Bir Yaz Aşkı -I-

Bir Yaz Aşkı -I-

Temmuz (2005)

Liguria, Monaco ve Cote d’azur

Kiraladığım arabayı teslim ederken elimde kalan haritaya son bir kez daha baktım. On gün öncesine kadar pırıl pırıl olan harita defalarca katlanmaktan dolayı yırtık pırtık bir görünümdeydi. Üzerinde fosforlu kalemle işaretlenmiş karayolları, tükenmez kalemle yuvarlak içine aldığım kasabalar, gittiğimiz restoranların isimleri…

Haritaya, sanki yaz aşkımdan ayrılır gibi -kim bilir seni tekrar ne zaman göreceğim?- son kez baktım ve çöpe attım. Artık ihtiyacım kalmayan bu harita üzerinde yaşadıklarımızı beynim unutsa bile kalbimin unutması mümkün değildi. Tıpkı yaz aşkları gibi…

San Remo’da çiçekler
Nice’de güzeller
Monaco’da zenginler
Cannes’da artistler

“San Remo” – Liguria’nın Çiçeği

Rengarenk çiçeklerin arasından bizlerin alışık olduğu lacivert Akdeniz manzarası. “San Remo” sabahındaki manzara, herhangi bir Akdeniz ülkesindeki deniz manzarasından çok farklı değil aslında. Ama şu çiçeklerin kokusu ve rengarenk alacası yok mu, işte San Remo’yu ayrıştıran.

“San Remo”, dağların arasında sıkışan ovaya yayılmış bir kasaba. İtalya’nın batı kıyısında Liguria bölgesinin içerisinde. Bir Akdeniz kasabası olmasına rağmen, evler Ege Bölgesi’nde rastlayabileceğiniz Rum Evleri’ne benziyor. İki yüksek katlı, bahçeli, geniş pencereli, kırmızı kiremitli ve koyu sarı renkli taşlardan yapılmış. Yeşilin üzerine serpişmiş mor ve eflatun çiçekler arkasında lacivert koca deniz.

San Remo sahili beklentimizin çok uzağında. Taşlık plajda üst üste yığılmış insanlar.

Bu yazının başında belirteyim. Dünyanın cennetinde, yani Türkiye’de yaşadığımız için San Remo veya “cote d’azur” gibi bölgeleri ister istemez Türkiye ile karşılaştırıyoruz. Bizim sahilimiz ve otellerdeki servisimiz o kadar üst düzeyde ki gördüğümüz beldelere bu konularda çok zor iyi not verebiliyoruz.

San Remo’dan batıya doğru araba ile yarım saat sonra Fransa-İtalya sınırına ulaşıyorsunuz. Fransa’ya geçince sahildeki yapı dokusu değişiyor. Daha yeni binalar başlıyor. İkisi de AB ülkesi olduğundan dolayı aralarında bir sınır kontrolü yok. Sınırdan yirmi dakika sonra ise tek komşusu Fransa olan dünyanın en küçük ikinci ülkesine ulaşıyorsunuz.

“Monaco” – Zenginlik ve Zarafet

Dört kilometre uzunluğunda sahil şeridi olan sekiz yüz kilometrekare alana sahip bir ülke. Beş ayrı bölgesi var. En zengin ve ihtişamlı bölgesi “Monte Carlo”.

Bir gezgin gözüyle ülkeyi üç bölüme ayırabilirsiniz. Plaj bölümü, liman bölümü ve eski şehir bölümü.

Plajda güneşlenirken, bu hayatımda geçirdiğim belki de en pahalı gün dedim kendi kendime. Aslında doğa cenneti değildi burası. Ama zenginliğin satın alabileceği son derece nezih ortamları görmek etkileyiciydi Monaco’da. Onlara yetmiş veya doksan yıl, bize de bir gün. Çok görmeyin…

Bunca zenginliğin içinde plaja gelen “Monaco” halkının çantalarından daha önceden hazırlanmış oldukları yiyeceklerini çıkarak öğle yemeklerini yemeye başlamaları aslında madalyonun diğer bir yüzü olduğunu düşündürmüyor değil.

Hani bazı çok zenginler vardır ya, kazandıkça kazanır ama hep şöyle der “Yahu senin de bu kadar paran olsa daha çok istersin, bildiğin gibi değil bu işte durup parayı yemek olmuyor”.

Maalesef onların tezini çürütecek kadar param olmadığı için onlara yanlışsınız diyemiyorum. Ama bir milyon doların üstünde parası olan bir kişi hala dünyanın en güzel yerlerinde tatile çıkmıyorsa bunun tek nedeni parasını nasıl yiyeceğini bilmemesinden kaynaklanıyordur. Paranın nasıl harcanabileceğini “Monoca”da görüyorsunuz.

Paranızın çok ama çok olduğunu düşünün, ne yapardınız? Önce güvenliğinize önem verirsiniz. İşte “Monaco”lu zenginler de öyle yapmış. Bu ülkede hep gülümsemeniz gerekli çünkü her adımınızda kameralarla izleniyorsunuz. İnanılmaz değil mi? Dünyanın en güvenli ülkesi burası, adım başı polis.

Hayvan sevgisi üst boyutlarda, öyle ki köpeklerin dışkılarını toplaması kolay olsun diye belirli aralıklarla direklere dışkı toplamak için poşetmatik konulmuş.

Sonrası zevkler; kumar, yatlar, eski model arabalar ve muhtemelen bizim gündüz göremeyeceğimiz gecenin karanlığına sığınan üç kardeşler; alkol, uyuşturucu ve seks.

Ülkenin çoğunluğunu Fransızlar oluşturuyor. Ne yalan söyleyeyim sızlanması fazla ve küstah olarak algıladığım ortalama Fransızdan haz duyamamışımdır bir türlü. Ama “Monaco” insanında bir zarafet hakim. Duruşları olgun, görgülü ve kibar; yani zarif.

Ülkenin Fransızlardan sonra gelen halkları ise İtalyanlar ve İngilizler.

İtalya’nın Liguria bölgesinden başlayıp Fransa’nın “cote d’azur”a uzanan sahilde bulunan tüm kasaba ve şehriler eskiden bölgenin en sert zeminine ve kayalıklar üzerindeki tepenin üzerine kurulmuş. Bu eski yerleşimlerin merkezi ise kilise olmuş. Günümüzde ise nüfus o dağlık bölgeden hemen dağın altında denize doğru uzanan ovalara yayılmış, bu yerleşimlerin en merkezi yerinde ise şimdi hep büyük bir “Casino” var.

“Monaco”da da böyle. Plaj kısmının yukarı bölgelerinden limana doğru ilerlerseniz “Casino” ile karşılaşıyorsunuz. “Casino”nun hemen yanında lobisine dahi girmenizin izne bağlı olduğu pahalı oteller bulunuyor. Ama “Casino”nun diğer yanında bulunan “Cafe de Paris” de 10-20 Avro harcayarak vakit geçirmeniz mümkün.

Bu kafede geçireceğiniz bir iki saat içinde etrafınızı iyi gözlemlerseniz “Monaco”nun ne denli değişik bir dünya olduğunu anlamanız çok daha kolay oluyor.

Liman bölgesinden sonra kayalıkların üzerine kondurulmuş “Eski Monaco” ile karşılaşıyorsunuz. Krallığın sarayı da burada. Ayrıca Müzelerin toplu olduğu bölüm de “Eski Monaco” bölgesinde.

En etkileyici müze, Oşinografi Müzesi. Müzenin “Akvaryum” bölümü çok güzel. Devasal akvaryumların içinde ancak görmekle inanabileceğiniz deniz canlılarını inceleyebiliyorsunuz.

“Monaco”dan yirmi dakikalık araba yolculuğundan sonra Nice’e; Fransa’nın rivierası “cote d’azur” a yani “Mavi Kıyı” ya ulaşıyorsunuz.

“Nice” – Seksi Şehir

Bazı şehirler vardır; içinden insanları boşaltsanız bile veya o şehrin insanı son derece sönük olsa bile, o şehir müze olarak kullanabileceğiniz kadar büyüleyicidir, tıpkı Prag gibi.

Bazı şehirler vardır; içinden insanını çıkarırsanız sadece bir hiçtir. Tıpkı “Nice” gibi.

On yıl öncesine kadar Fransa’nın elit tabakası gelirmiş Nice’e. Son on yılda hızla büyüyen şehir şimdi çok daha kozmopolit. “Monaco” nun aksine “Nice” sahilleri her tabakadan insanı kucaklamış durumda.

Sahilde up uzun geniş bir yol uzanıyor. Yolun bir tarafında dağlara kadar uzanan şehir, diğer tarafında plaj. Plajda her türlü insan, hepsinin amacı belli; deniz, kum, güneş ve eğlence.

1980’lerin Türkiye’sinde Kuşadası’nda tatilimizi geçirdiğimiz tesisin sahilinde bir bayan bikinisinin üstünü çıkardığında, bütün tesis sanki denizde köpekbalığı görmüş gibi sahile koşup bu bayanı göğüslerini örtmesi konusunda uyarmışlardı. Bu koşuşturmacadan öylesine etkilenmiş olmalıyım ki o sahnenin her karesini rahatlıkla hatırlayabiliyorum.

Günümüz Türkiye’sinde turistlerin sahilde üstsüz dolaşması son derece doğal hale geldi, hatta Türkiyeliler dahi özgürce denize girebiliyorlar.

Hal böyle olunca ülkemize gelen bu turist vatandaşların kendi ülkelerinde de bu rahatlıkta olduğunu düşünüyorsunuz. Ama hiç de öyle değil.

Üstsüz sayısı son derece az ve üstsüz güneşlenenler hep mercek altında “Nice” sahillerinde.

Podyum niteliğindeki sahil, geceyi bekleyen eğlence kuşları için tanışma ortamı yaratıyor.

Gecenin karanlığı ile Fransızların yıl boyu çalışmalarının getirdiği stres boşalıyor tüm şehre.

Biz ise karanlık bastırmadan, araba ile yirmi dakika bilemediniz yarım saatlik mesafedeki film festivallerinin şehrine yol almıştık bile.

“Cannes”

Bir tatil beldesinin adı yürümeye görsün.

– Tatlım ben de bu yaz “Cannes”daydım.

Üç gününü geçirdiği “Cannes” sanki kendisine aitmiş gibi, anlatır ballandıra ballandıra.

Size tek kalemde özetleyeyim, pazarlama teknikleriyle ismini duyurmuş küçük bir sahil beldesi. Şirin demeye dilim ve kalemim el vermiyor çünkü dünyanın bütün markalarının sahil boyunca mağaza açmış. Bu da şirin kelimesinin anlamıyla örtüşmüyor.

“Cannes”ın özeti; görmeden Avrupa’yı gezdim diyemeyeceğiniz, gördüğünüzde de gezmek istemeyeceğiniz bir yer.

Ben en iyisi mi “Cannes”i değil de “Cannes”daki bizim “FransızLAZ” ları anlatayım.

Bıkmışım İtalya’da pizzadan, Fransa’da salyangozdan (işte ben de başladım Cannes züppeliğine) yolda gördüğüm İstanbul Grill’e daldım. On beş metre kare kadar olan restoranın içerisi son derece sıcak. Üstüne üstlük dönerin ateşi iyice kavuruyor suratımı. İlk önce Türk olduğumu ele vermeden gözlemliyorum ortamı. Burası hiç Türk restoranı gibi durmuyor. Oysa tezgah arkasındaki gençler Fransız aksanı ile Türkçe konuşuyorlar. Siparişimi Türkçe söylüyorum gence. Bana aptalca bakıp İngilizce soruyor siparişimi. Ben de şaşırıp;

– Three Döner diyorum.

O da “OK” deyip başlıyor döneri kesmeye.

Sonra durup düşünüyorum. “Three” İngilizce üç anlamına geliyor ama “Döner” Türkçe. Ortada bir terslik var. Sonra soruyorum (Türkçe);

– Sen kesin Karadenizlisin!

Cevap veriyor (İngilizce)

– Yes, how do you know? (Evet nerden bildin?)

Ben cevaplıyorum (Türkçe)

– Hiç işte tahmin ettim.

Genç kısık kısık gülüyor ve döneri kesmeye devam ediyor.

Bir süre sonra genç arkadaşlarından “Türkçe” bağırarak yeşillik istiyor.

Dönerleri bana verdiğinde. İngilizce soruyorum;

– How much?

Genç arkadaşına sanki ben Türkçe anlamıyormuşum gibi bağırıyor;

– Lan buna indirim yapayım mı Türk lan bu Türk.

Diğerleri bağırıyor.

– Yap yap.

Arkadan arkadaşlarının gülüşmeleri geliyor.

– Ten Eyro.

Parayı veriyorum, gencin arkadaşları “Türkçe” bağırıyor;

– Hoşça kal, yine bekleriz.

Ben de onlara;

– Eyvallah, ama balatayı sıyırmışsınız oğlum siz. Söylemedi demeyin ha…

Durun bitmedi. 2.Bölümde ekip; karım Tada (2. Kaptan) ve oğlum Efecan (Miço) ile Kristof Kolomb’un izinde İtalya’nın Kuzey-Batı sahillerinden Doğuya doğru Cenova’ya sonra Portofino’ya yelken açıyoruz. Sonra Michelengalo, Medici Ailesi, Leonarda da Vinci ile Firenze’de buluşacağız. Pisa kulesinin yıkılmaması için bir el de biz atacağız. Toscana’da yolu şaşırıp ormanın derinlerine dalacağız. Roma’da 2,000 yıl öncesini hayal edeceğiz.