Benim gibi otuzlu yaşlarda olanlar TRT’nin yıllar önceki melodisini hatırlar;
– Cive cive, cive Pakistan. Pakistan, Pakistan cive Pakistan.
Yıllar önce Pakistan’ı dost ülke ilan etmişiz ve on beş, yirmi yıl önceki TRT, canı sıkıldıkça Pakistan’ı tanıtır araya da yukarıdaki melodiyi bolca sıkıştırırdı.
Birisi yolda bu melodiyi söylese bilirdim ki bir önceki gece yine aynı programı göstermişler. Sonradan öğrendik: Cive’nin anlamı “Yaşa” demekmiş.
2003 yılında Pakistan’ın Karaçi şehrinde düzenlenen Türk Günleri Fuarı’nda ise farklı bir tablo vardı.
– Yahu kardeşim nereden kardeş ilan etmişiz bu adamları.
– Di mi abi ya, niye Ukrayna veya Rusya’yı kardeş ilan etmemişiz ki?
– Adamlar pis be birader. Saçlar yağ içinde, her taraf baharat kokuyor.
– Tabii ya, bak Ukraynalı kızlara bembeyaz, ak pak, gül gibi…
– İçki de yasak burada.
– Ya ya, abi Ukrayna öyle mi, sabah kahvaltısında votka içmeyeni dövüyorlar.
– Bunlardan bize ne hayır gelir, ne olur dost olsan bunlarla?
– Yok abi yok. Kardeş ülke seçeceksen halka soracaksın halka, referandum yapacaksın.
Beynime bu konu o kadar işlenmiş ki kendimi tutamadım, Karaçi’deki taksi şoförlerine Pakistan’ın kardeş ülkesini sordum. Bir tanesi bile Türkiye demedi, çoğunluğunun adresi İran oldu.
Pakistan, Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz sömürgesinden savaşsız kurtarması sonrasında yeni bir ülke olarak Hindistan’dan ayrıldı. Önderliğini Muhammet Ali Cinnah’ın yaptığı grup Hindistan’da yaşayan Müslümanları Pakistan’da topladı, diğer din mensupları ise Hindistan’a göçe zorlandı. Parçalanmayı İngilizler desteklediler ve 1956 yılında Pakistan bağımsızlığını ilan etti. Nüfus 160 milyon civarında. Başkent İslamabat olmasına rağmen ticari hayat Karaçi şehrinde.
Karaçi eskiden “Işıklar Şehri” olarak anılırmış. Tanıştığım Pakileri gururlandırmak için “Seviyorum şu ışıklar şehrini” diyorum. Hepsi gülüyor, çünkü artık elektrik kesintileri çokça Karaçi’de. Şimdiki Karaçi’ye bir lakap konmak istense “Yoksulluk Şehri” veya “Baharat Şehri” akla geliyor.
Karaçi’nin Hint Okyanusuna kıyısı var. Uzun sahili boyunca okyanus dalgalarını seyretmek muazzam zevkli ama okyanusun yarattığı nem, şehirde kullanılan tüm baharat kokusunu havada asılı tutmuş gibi. Şehrin neresine giderseniz gidin baharat kokusundan kurtulamıyorsunuz.
Hindistan’ı gören arkadaşlarım ise Müslümanlık Hintlileri nasıl da temizleştirmiş diye söyleniyorlar kendi kendilerine. Varın anlayın Hindistan’ı.
Karaçi tüm yıl boyunca sıcak olduğundan şehirde ısınma sorunu yok. Bu yüzden ülkede ne kadar sokakta yaşayan fakir varsa bu şehre toplaşmış. Asfalt yol ortasındaki tretuvarın üzerinde, sokak lambaları sıra sıra dizilmiş. Akşam olunca sokak insanları üzerlerine geçirdikleri ince beyaz örtüye sarınarak bu lambaların altında uyuyorlar, sokak ışıkları onları hayvanlardan koruyor. Üzerlerine sardıkları beyaz örtüler kefene benziyor. Öyle ki, yol boyunca ışıklar altında, yüzlerce insan kefenlerine sarılmış, keşke ölsek der gibi uzanmışlar.
Toplum içindeki gelir farkı çok büyük. Bir kısım Paki bu sefaletin içinde inanılmaz bir servetle, şaşalı bir hayat sürüyor. Bir çok fakir insan, zengin malikanelerinde yalnızca yemek ve bahçede uyumak karşılığında çalışıyor. Müslümanlık geleneksel sınıf ayrımı sistemini sarsmış olsa da hala doğuştan sınıf ayrımı var. Bana sorarsanız, bu kadar fakir bir ülkede bu kadar zengin olmak da ıstırap verebilir insana. Ne kadar zengin olursan ol, yine baharat koklayacaksın şehirde ve Mercedes arabanla evine dönerken geç saatte yine göreceksin kefene sarılmış canlı ölüleri yol kenarında.
Şehrin en canlı figürü otobüsler. Kamyondan bozma otobüsler, rengarenk süslenmiş. Otobüsün içi dışı, her yeri fosforlu süslerlerle dolu. Süslere bakmaktan otobüsün içerisindeki kalabalığı önceleri fark edemiyor insan. İğne atsan yere düşmez. Bazıları otobüsün dışında, hatta tepesinde bile insanlar var. Diğer yandan bir çok motosiklet, sağınızdan solunuzdan vızır vızır geçiyorlar. Nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Tam bir kafa karıştırıcı keşmekeşlik. Üstüne üstlük şehirde yoğun trafik var.
Bu kadar tatsız görüntüden sonra Pakilerin içten davranışları biraz olsun su serpiyor yüreklere. Çok candan ve neşeli insanlar. Çok tipik bir kafa sallayışları var. Bizler anladığımız göstermek için aşağı yukarı kafamızı sallarız ya, onlar şaşkınlıklarını ve aynı zamanda anladıklarını göstermek için şöyle üç dört saniye, tatlı tatlı sağa sola sallıyorlar kafalarını.
Erkeklerin saçları son derece gür. Saçların bir çoğu yağ içinde, hatta bu yağı, saçları güçlensin diye özelikle sürüyorlar. Erkeklerin çoğu bıyıklı. Hepsinin ortak özeliği ise derileri. Koyu esmer demek belki en doğrusu.
Pantolon giyen yok gibi. Kadınlar parlak ve canlı renkli entarileri tercih ederken, erkekler son derece sönük renkli entariler giyiyorlar. Ayaklarda genelde terlik, ayakkabı giyen de oldukça az.
Şehrin ortasında bunca entarinin yıkandığı açık çamaşırhane var. Bu çamaşırhane oldukça geleneksel. Nehirden gelen su ile insanlar para karşılığı çamaşır yıkıyorlar. Özelikle sıkma kısmı için çok fazla güç gerekiyor. Çünkü burada elektronik hiç bir aygıt yok. Her şey insan gücü ile yapılıyor.
Şehrin üzerinde kartallar dolaşıyor. Kaldığım otelin balkonu tamamen bir file ile kaplanmış. Merak ediyor soruyorum, bu file acaba fare girmemesi için mi diye. Yok diyorlar kartallar için, çıplak olarak balkona çıkan turistlere saldıran kartallar olunca, balkonlar file ile kaplanmış.
Bu sefaletin içerisinde bile insanın pırıltısını görmek o kadar sevindirici ki. Şabir ile tanışıyorum, bana tüm Karaçi’yi gezdiriyor, yemeğe götürüyor, hediyeler alıyor. Arkasından ne gelecek diye bekliyorum. Acaba gecenin sonunda beni kesecek mi diye şüphelenmiyor değilim hani. Sonrası koca bir sevgi sadece. İnsanlığın sevgisi. “Bir insan değiştirebilir her şeyi” diyor. Değiştiriyor da. Tüm gördüklerime rağmen Şabir sevdiriyor bana Karaçi’yi ve Pakistanlıları.
Sömürgeci İngilizler dillerini öğretmiş Pakilere, okumuşların hepsi İngilizce konuşuyor. Fakat o İngilizceleri yok mu, alışmayana zor, telaffuzlarına gülmemek için zor tutuyorsunuz kendinizi. Dilleri dönmüyor bir çok harfe o yüzden yuvarlıyorlar, anlamakta zorluk çekiyorsunuz. Kendi dilleri “Urduca”. Bir çok Türkçe ve Arapça kelime var dillerinde. Aslında “Urdu” kelimesinin bile “Ordu”dan geldiğini iddia ediyorlar.
Biraz hafızanızı zorlarsanız, 15. yüzyılda fırtına gibi esen Hint-Türk hükümdarı Babür’ü, Taç-Mahal’i kuran 16. yüzyıla adını yazdırmış Hint-Türk İmparatorluğu’nun Timuroğulları hanedanının 5. hükümdarı Şah Cihan’ı hatırlayabilirsiniz. Bu yüzden ortak bir geçmişimiz de var bu insanlarla.
Mükemmel yemekler yiyorum Karaçi’de. Çin’den dönüp hiç bir şey yiyemedim diyenlere ne kadar kızıyorsam, Hint yemeklerini sevmeyenlere de bir o kadar sinirleniyorum.
Son gecemizde manken kızlarımız ışıldıyor Karaçi’de. Modacı Zuhal Yorgancı’nın hazırladığı defileden inanılmaz keyif alıyoruz. Pakistanlı organizatör dokunduruyor kendi devletine ve yönetimine. Türkiye’yi örnek almamız gerekir diyor bastıra bastıra.
Karaçi’de hayatı tanıyorsunuz. Elinizdekilerle mutlu olmanız gerektiğini inceden inceye anlatıyor size şehir. Şanssız doğdum diyenlere ibret olsun diye bas bas bağırıyor. Diğer yandan zavallılığın sonunun vahşet olmayacağını da gösteriyor.
Hala kulağımda; “İnsan” diyor Şabir, “Bir insan değiştirebilir her şeyi”.