Takip ettiğim ilk Futbol Dünya Kupası finalleri 1982 İspanya’dır. Yayınlanan karşılaşmalar Türkiye’deki ilk renkli yayınlardı aynı zamanda. Henüz tüm programlar renkli olmadığından siyah-beyaz devam eden yayın süreci ve ekran, başlayan futbol maçlarıyla birlikte bir anda yemyeşil sahanın ortasındaki rengarenk formalar ve tribünlerle renklenivermekte ve şu an anlaşılması güç bir heyecan vermekteydi izleyenlere.1982 Dünya Kupası sadece herhangi bir futbol ziyafeti sayılamazdı. Ekranla birlikte hayatım da renklenecek gibiydi.
Diğer yandan 11 yaşındaki bendenizin de ilk izlediği ve yaşananlar üzerine kafasını yormasına ve düşünmesine neden olan bir organizasyondu söz konusu finaller. Gazetelerde ilk kez futbol üzerine yorum okumaya başlamam da yine aynı döneme denk gelmekteydi. 1981-1982 sezonunda Türkiye 1. Futbol Ligi’nde de Beşiktaş’ın 15 yıl sonra şampiyon olmasının ailem ve sülalemde yarattığı sevinç dalgasının da etkisiyle dikkatim futbol üzerine daha bir yoğunlaşmıştı o yıl. Bunca yaşlı başlı insanı bu kadar sevindirebildiğine göre iyi bir şey olmalıydı “futbol” ve “kazanmak”. Gözüme sadece bir spor mücadelesi gibi görünmemeye başlamış olan futbolun sadece futbol ve spor olmadığı aşikardı.
1982 Dünya Kupası Arjantin-Belçika maçıyla başladı. Finaller öncesi yapılan yorum ve tahminlere göre A.Diego Maradona en büyük yıldız adayı olup bu genç adamın ilk Dünya Kupası tecrübesi merakla beklenmekteydi. Hayatımda ilk kez tanımadığım bir insanın (üstelik bir Arjantinlinin) başarılı olup olamayacağını önemsemekteydim. Bu duygu ve merak yoğunluğuyla başlayan maç sonunda son şampiyon Arjantin beklenmedik bir yenilgi alırken Maradona da kaybolup gitmişti sahada. Duygulu ve ritmik tangocu Latinlerin yenilgisi burkmuştu nedense bizi ailecek. Rasyonel, yeteneksiz, ancak çok çalışarak bir yerlere gelmiş, acımasız sanayi devrimini yaşamış ve tamamlamış memleketlerden oluşan ve bizi içlerine kabul etmeyen ve horlayan sistematik Avrupalıların başarılı olmasındansa, sistemden ziyade bireysel yetenek ve estetiğin bileşimini yansıtan ve biraz da tembellikleri ve genişlikleriyle biraz daha bize benzeyen Güney Amerikalıların başarılı olmasını tercih etmekteydik. Finallerin ilk maçlarının son şampiyonun maçıyla başlama ve genelde de mağlup olmaları geleneğini Halit Kıvanç’ın yorumlarından öğrenmekteydim ve gelenek bozulmamış oluyordu.
Ekranda izlediğimiz Dünya Kupası maçlarıyla Türkiye’de izlediğimiz futbol maçları arasında sadece renkli renksiz yayın farkı yoktu elbette.Çok daha hızlı, akılcı, komik ve zeki insanların da futbolcu olabildiğini görmekteydim. Özellikle Brezilya’nın oynadığı oyunun adı eğer futbol ise, bizim ülkede oynanan oyunun adı futbol olmamalıydı. Çünkü arada öylesine büyük bir fark vardı ki, sanki başka spor dallarıymış kadar farklı görünmekteydi aradaki fark bana. O futbol topu, dripling yaparken ayaklarında sanki vücutlarının devamıymış ve bir parçasıymış gibiydi.Ya da taç atarkenki esneyen gövdeleri ve bacaklarını alışmadığımız biçimde ayırarak duruşları gözüme bambaşka bir spor dalının figürleri gibi görünmekteydi. Ne kadar farklı taç kullananlar vardı dünyada.
Mahalle maçlarında “Şöhretli Futbolcu İsmi” kontenjanını doğru kullanabilmek için ve günceli yakalayabilmek adına Socrates, Eder, Serginho ve tabii ki Zico gibi oyuncuların adlarını ezberlememe şansım da kalmıyordu arkadaşlarımla masum rekabetler yaşayabilmek için. Saydığım topçu isimleri Brezilya Milli Takımı oyuncuları olup en büyük ilgiyi her Türk gibi onlara göstermekteydim. Bu adamların futbol oynarkenki zarafetleri onları neredeyse sanatçı gibi görmeme neden oluyordu.Aklıma takılan konuysa bu kadar büyücü kılıklı oyuncularla dolu Brezilya’nın neden bu kadar aciz, yeteneksiz ve tipsiz kalecilerinin olduğuydu.Kaleci yetiştiremiyordu koskoca Brezilya. İlk maçlarında S.S.C.B.’ye karşı yine şiir gibi, saat gibi oynarken Rusların yarım yamalak bir şutunu kaleci Valdir Perez ilk yarıda içeri alıvermişti ve azap verici dakikalar başlamıştı benim için. Maçın son 15 dakikasına kadar da durum değişmemiş keza efsanevi Rus kaleci Dassayev çok iyi bir günündeydi; ancak Eder ve Socrates’in sanatsal füzeleri (ki hala futbol programlarına jenerik olabilecek görselliktedir her ikisi de) Türk halkına rahat bir nefes aldırtmıştı. Unutulmaz bir maçtı ve bana bir oyunun bitmeden sevinmenin veya üzülmenin anlamsız olabileceğini, sabırlı olmak, çok çalışmak ve inat etmek kavramlarının “adeta bir cümle içinde kullanılırcasına” bir maç içinde yer almasına şahit oluyordum. Farkında olmadan bir şeyler öğreniyordum hayata dair.
Adını hiç duymadığım küçük ülkelerin adlarını, oyuncuların isimlerini, ulusal marşlarını, bayraklarını, formalarını ve hal-tavır-duruşları ve hatta hakeme itiraz ederkenki farklılıklarını izlemek bile eğlenceli bir işti benim için. Özellikle tribünlerdeki neşe ve eğlence hali şok etmişti beni. Latin takımlarının hücumlarını davullarla, çeşitli vurmalı enstrümanlarla samba ritmi eşliğinde desteklemesi olağanüstü bir güzellikti. Yani bizdeki gibi ortalığı cehenneme çevirmeden de desteklemek mümkündü taraftarı olunan takımı, gerilmeye, sinirlenmeye, celallenmeye gerek yoktu. Bir de tribünlerde yer alan birbirinden güzel kadınların bikinileriyle futbol maçı izlemeleri, başka bir gezegenden futbol maçı izlediğim hissine kapılmama neden olmaktaydı. Çünkü memleketimizde futbol demek, erkeklerin tek anladığı, yorum yaptığı ve takip ettiği aktivite demekti. Bırakın stadyuma gitmeyi, TV’den futbol maçı izlemek bile sadece erkeklere özgü bir davranış biçimi olabilirdi. Bikinili seksi kadınların zıplayarak ve büyük bir neşeyle, sevgilileriyle öpüşerek futbol maçı izlemeleri olacak iş değildi. Sonra yine tribünleri yakından gösterdiğinde, mağlup durumdaki takımın taraftarlarının dahi kızgın ve sinirli olmadıklarını, küfredermiş gibi bir hallerinin olmadığını, yenik takımın oyuncusunun mücadele sürerken tebessüm ederek rakipleriyle ve hatta hakemlerle saha içinde şakalaşmaları iyice saçma sapan gelmekteydi bana. Bu güzel görüntüler aslında “futbol”un ve “kazanma”nın o kadar da ciddiye alınacak bir tarafı olmayabileceğini ve aslında hayatın göründüğü kadar karmaşık olmadığını gösterir gibiydi. Futbol aslında sadece bir oyundu. Sorunların, komplekslerin ve gerginliklerin boşaltılmasına yarayan bir araç değildi kısaca.
Maçlar devam ediyor ve yaz tatilinde günde üç ayrı futbol maçını naklen, renkli ve 90 dakika izlemek mest etmekteydi beni. Ülkede başka TV kanalının da olmadığını düşünürsek tüm evler, kahveler, pastaneler, bekleme salonları futbol izlemek durumundaydı TV’yi açtıkları takdirde. Bu arada İtalya galibiyet almadan bir üst tura çıkarken bugün de olduğu gibi sert İtalyan basınınca başta Teknik Direktör Enzo Bearzot ve takımın büyük gol umudu santrforu Paolo Rossi olmak üzere yoğun eleştirilere maruz kalıyordu. Hiç ilgimi ve dikkatimi çekmeyen sıradan bir Avrupa takımıydı ve umursamamıştım açıkçası İtalyanları. Bu arada Almanya’nın gruplarındaki Cezayir’i saf dışı bırakmak için Avusturya ile anlaşmalı ve iğrenç bir maç yapmaları beni pek şaşırtıyordu. Demek ırk, din, dil ve kültürel benzerlikleri olan iki koskoca ülke takımı herkesin gözünün önünde göstere göstere alt tarafı bir spor mücadelesi olan futbolda başarılı olmak için şike yapabiliyorlardı.Bu maç bana hayatın aslında göründüğünden daha çirkin de olabileceği konusunda fikir vermeye yetmişti. Tek tesellim Alman kanalında maçı anlatan Alman spikerin “böylesi bir rezil maçı anlatamam” deyip maçın ikinci yarısını anlatmayı reddetmiş ve maç yayınının utanç sessizliği içerisinde spikersiz yayınlanmış olduğunu öğrenmiş olmamdı.
İlk turun sonunda üst tura çıkanlar belli olmuş ve yavaş yavaş favorilerin elenmesinin zamanı gelmişti. Arjantin-Brezilya maçında Maradona takımının yenilgisini engelleyemiyor ve aynı zamanda kırmızı kart görüp gözyaşlarıyla oyun dışı kalarak hayal kırıklığı yaratıyor ve bir dünya starının doğmadan solduğunu görmek de beni üzüyordu. Ne var ki aynı Maradona’nın 1986’da dünyanın en büyüğü olabileceğini o anda hiç kimse tahmin edemezdi. Tıpkı 1994’te doping ve uyuşturucu kullanıp kupalardan men edilip gazetecilere tüfekle ateş edeceğinin tahmin edilemeyeceği gibi. Sonuçta aslolan Brezilya’nın durumuydu benim için. Brezilya İtalya’yı rahatça devirecek ve final oynayacaktı, kimsenin kuşkusu yoktu bu konuda. Ancak o unutulmaz maçta Brezilya bir türlü öne geçemiyordu. Rossi üç gol birden atıp patlarken bizim takım sadece Socrates ve Falcao’nun golleriyle iki kez beraberliği yakalayabiliyor ve son gole de cevap veremeyince o sanatsal büyücülerle dolu Brezilya eleniyordu. Hazmetmesi ve kabullenmesi çok güç sonuçtu benim açımdan. Ancak TV’deki Brezilyalı futbolcuların benim kadar üzgün ve bitap olmadıklarını görüp rakip takımdaki meslektaşlarıyla forma değiştirecek kadar hayata bağlı olduklarını görmek sinirlerime dokunmuştu, keza ben hayattan soğumuştum o maç sonunda. Maçtan sonra soğukkanlı büyücüler Brezilya’ya dönerken, şanslı İtalyanlar şikeci Almanlarla final oynamaya Madrid’e giderken ben de sokağa top oynamaya iniyordum. Paolo Rossi mi olsaydım şimdiki maçta?
Yarı final ve final maçları fazla ilgi çekici olamadı benim için çünkü yarı finale kalan 4 takımın 4’ü de Avrupa takımıydı. Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan farkı kalmamıştı olayın. O yüzden daha bir sükunet içerisinde izleyebilirdim kalan maçları. Son maçta İtalya müthiş bir oyunla Almanları yeniyor ve hiç değilse kupanın Akdeniz’de kalmasına ve Latinlerin akrabaları kazandı en azından diye teselli buluyordum.
Fransa Milli Takımı’nın emekli kaptanı Blanc’ın sözlerini yıllar sonra duyduğumda ne demek istediğini o zamanlar yavaş yavaş anlamlandırmaya başlamıştım sanırım: Blanc’a göre “Her futbol maçı aslında hayat gibidir. Başlangıcı ve sonu vardır, içinde güzel ve kötü zamanları olabilir. Zor durumlardan düzlüğe çıkılabilir, kolay durumlar zora dönüşebilir… tıpkı hayat gibi. Ve hiç bir maç bir diğerine benzemez, aktörleri ve oyuncuları farklıdır, tıpkı hiç bir hayatın bir diğer hayata benzeyemeyeceği gibi…” Aslında futbol veya başka bir spor dalını izleyen, takip eden tüm çocuklar farkında olmadan hayata dair bir şeyler öğrenmektedir bana göre de.
Bu finaller sadece bir futbol karşılaşmaları bütününden daha fazlasını ifade etmişti benim için. Aslında dünyanın ne kadar büyük ve farklı olduğunu, aslında ne kadar farklı üst-alt kültürler ve dünya tasarımlarının olduğunu bana öğretmeye başlayan bir festivaldi 1982 İspanya. Dünya, tıpkı ekranlardaki maçlar gibi, en azından futbol gibi eğlenceli bir sporla ilgilenirken çok renkliydi ve neşeliydi. Çevremde ise en azından futbolla ilgilenirken o kadar şirin bir şekilde eğlenilememesi, aksine sinirli tartışmalara, kavgalara ve zengin bir küfür repertuvarına sahip olması ve bir erkek renksizliği taşımakta oluşu da içimi burkmuştu. 1986 Meksika’yı bu şekilde beklemeye başlamaktan başka yapabilecek bir şey yoktu artık benim için. Ne var ki hiçbir Dünya Kupası finallerinde de 1982 İspanya heyecanını yaşayamayacağımı ve hatta kimi finalleri takip dahi etmeyeceğimi bilemezdim o zamanlar.