakışıklılığına diyecek yoktu. Damatlık fotoğrafının altında Korelinin on sekiz yaşında bir deniz kazasında ölen oğlunun altı dokuzluk fotoğrafı vardı. Aynanın sol tarafında Kore’de çektirdiği iki fotoğraf vardı. Fotoğrafın birinde bir Amerikan subayı Koreliye Kunuri savaşında kazandığı madalyayı takıyordu. Şu anda aynanın üst ortasına takılmış, kurdelesinin mavi renkleri solmuş, üzerinde birleşmiş milletler amblemi olan madalya Amerikalı komutanın taktığıydı o madalyaydı işte…
– “Yemek hazır diye seslendi Koreli. Birlikte kuyunun başındaki çamın dibine kurduk soframızı. Bir yastağaç ve iki zeytin kütüğünden oluşuyordu soframızın mobilyası. Üstünde, onun yaptığı halis zeytinyağlı şahane bir çoban salatası, kendi elimizle tuttuğumuz istavrit ve reisin zulasından çıkardığı kolyoz tuzlama ve benim koparıp yıkadığım rokalar vardı.
– “Bugün geleceğini bilseydim, sabah ağdan çıkan pavuryaları başkasına vermezdim,” dedi Koreli.
– “Benim için bu da özlediğim bir sofra, daha sonra yeriz pavuryaları.”
Poyraz hızını gittikçe artırıyordu. Bu beni rahatsız etmiyor, aksine dinlendiriyordu. Bir de Koreli’nin, hiç alışmadığım dalıp gitmeleri olmasa, iyice tadını çıkaracaktım içinde bulunduğum mutluluk anının.
– “Seni dalgın gördüm bu gelişimde?”
– “Yok bir şeyim,sana öyle gelmiştir.”
– ” Biz dost değil miyiz?”
– “Onu da nereden çıkardın?”
– “Senin bir derdin var reis, konuş da açıl biraz?”
– “Önemli değil,herkesin bir derdi olabilir.”
– “Hiç böyle görmemiştim seni? Dalıp gidiyorsun durmadan. O ünlü kahkahalarından birini hiç patlatmadın bu gelişimde?”
Yüzünü çevirip bir süre sessizce ovalara doğru baktı. Daha sonra başını ağır ağır çevirip gözlerimin içine saplarcasına dikti bakışlarını.
– “Ölmek istiyorum,” dedi. Şaşkın şaşkın baktığımı görünce de, “Niye öyle şaşırdın? Herkes ölmeyecek mi sonunda?”
– “Doğru,öleceğiz. Sence erken değil mi be Koreli?”
– “Niye erken olsun? Bana kalırsa kırk yılı fazladan yaşadım.”
– “Nasıl?”
– “Kırk yıl önce Kunuri de öldü diye bıraktı beni düşman.”
– “Yaralanmış mıydın?”
Üzerindeki uzun kollu,güneşten rengi solmuş haki,keten gömleği çıkardı Koreli.
– “Sayabiliyor musun?”
– Evet saymıştım. Bedeninde altı kurşun yarası vardı Koreli”nin.
– “O günden beri neye sevinirim biliyor musun? Mezarımın yeri belli olacak; yaban ellerde kaybolup gitmedim. Bilirsin, Kore’ye gidenlerin bir çoğunun ne ölüsü ne de dirisi bulunabildi. Ölmek bir şey değil de insanın cesedinin bulunamaması çok kötü bence.”
– “Öldükten sonra bir şey değişir mi be Koreli?”
– Öyle deme. Herkesin bir mezarı olmalı. Doğuştan gelen eşitlik zamanla bozuluyor. Ama öldükten sonraki eşitlik bozulmuyor.”
– “Nasıl yani?”
– “Hepimiz çıplak doğmuyor muyuz?”
– “Öyle.”
– “Sonradan ne oluyor?”
– “Bazıları doğdukları gibi çıplak ölüyor, bazıları çulu düzüyor?”
– “Bravo, okumuş adamın hali başka oluyor. Ama ölünce herkes çıplak gömülüyor. Bu dünyada kendileri için ayrılan toprak parçası da aynı oluyor. Hatta, benim gibi uzun boyluların payı biraz daha fazla oluyor kısa boylulardan.”
– “Zenginler türbe gibi mezar yaptırıyorlar kendilerine, yoksullarsa bir taş bile diktiremediklerinden kaybolup gidiyor mezarları Koreli; bence orada da eşitlik yok?
– “Onun için, ne yapıp yapmalı, yaşarken mezar taşını hazırlamalı insan.”
– “Gördüm. Sen hazırlamışsın mezar taşını. Ama acelen ne, onu anlayamadım?”
– “Yalnızlık. Eşim öldükten sonra iyice yalnız kaldım. İki üç günde bir gidip eşimin mezarının başında bir süre oturuyorum. Ben onu çok severdim biliyor musun? Belki inanmayacaksın ama, bazen karım, bazen kızım, bazen de annem olarak severdim onu. Bir gün ağlayarak: “Benim çocuğum olmuyor, istersen beni boşayıp başkasıyla evlenebilirsin, ya da üstüme ikinci kadın da alabilirsin?
– “İlginç?”
Rakısından büyükçe bir yudum alıp elinin tersiyle bıyıklarını sildikten sonra “Sakın beni sevmediğini sanma öyle dediği için. Deliler gibi aşıktı bana. Ölünceye kadar birbirimizi, öyle kolay anlatılmayacak biçimde sevdik biz.”
Rüzgar gittikçe artırıyordu şiddetini. Tepemizdeki çamla birlikte diğer ağaçlar da büyük bir koronun elemanları gibi şarkı söylüyorlardı. Poyraz Kuzeydoğudan tüm sesleri toplayıp getiriyordu ama Koreli bunun farkında değildi; bunu, onun yeniden dalıp gitmesinden anlıyordum.
– “Hep Kore’de kaybolan mezarsızları düşündüm, dünyada iki metrelik, hakları olan toprağa sahip olamadan gitmişlerdi. Orada ölen diğer askerlerin, yabancı ülkede de olsa bu dünyada hakları olan, bir mezarlık toprakları var. Mezarsızları düşün bir de, onları kurtlar mı yedi kuşlar mı belli değil.”
– “O Kore işi de saçmalık be reis; ne işiniz vardı sizin oralarda?
– “O işi karıştırma. Bana madalyayı takan Amerikalı komutan: “Sen insanlığı kurtaran kahramanlardan birisin,” demişti tercümanın söylediğine göre. O zaman çok hoşuma gitmişti bu söz ama, sonradan çok düşündüm insanlığı nasıl kurtardığımızı. Bu konuda kafamı karıştıran çok laf edildi. Benim de şüphem var bu konuda, yüz binlerce insanın öldüğü bir savaşta insanlığın nasıl kurtulacağını düşünmüşümdür çok. Bence insanlık savaşla değil barışla kurtulur. Oralara girmeyelim istersen.”
Koreli ölmek isteğini çok haklı nedenlere dayandırıyordu ama benim içim buna elvermediğinden, durmadan her söylediğine karşı geliyordum; ne olursa olsun sonuçta çok sevdiğim bir dostumu yitirecektim.
Gece ilerlemiş, tabaklarımızdaki mezeler bitmişti. Bense gecenin bitmesini istemiyordum.
– “Meyve almayı unuttuk be reis,eve gidip getireyim bari bir şeyler?”
– “Sen gidip gelinceye kadar sabah olur.”
– “Ne yapacağız pekiyi?”
– “Hörgüçten yiyeceğiz.”
– “Hangi hörgüçten?”
– “Korelinin hörgücünden.”
Ağır ağır kalkıp kuyunun başına gitti. Kuyuya sarkan ipi yukarıya doğru çektiğinde, ucunda, bir ağın içine konup bağlanmış büyükçe bir karpuz göründü.
– “Dolabım bozuk olduğu için suda soğuttum. Çocukluğunu hatırlatır sana bu.”
– “Yaman adamsın be reis. Sen çok şaşa emi?”
– “Bu yaşadığım son yaz, kışı bu dünyada geçirmek istemiyorum.”
– “Dostlarını bırakıp gideceksin demek?”
– “Mezarlık bir adım yer. Yazları geldiğinde orada ziyaret edersin beni?”
– “Rakı. Rakı nasıl içeceğiz birlikte?”
– “Büyük bir şişe, iki de bardak alıp gelirsin. Kendi payını içer, benimkini mezarıma dökersin.”
– “Sen farkına varır mısın bunun?”
– “Rakı olursa varırım; başka içki getirme sakın.” dedikten sonra ilk kez gülümsedi Koreli. Kadehinden büyükçe bir yudum daha alıp cebinden çakısını çıkardı. Karpuzun, kesilirken çıkardığı sesten, kuyu suyunda iyice soğuduğu belli oluyordu. Büyükçe bir dilim kesip, kabuğunu tabak olarak kullanarak karpuzu servise hazırladı. Çakıyı gösterip,”tanıdın mı, sen getirmiştin bir zamanlar bunu bana?” dedi.
Anımsadığımı anlatmak için başımı salladım. Bu kez de kışın giymesi için kalınca bir yağmurluk getirmiştim. Çapariye çıktığımız da yağmurluğu verdiğimde yüzünde beliren acı gülümsemeye bir anlam verememiştim; şimdi ise bunun nedenini anlayabiliyordum; bu yazı geçirdikten sonra ölmek istiyordu Koreli…
– “Nasıl bir ölüm düşünüyorsun?”dedim.
– “Ölümün bir çok çeşitleri var, zamanı gelince düşünürüz. En az üç ay daha var ölmeme.”
– “Bir kaç yıl daha birlikte olalım. İstersen seni de götüreyim, sandalını da götürebiliriz İstanbul’a. Yalnız kalmamış olursun büyük şehirde?”
– “Yalnızlığın büyüğü orada olur. Sen hiç yalnız kalmamışsın anlaşılan İstanbul’da. Kalabalık yerlerin yalnızlığı daha yakıcı olur.”
– “Evlendirelim seni?”
– “Ben de istemem ya; o hiç razı gelmez evlenmeme.”
– “O kim?
– “Kim olacak, eşim.”
İçki yavaş yavaş bedenimin her köşesine yayılıyordu. Böyle zamanlarda çok daha duygusal olurdum. Ölümden söz etmek istemiyordum aslında; konuşmaya başladığımda,sanki görülmeyen bir el getirip dilimin ucuna ölüm sözcüğünü koyuyordu. Bir büyük şişe rakı bitmiş, Korelinin içerden getirdiği yarım şişe sıcak rakıyı da bitirmek üzereydik. Bir ara ölümün güzel şey, dünya dertlerinden kurtulmanın en kestirme yolu olduğunu düşündüm. Aklıma çocuklarım gelince bu düşünceyi hemen kovdum kafamdan…
– “Yarın karşı yakaya gidelim, iyi tekir yaptığını söylediler?” dedi Koreli.
– “Madem öleceksin ne kadar çok birlikte olursak o kadar iyi, gidelim reis.
Ertesi gün uyandığımda kafam kazan gibiydi. Biraz daha uyuyabilmek için yeniden uzandım. Korelinin bu yaz sonu öleceği aklıma gelince de bir türlü uyku tutmadı. Kalkıp giyindim, Koreliyi görmeye gittim. O, ağları sandalın kıç güvertesine güzelce yerleştirmiş, beni bekliyordu. Saati sorduğumda da, “Dört,” dedi.
Poyraz dinmiş, deniz sakinleşmişti. Körfezin, karşımızdaki yakasında ağları atıp beklemeye başladık. Buzluktan çıkardığım bir şişe viski, iki bardak, soğuk su ve çerezle, hafiften demlenmeye başladık Koreliyle. Sohbet bu kez balıkçılık üzerineydi. Koreli, yıllardır anlattığı bazı konuları ikinci baskı, hatta üçüncü baskı yaptı ama, ben bu akşamki konuşmaları bir akşam öncekinden daha çok sevmiştim… Sabaha karşı ağları temizleyip, akşama kaldırmak için yeniden atıp köyün yolunu tuttuk. Koreli, tuttuğumuz balıkların köyde alıcısının hazır olduğundan, satış için balıkhaneye kadar gitmemize gerek olmadığını söyledi…
Koreliyle iki akşam daha karşı kıyıya gittik. Eşim haklı olarak, benim yalnız başıma mı tatil yapacağımı sorunca Koreliden özür diledim. O, bunun doğal olduğunu, evimde kalmam gerektiğini, yarın akşam üzeri eşim ve çocuklarımla birlikte körfezde bir motor gezintisi yapmam için sandalı alabileceğimi söyledi…
Poyraz kudurmuşçasına esiyordu. Gitmemesini istedim ondan. Eğer kaldırmazsa, denizdeki ağlarda tutulan balıkların kokacağını söyledi. Gitse bile, altı beygirlik tekneyle geri dönmesinin olanaksız olduğunu anlatmaya çalıştım. Yüzüme bakarak tatlı tatlı gülümsedi; gülüşüyle, “bu söylediklerinin hepsini ben senden iyi biliyorum, niye kendini yoruyorsun?” demek istiyordu. İskeleden el sallayarak uğurladım onu ve arkasından “Rasgele.” dedim…
Poyraz bizim bulunduğumuz kıyıdan çıktığı için dalgalar bir kaç mil ileride başlıyordu. Beyaz köpüklerin arasına giren küçük tekneyi gözden kayboluncaya dek izledim . Diğer balıkçıların hiç biri sabahtan bıraktıkları ağlarını kaldırmak için karşı kıyıya gitmemişlerdi. Bir balıkçı, Koreli için, “O savaşmadan duramaz; madalya vermeseler de savaşır, huyudur.” dedi. Bir diğeri, Korelinin canından bezdiğini; karısı ölmüş bir diğer balıkçı da, bekar kalan herkesin öyle abuk sabuk şeyler yapabileceğini, köyde karısızlığın insanın başına vurduğunu söyledi…
Ertesi gün dönmedi Koreli. Bunu poyrazın tüm hızıyla sürmesine bağladık. Daha ertesi gün de dönmedi. Bu olağan bir şey değildi, çünkü rüzgar kesilmişti. Bir kaç tekneyle karşı kıyıya gidip araştırma yaptık. Gören olmamıştı. Birlikte ağları attığımız yere gidip baktık. Görünürde bir şey yoktu, ağlar da kaldırılmıştı. Çaresiz döndük köye…
Bazıları onun için, “İntihar etmiştir, son günlerde durumu iyi değildi,” diyorlardı; bense bunu kabul etmiyordum; Kore’de ölen mezarsızlara nasıl da üzülüyordu. Denizde intihar edip mezarsız bırakamazdı kendisini. Ölümün eşit olduğunu, herkesin birkaç metre kefenle çıplak gömüldüğü, kendisinin kısa boylu zenginlerden daha çok toprakta yatacağını söylememiş miydi. İntihar edecek olsa evindeki mezar taşlarını niye yaptırsın ki?..
Bir hafta sonra, teknesinin ters dönmüş olarak Bandırma yakınlarında kıyıya vurmuş olduğunu öğrendiğimizde onun öldüğüne kesin karar verdik. Ölmüştü Koreli, kuşkum kalmamıştı.
Köyde mezar kazma işlerine bakan bir arkadaşı da yanıma alıp evine gittim. Kendisi için hazırladığı mezar taşlarını alıp traktörle mezarlığa götürdük. Arkadaşa karısının mezarını bulmasını rica ettim. Onun yanı başında Koreliye bir mezar kazdırdım. Diğer mezarlar gibi, tahtalarını koyup toprak yığdık. Mezar taşlarını başına ve ayak ucuna dikip köye döndük.
Ertesi gün akşama doğru elimde bir buzlukla mezarlığa gittim. Buzlukta bir şişe büyük rakı, soğuk su, iki bardak ve çerez vardı. Bardakları çıkarıp mezarın başına koydum. İkimiz için de servis yaptıktan sonra kadehleri tokuşturdum. İlkin kendi bardağımdan bir yudum içiyor, Korelinin bardağından aynı ölçüde rakıyı mezara döküyordum. Görünürlerde kuşlardan ve ağustos böceklerinden başka canlı yoktu çevremde. Fırtına şeklinde esen poyraz görevini yerine getirmiş; arkadaşımın canını aldıktan sonra dinmişti. Yakınımdaki serviler hazır oldaki askerler gibi kıpırdamadan duruyorlardı…
Şişenin yarısını geçtiğimde güneş batmış hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Arkadaşım öldüğü için üzgündüm, fakat görevimi yerine getirmenin huzuru içindeydim. Rakı bitmek üzereyken çevremdeki mezar taşlarının birer birer canlandığını görmeye başladım. Biraz sonra da hep bir ağızdan gülmeye başladılar mezar taşları. Olanı biteni anlayabilmek için şaşkın şaşkın onlara bakıyordum. Aradan çok geçmeden,uzaklardan, başında sarık olan taşlardan biri, “Bakıp durma, bir saattir yanındaki mezar taşına vurup, sağlına deyip içiyorsun. Ölmüş adamın sağlığına içilir mi? İkincisi, o kadar rakıyı boşu boşuna içinde kimsenin yatmadığı mezara döküyorsun. Senin saflığına gülmeyip de ne yapalım?”
Dibinde dört parmak kadar rakı kalmış şişeyi kaptığım gibi Koreli için diktiğim mezar taşına vurup kırdım. Gerçekten, yaptığımı ancak aptallar yapardı. Mezar taşlarına teşekkür ederek, “Haydi kalın sağlıcakla,” deyip oradan ayrılırken bir kahkaha tufanı daha koptu… Yine bir yanlışlık yaptım diye düşünerek, daha fazla rezil olmamak için buzluğu kaptığım gibi, arkama bakmadan, hızla ayrıldım mezarlıktan…
Köye dönerken içkinin etkisiyle mezarlıkta düş gördüğümü düşündüm. Tam köye yaklaştığımda bir düş daha gördüm. Kurtulup bir an önce eve gidip yatma isteğiyle hızla yürümeye başladım. Sol omuzum bir cisme çarpınca şaşırdım. Düşünü gördüğüm Koreliyle çarpışmıştım…
Köyden ayrılacağım son akşam evinin önündeki kuyunun başında içerken anlattı olanları. Rüzgar biraz kesilince, ağları toplayıp köye dönmek istemiş. Köye dönerken de yeniden hızlanmış rüzgar. Ne geriye dönebilmiş ne de köye gelebilmiş. Kayalıklara aykırılayan tekne alabora olunca denize düşmüş Koreli. Kendi deyimiyle, öbür dünyaya birkaç kez gidip geldikten sonra yaralı olarak kıyıya atabilmiş kendini. Ertesi gün onu o halde kıyıda bulanlar hastaneye kaldırmışlar. Arayan soran olmaz nasıl olsa diye, kendine geldikten sonra da haber göndermemiş köye. İyileşip geldiğinde, bir gün önce kendisine mezar kazdığımı duymuş; sorup evde olmadığımı öğrenince de mezarlığa doğru yürümüş…
– “Sonbaharda ölmen için hazırlık olmuş bu kaza, nasıl kolay mı ölmek?
Ortalarda kimsecikler olmadığı halde kulağıma doğru eğildi,
– “Laf aramızda, Kore’de bu kadar korkmamıştım.”
– “Niye?”
– “Biliyorsun ya?”
– “Anlayamadım,neyi biliyorum?”
– “Eşitlik. Yaşarken sağlayamadığımız eşitliği öldüğümüzde yakalamak istiyoruz ya?”
– “Kendine ait mezar yeri yani?”
– “Evet. Niye kazdırdın benim için o mezarı; herhalde başında rakı içmek için değil?
– “Evet,değil.”
Rakıyla ıslanan bıyıklarını sağ eliyle sıvazlayıp gülümsedi Koreli. Gözlerimin içine bakıyordu. Gülümsemesi içinin en derinindeki sevgileri de dışarıya vuruyordu.
– “İşin garip yanı ne biliyor musun dostum?”
– “Nedir?
– “Ben artık ölmek istemiyorum?”
– “Doğru mu bu söylediğin?” Merak ve şaşkınlıkla gözlerine bakıyordum.
– “Evet doğru.”
– “Düşünceni değiştiren, geçirdiğin deniz kazası sanırım?”
– “Hayır, o değil.”
– “Ya nedir?”
– “Düşüncemi değiştiren sensin.”
– “Ben miyim?”
– “Evet sensin. Bir an durdu. Göz pınarlarında biriken yaşları, işaret parmaklarını kıvırıp silerken konuştu: “Mezarının başında oturup rakı içen dostları olan kimsenin vaktinden önce ölmeye hakkı yoktur…”