(Yazının ikinci bölümü için tıklayın.)
İşimin gereği kuşlarla yarışırcasına uçtum. Uçmak benim için sıradan hale gelmiştir. Çoğu zaman uykumu getirmesi için uçağa binmeden içki içerim ve uçağın kalkışıyla içimden otuza kadar sayarım, amacım otuzu bulmadan uykuya dalmaktır. Genelde de bunu başarırım. Böylece uçağın inişiyle, dinlenmiş halde işime başlayabilirim.
Düzenli sefer yapan ulusal havayollarına ait uçaklarda kendimi ne kadar güvende hissetmişsem, “charter” diye adlandırılan kiralık uçaklarda kendimi en az bir o kadar tedirgin hissetmişimdir. Hele ki bu kiralık uçaklar, Sovyet döneminden kalma ise bırakın kendinizi tedirgin hissetmeyi, tüm yolculuk boyunca rahatlamak için votka içer ve Tanrı’ya uçağın düşmemesi için dua edersiniz. İnişten sonra bindiğiniz havaalanı otobüsü uçağınızdan uzaklaşırken, uçağın nasıl düşmediğini anlayamamanın hayreti ile metal yığınından gözünüzü ayıramazsınız.
“Antonov”, “Yak” ve “Tupaleyev” kabusları.
Bişkek, Kırgızistan; 1993
Dönüp geçen yıllara baktığınızda “Ah o dönemde şu işi yapsaydım, şimdi zengindim” diye söylendiğiniz olmuştur. Kader 1993 yılında beni öyle bir coğrafyaya sürüklemişti ki, fırsatlar dünyası. Oysa o dönemde üniversiteden yeni mezun olmuştum ve para benim öncelik sıralamamda çok arkalardaydı.
Sovyetlerin çöküşü ile Merkezi Asya’nın ilk iş fırsatı bu coğrafyadan işlenmemiş deri temin etmekti. Yapacağınız iş, neredeyse bedavaya temin ettiğiniz koyun derilerini Türkiye’ye sevk etmekti. Hızlı sevkıyat ise paranın hızlı dönmesi ve daha çok para kazanmanız anlamına geliyordu. Bazı akıllı Türk iş adamları ise belki benzerine rastlanmayacak bir sevkıyat yolu seçmişti. Derileri karayolu yerine uçakla taşımak.
“Antonov” tipi uçaklarla tanışmam ilk defa Bişkek Havaalanı’nda olmuştur. Modeli yaratan kişinin ismini alan uçak tipinin en yaygını “Antonov-24” tür. Bu on beş kişilik pervaneli yolcu uçaklarını, koltuklarını söküp kargo uçağına dönüştürmek fikri ise bizim milletimizin mensuplarına ait olmasından gurur duymalıyız herhalde.
“Antonov-24” havaalanında kalkışa geçiyor. Zorluyor, zorluyor ve pistin sonuna doğru kalkamayacağını anlayınca pist başına geri dönüyor. Üç kere kalkmayı deniyor, fakat nafile. Uçağın kapısı açılıyor, aşağıya balya balya koyun derileri atılıyor. Balyaları atan tüccar cimri. İlk önce üç balyadan vazgeçiyor. Aşağıya sallıyor balyaları ve tekrar deniyor kalkışı. Olayı seyreden on kadar Türk, uçağa destek veriyoruz; “Haydi, haydi kalk koçum”. İlk sefer başarısız. Pist başına tekrar üç balya daha atıyorlar. Bu sefer olayı bizler gibi şaşkınlıkla seyreden Kırgızlar ve Ruslar da destek veriyor, onlar da “haydi” diye tempo tutuyorlar; “Davay, davay”.
Bahisler başlıyor bile. Türklerin genel olarak görüşü uçağın kalkıştan hemen sonra düşeceği yönünde. Ruslar ve Kırgızlar ise “Düşmeyecek, göreceksiniz” diyorlar. On Dolarlıklar elden ele dolaşmaya başlıyor.
Defalarca denemeden sonra uçaktan yirmi kadar balya atılıyor. Uçak pistin başından kalkışıyla önce ön tekerleği hafifçe kalkıyor, aynı bir haltercinin yükün altında zorlanması gibi bir süre aynı pozisyonunu koruyor. Pistin sonuna yaklaştıkça bu denemenin son deneme olacağı anlaşılıyor. Uçak pistin son metrelerinde poposunu da yukarı çekiyor ve yerle irtibatını kesiyor. On, on beş metre kadar yükseldikten sonra bir anda tekrar kendini aşağıya salıyor ve aniden tekrar toparlıyor. Şaşkınlığımız kaybolmadan Ruslar ve Kırgızlar paraları cebe indirip uzaklaşmaya başlıyor. On Dolarımı alan yanımdaki adam camdan uzaklaşmaya kalktığında;
– Dur daha bitmedi, bu uçak kesin düşecek.
Kendinden emin bir tavırla;
– Daha fazla paranı almak istemem. Sen istersen sabaha kadar bekle bu uçaklar düşmez. Motoru dursa planör olur, hem karaya hem de denize inebilir. Parana üzülme, bir gün Antonov-24’e binersen bu on Dolar sayesinde için rahat seyahat edersin.
“Mümkün değil bu uçaklara binmem” diye içimden geçiriyorum.
Büyük konuşmayacaksın.
Çimkent, Kazakistan; 1993
Kazakistan’da Almaata Çimkent şehirleri arası bin kilometre kadardır. Tren benim için hep en emin yol olmuştur. Akşam üzeri altıda bindiğiniz yataklı trenden bir gün sonra sabah on sularında inersiniz. Yol boyunca hem güzel yemekler yiyebilirsiniz hem de güzel bir uyku çekebilirsiniz.
Çimkent’ten Almaata’ya çok acil gitmem gerektiği için aklım trende kaldığı halde Çimkent havaalanına geldim. Bileti alırken ilk sorum uçağın modeli oldu.
– Antonov 24.
“Evet, Ercan buraya kadarmış” dedim içimden. Elimde ufak bir çanta var. Bagaja vermek istedim, ama almadılar. “Uçakta bagaj bölümüne kendiniz koyarsınız” dediler.
İş arkadaşım Hakkı Egemen ile birlikte bekleme solanında votka içmeye başladık. Hakkı Bulgaristan’da uzun yıllar yaşadığı için bu uçaklar hakkında benden daha tecrübeli. Beni yatıştırmaya çalışıyor.
– Sen hiç korkma, tek yapmamız gereken yer kapmak.
Bu arada bekleme salonunda bir başka Türk olduğunu da fark ediyoruz. Çevresindeki güzel Rus bayanlar kendisini uğurlamaya gelmiş, belli ki buranın yabancısı.
– Bak, bunun hiç şansı yok.
Hakkı, komünist sistemde büyümesinden midir bilinmez bilgiyi gramla verir. Hiç unutmam Kazakistan’da ilk tanıştığımızda “Anlatsana, buralar nasıl?” diye sormuştum, aynen şöyle dedi; “Yok öyle, yavaş yavaş, sindire sindire”. O yüzden Hakkı’ya fazla soru sormuyorum, sıkıştırmazsam kendisi daha çok anlatır.
Ağzından laf almak için atıyorum oltayı,
– Bence de hiç şansı yok.
Hakkı’nın ketum günlerinden biri daha.
– Yahu buralara geliyorlar, kızlarla falan….. Sonra bir de uçağa binecek ha.
Havaalanının uçakların bulunduğu bölümüne kapı açılıyor. Hakkı bana bağırıyor.
– Koş, koş.
Yüz metre koşu yarışçıları halt etmiş. Kapının açılması ile hepimiz birbirimizi iterek deli gibi koşturuyoruz. Önümde koşturan kadın benim neredeyse iki katım ve yaşlı, fakat tüm gücümü kullanmama rağmen kadını geçemiyorum. Hakkı arkada mı, değil mi bilmiyorum. Uçağa varıyoruz. Uçağın merdiveni önünde oluşan sırada herkes birbirini ittirip öne geçmeye çalışıyor. Onca gayretime rağmen arkalarda kalmışım. Uçağın içine daldığımda uçağın ön tarafında boşluklar görüyorum, nezaketi bırakıp önüme geleni itekleyip öndeki koltuklardan birine oturuyorum. Elimdeki çantayı da yanımdaki koltuğa koyduktan sonra bakışlarımla Hakkı’yı aramaya başlıyorum. Hakkı daha da arkada kalmış ayakta o da beni arıyor. Bütün koltuklar dolmuş. Uçak çok ufak, en fazla on beş kişi var. Yanıma geliyor ve kendisine ayırdığım koltuğa oturuyor. “Çantanı bagaja koy istersen” diyor. Bagaj dedikleri uçağın içinde bir oda. Yer bulamayan iki kişi ayakta kalıyor, bir tanesi bizim Türk, diğer ise son derece alımlı bir bayan. Uçağın ön kısmından pilot çıkıyor ve;
– Ayakta iki kişi kaldı, eğer sıkışıp yanınıza bir kişi alırsanız sıkışanlara kişi başına on dolar öderiz.
Hakkı, atılıyor. Pilota sessizce;
– Bizce sorun yok ama adam şişman biz sığamayız. Kız yanımıza gelirse olur.
Hakkı’nın iç güdüsel duyguları, milliyetçilik duygularını bastırıyor. Pilot bayanla konuşuyor ve bayan yanımıza geliyor. Bayan bizimle neredeyse kucak kucağa konuma geldikten sonra bizim Türk’ü kimse yanına kabul etmiyor.
Pilot küçük bir tabure çıkarıyor. Adama ilk ve son teklifini yapıyor.
– Ya buna oturursun, ya bagajda uçarsın, ya da uçamayacaksın.
Adam çok sinirleniyor, Türkçe küfürler sallıyor. Fakat birbirlerini anlamadıklarından dolayı hiç bir gerginlik yaşanmıyor. Seçim bagaj. Bagaj dediğim de, kokpit yanında küçük bir oda.
Pilot hemen bize paralarımızı veriyor. Biz erkekliğe yediremediğimiz için parayı kabul etmiyoruz, uçuş esnasında bize vermesi gereken para karşılığı kadar votka getirmelerini talep ediyoruz.
Ortam sakinleştikten sonra uçağı incelemeye başlıyorum. Uçak bizim Dudullu minibüslerinden hallice. Kemer bağlamamız mümkün değil çünkü iki kişilik yere üç kişi sığışmışız. Motorlar çalışıyor, pervaneler tüm güç çevriliyor. Sonra pervaneler yavaşlıyor. Hakkı “Tamam bir” diyor. Sonra uçak tüm pisti turluyor. Turlama sırasında aralıklarla fren yapılıyor, uçak sağa sola döndürülüyor. Pistte tekrar aynı noktaya geliyoruz. Hakkı “Tamam iki” diyor. Uçağın yeryüzü ile temasını kestiği anda, Hakkı ” Tamam üç, artık hiç korkma bu uçağa bir şey olmaz” diyor.
Bulutlardan yavaş uçan uçakta içtikçe içiyoruz. Bende korku kalmıyor. Uçaktan inerken alkolün etkisiyle üçümüzde ayakta zor duruyoruz.
Sonraki yıllarda taburede uçmak benim için olağan, bagajda çilingir sofrası kurup eğlenmek ise son derece keyifli hale geldi.
Samara, Rusya; 2001
Acaba ben deli miyim diye düşündüren gezilerimden bir tanesi daha. Rusya’da on beş gün içerisinde dört tane şehri ziyaret ediyorum. Son şehrim Rostov. Rostov’dan İstanbul’a döneceğim.
Samara’dan Rostov’a uçmak için biniş kartımı alırken, her zaman ki gibi uçağın modelini öğreniyorum; Yak.
“Yak”larla defalarca uçtuğumdan rahatım, aslında tecrübeli bir arkadaşımın bana daha önce söylediği de hiç aklımdan gitmiyor, “Rus uçaklarında en çok düşen Yak serisidir”. Uçağa kıç kısmından bindiğiniz ve “Antonov” serisine göre büyükçe olan Yak serisinde daha önce hiç sıkıntı yaşamamıştım. O yüzden rahatım. Bekleme odasında çok fazla kişi de yok, seviniyorum koşuşturmaca yaşamayacağız. Biniş kartımı alırken küçük bavulumu bagaja vermek istediğimde, “bagajı uçağın içerisinden vereceksiniz” diyorlar. Bu laf beni huzursuz ediyor.
Uçak küçük bir jet. Hani bazı firmaların motosikletten sonra ürettikleri ilk otomobiller olur ya, işte bu uçak Yak modelinin arabadan sonra üretilen ilk tip uçak tipi gibi. Tekerleklere bakıyorum, tekerlekler kabak. İçeride on kişinin oturacağı kadar yer var.
Beş, altı yolcuyuz. Söylene söylene bir koltuğa oturuyorum. Hava çok soğuk. Ağzımdan çıkan nefesin soğuk buharı neredeyse yarım metre uzuyor. Nezle olduğumdan mendilimi arıyorum, bulamıyorum. Uçağın acil çıkış bölümüne oturmuşum, yanımda kapalı olan acil çıkış kapısı var. Soğuk girmesin diye kapının aralıklarına peçeteler sokuşturulmuş. Oradan bir peçete çekip kullanıyorum. Peçetenin üzerinde “Samara Airlines” yazıyor. Biraz önce arayıp da bulamadığım hostes hemen yanı başımda bitiyor. Hostes dediysem, öyle fıstık gibi bir kız diye düşünmeyin. Hostesin yaşı muhtemelen bindiğimiz uçağın yaşından daha büyük. Hostes sinirli. “Oradaki peçeteleri kullanmayın, soğuk girer” diye söyleniyor. Getirdiği peçetelerden bir dolusunu benim peçete aldığım yere sıkıştırıyor, bana da bir tane peçete veriyor. İçimden “Aman Tanrım, ömrüm buraya kadarmış” diyorum. Kendimi rahatlatmak için hostesten votka istiyorum. Hostes “Uçakta votka olmadığını, eğer fazladan para verirsem havaalanından bana votka getirtebileceğini” söylüyor. Fazlasıyla para veriyorum. Belki, havacılık tarihinde bir ilk gerçekleşiyor ve benim votkanın gelmesi için uçağın kalkışı on dakika kadar gecikiyor. Keşke bir de sigara isteseydim diye düşünüyorum, ama diğer yolcular zaten bana kötü kötü baktıkları için ağzımı açamıyorum.
Uçağın yerden irtibatının kesilmesiyle, hem Tanrı’ya dua ediyorum hem de votka içiyorum. Ne ikilem. Arkamda orta yaşlı iki Rus bayan var. Uçak kalkmadan başladıkları sohbetleri sinirime dokunmaya başlıyor. O kadar rahatlar ki, sanırsınız dünyanın en güvenli yolculuğunu yapıyoruz. Hiç susmuyorlar.
Bir süre sonra uçağın ısınacağını umut ediyorum. Fakat, nefesimin soğuk buharı her geçen dakika daha da uzuyor. Uçak kendinden beklenmeyecek kadar yüksekliğe ulaşıyor, şaşırıyorum. Votka şişesinin dibi görünmesine doğru korkum geçiyor. Kalkalı neredeyse iki saat olmuş, iki saat daha uçuyoruz. Uçağın bence mucizevi bir şekilde inmesiyle havaalanında bizi bekleyen otobüse biniyorum. Hemen yanı başıma geveze bayanlar oturuyor.
Birisinin lafı bittiğinde, diğeri bir saniye dahi beklemeden konuşmasına devam ediyor.
Rostov, Rusya; 2002
İstanbul’a gidiyor diye bindiğiniz uçağın ilk anonsunda Antalya’ya iniş saatiniz bildirildiğinde ne düşünürdünüz? Herhalde ilk işiniz yanınızdaki yolcuya “Bu uçak nereye gidiyor?” diye sormak olurdu. Yanımdaki Rus bayan soruma aynen “Antalya” diye cevapladı.
Hostesi çağırdım, bir karışıklık olduğunu bizim biletlerimizin İstanbul için alındığını uçağın ise Antalya’ya gittiğini izah ettim. Hostes son derece soğukkanlı cevap verdi.
– Acele etmeyin biz sizi İstanbul’a götürmeyeceğiz demiyoruz ki, Antalya’da geçireceğimiz bir kaç saatten sonra İstanbul’a da uçacağız.
Hizmet sektörü dediğin işte böyle olur. Beğenmiyor musun kardeşim, al sana paraşüt atla. Hostes ne yapsın?
Benim “Allahuekber airlines” diye tabir ettiğim bir charter servis ile Rostov’dan Antalya’ya, oradan da kısmetse İstanbul’a gidiyoruz. Uçak Tupaleyev serisinden.
Belli ki tüm uçak tatilci, herkes de bir heyecan. Fakat yanımda oturan bayan ruhsuz, tam bir heykel. Ara sıra kendisini dürtüyorum, sonra Türkçe “Yaşıyor musun?” diye soruyorum. Suratıma ters ters bakıyor.
Oturmaktan sıkıldığım için koridorda ayakta duruyorum, bir yandan da iş arkadaşım Adnan Özşahin ile konuşuyoruz. O oturuyor.
– Allah korusun bu uçaklarla uçuyoruz, ama gerçekten bizi Allah koruyor herhalde. Bir gün pisi pisine öleceğiz. Geçen ay Almaty’den Bişkek’e arabayla geçiyorum. Yol yol değil, araba araba değil, şoför şoför değil. Nasıl oldu da kaza olmadı hayret ediyorum. Allah koruyor Allah.
Tam sözümü bitirmiştim ki, uçak hızla irtifa kaybetmeye başladı. Ayaklarımın hafif yerden kesildiğini hissettiğimden dolayı hemen yanı başımda oturan ruhsuz bayanın bacaklarına sarıldım. Bayan durumu algılayamamış olsa gerek ki, Rusça “Ne yapıyorsun sapık” diyor, ellerimi bacaklarından sökmeye çalışıyor. Baktım bana saldırı var, bayanın tüm bacakları ile birlikte koltuğunu da sarmaladım. Tam bu esnada uçak irtifa kaybetmeyi bıraktı. Hemen koltuğuma geçtim. Bayandan özür diledim, fakat kadının suratı kıp kırmızı. Durumu izah etmeye çalıştım “Ayaklarım yerden kesiliyordu, kötü bir niyetim yoktu”. “Tamam, tamam” dedi. Bir süre sonra koridorun diğer yanında oturan diğer bayana “Baksana Türkler daha uçak inmeden bana saldırmaya başladı” dediğini duydum.
Antalya’ya indiğimizde yer görevlileri bizden bilgi istediler ve rapor tuttular. Bizim uçak ile bir başka uçak burun buruna gelmiş, bizim uçak çarpışmamak için aşağıya sallanmış.
(Yazının dördüncü bölümü için tıklayın.)