– Çocuklar, bugün sözlü sınav vardı değil mi?
– Hayır hocam, bugün konu işleyeceğimizi söylemiştiniz.
– Otur, sıfır.
Fehmi Hoca, kızdığı zaman hemen işi sözlü sınava getirir, sonra da sıfırı yapıştırır. Ancak öğrenciler kaç sıfır alırsa alsın yıl sonunda gene de geçerler. Çünkü notlar bellekler de dahil olmak üzere herhangi bir yere yazılmaz. Sıfır alan öğrenciler de zaten üzülmez, bilirler ki Fehmi Hoca kendilerine kızmıştır. Yerlerine oturur ve susarlar…
Fehmi Hocaya göre eğitimin en büyük çelişkisi buradadır: Canını sıkan öğrencileri sınıfta bırakmanın tüm yükü okul ile öğretmenin sırtına biner. Çocuklar sınıfta kalmayla ne çalışkan olur, ne de akıllanırlar. Dolayısıyla, öğretmenin sınıfta bırakacağı her sorunlu öğrenci, kendisine yarattığı yeni bir sorun demektir. Oysa deneyimli öğretmenler bilir ki, öğrenciden kurtulmanın en temiz yolu onu mezun etmektir. Yaşamın elinde, bunları perişan edecek, diplomadan çok daha acımasız silahlar vardır.
Fehmi Hocanın babası askermiş, o nedenle tüm Anadolu’yu kasaba kasaba dolaşmışlar. Babası, gözünü üniformalarından alamayan, her gün subay olmak istediğini söyleyen oğluna hep karşı çıkarmış:
– Öğretmen ol, polis ol, imam ol ama asker olma. Evine, işine, ailene karşı bir yüzün olsun. Askerlikte insanın iki yüzü olması gerekir. Üniformanın yıldızları zamanla ışıltısını yitirir. Ancak bunun ayırdına vardığında üniformayı üzerinden çıkaracak zaman çoktan geçmiştir.
Fehmi Hoca, babasından miras kalan disiplinine karşın, sert mizaçlı başka öğretmenlere benzemez. Sevdiği öğrencileri haksız oldukları yerde de korur, sevmediklerine ise gereksiz yere öfkelenir. Üstelik sevgisini de öfkesini de içinde tutamaz, öğrencileri arasında yerli yersiz kıyaslamalar yaparak kimi sevip, kime kızdığını kolayca belli eder. Bir öğrenciyi neden sevmediğini açıklamak güçtür. Ancak genel olarak, duraksayarak iş yapan, şaşıran, ne yapacağını bilemeyen, alçak sesle konuşan, özgüveni eksik kişileri sevmez. Bir yere yolladığı kişinin o işi halledip dönmesi yetmez, mutlaka o iş ile birlikte başka bir işe de el atmalı, her şeyi harmanlamalı, üç dört işi bir arada götürmelidir. Uyanık olanlar, Fehmi Hocayı nasıl tavlayacaklarını iyi bilir. Diyelim ki, Fehmi Hoca, sevdiği bir öğrenciden sınıfın köşesine koymak için iki tane saksı istedi. Ertesi gün, öğrenci elinde iki saksıyla gelirse ancak azar işitir. Bunu bilen öğrenci mutlaka yaptığı işi süsler, başka işlerle birleştirir ya da olmayan hikâyeler uydurur.
– Hocam saksıları aldığım yerde büyük torbalarla toprak da satılıyordu, iki torba da toprak aldım.
– Aferin oğlum, Y.’yi göndersem toprağı zaten almaz, saksıyı da getirene kadar kırardı.
Aslına bakarsanız, saksının kırılması hiç önemli değildir. Fehmi Hoca, varılan yerden çok gidilen yolla ilgilenir. Uyanık öğrenci saksıyı düşürüp kırsa bile doğruyu söylemez, yolda mıymıntının teki ile atıştığını, saksıyı da onun kafasında kırdığını söyler, gene aferin alır. Bunu bilen öğrencilerin en büyük zevki, Fehmi Hocayı kışkırtmak, zaten parlamaya hazır ateşi biraz yellemektir.
– Yan sınıftan tebeşir getir oğlum.
– Buyurun, getirdim hocam. Yan sınıfta edebiyat dersi vardı, Hoca hanıma da selamınızı söyledim.
– Aferin yavrum, bak S. olsaydı, öküz gibi gider gelirdi. Herif beni görse yolda selam vermiyor ki zaten.
– Dediğiniz gibi hocam, arkadaş selam götürse, bu sefer tebeşiri unuturdu.
Fehmi Hoca, eli ağır, söyleyeceği şeyi ağzında geveleyen, ne isteyeceğini unutan, kavgada dayak yiyen öğrencileri aşağılamak için elinden geleni yapar, gene de hırsını alamazdı. Sadece becerikli insanı sever, ancak bu beceri herhangi bir işe yaramış mı, yaramamış mı, ona bakmazdı. Ona göre akıllı kişi, birkaç işi bir arada götürebilen, bir taşla iki kuş vuran biridir. Diğer hocaların aksine sınavlarda kopya çekmeye çalışan öğrencilere yalandan kızar, başı önünde kağıdını ezbere dolduran çalışkan öğrencilere ise “inek oğlu inek, bir nefes al” diye içinden söylenirdi.
Mayıs güneşinin parladığı ve havanın ılık bir rüzgarla yumuşadığı bir bahar günüydü. Çalan son ders zilinin ardından okul boşalmış, koridorda yürüyenlerin sesi duvarların arasında yankılanıyordu. Fehmi Hoca ceketini aldı, öğretmenler odasına pek uğramazdı ama bir çay içerim diye düşünerek odanın yolunu tuttu. Kapıdan içeri girecekken kendi adını duydu:
– Öğrenciler sıraya koymuşlar, her gün biri alay ediyor. Geçen gün ders çıkışında gördüm, çocuklar sözlülerde aldıkları sıfırların sayısını yarıştırıyor. Fehmi’ye de üzülüyorum çocukların oyuncağı olmuş, farkında değil…
Kapının önünden geri dönüp sınıflara yöneldi. Boş gördüğü bir sınıfa girip arkalarda bir sıraya oturdu. Başını ellerinin arasına alıp derince bir of çekti. Kendi adı artık duyulmaz olmuştu ama arada bir yükselen kahkahalar yüreğine işliyordu. Babası geldi aklına. Işıltılı üniforması, kısa, dik saçları ve gururlu bakışlarıyla tam karşısındaydı şimdi. Kendisine destek olabilecek tek kişi de artık yoktu. Havanın kararmasını bekledi. Okul tümüyle boşalıp, çevredeki evlerde ışıklar yanmaya başlayınca okulun arka kapısından çıktı. Karar vermek, değiştirmek, baştan başlamak için çok geçti. Yağmur altında, yavaş yavaş otobüs durağına doğru yürüdü. Tam durağa geldiğinde arkasından birisi seslendi. Sesinde ağlamaklı bir hüzün vardı:
– Hocam size bir şey sorabilir miyim?
– Gene ne halt karıştırdın?
– Yan sınıftaki Özlem’e mektup yazmıştım ama matematikçi mektubu görüp, kızın elinden almış, annemlere de telefon edecekmiş. Bir yandan annemi düşünüyorum, diğer yandan Özlem’i. Eğer aşkıma karşılık vermezse, kendimi öldüreceğim.
Fehmi Hocanın gözleri parladı. Üzerindeki düşünceli hava dağıldı:
– Bak oğlum, intihara eğilimli birisi, kızlar için kafese girmiş kuş gibidir. Başka kızlara eğilimli birini elde etmek içinse uğraşmak gerekir. Bir kızı kendine bağlamanın en iyi yolu, başka bir kız daha bulmaktır. Bu işin ortası olmaz. İki, üç kişiyi idare etmek, bir kişiyi idare etmekten çok daha kolaydır. Matematikçiyi de sikt’ret, ben mektubu ondan alır, işi tatlıya bağlarım…