Taşınmak zor iş. Hele tek başına yaşadığında, daha da zor. Aynı evi paylaşanlar, evin içindeki iş bölümünü, taşınmaya da yansıttıklarından, işleri kolaylaşıyor. Evde, herkesin kendine göre bildiği bir iş vardır. Biri bardak çanağı, mutfak dolabına dizerken, öbürü kutuları boşaltabilir. Örneğin ben, kitapları toplayıp yerleştirmeyi, müzik aletlerini kurup, düzenlemeyi becerebilirim. Ama, mutfak araçlarını düzgünce dizmek, örtüleri doğru yere sermek, benim için, satranç oynamaktan daha zor. Bütün hamleleri, önceden tasarlasam bile, en basit konularda takılıp kalabiliyorum.
Taşınma telaşı ile, hayatımda ilk kez, perdeciye gittim. Kendi yazdığım senaryoda, mahallenin içindeki küçük bir dükkana gidip, iki metrelik bir tül perdeye gereksinimim olduğunu söylüyordum. Bunun üzerine, perdeci raftan istediğim ölçüdeki perdeyi verip, halkalarını takıyor ve bana da eve dönüp, perdeyi yerine takmak kalıyordu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bir kere, dükkan benim düşündüğümden daha kalabalıktı. Uygun zamanı kollayıp, tezgahın arka tarafındaki çocuğa yanaştım. Yaşının küçük olması beni yüreklendirmişti. İstediğim perdenin boyutlarını sorunca, elimdeki not kağıdına baktım. Ne yazdığını bilmeme karşın, kağıttan okuyarak, 2.05 dedim. Çocuk bana, perdenin yüksekliğini de sorunca ilk eksiğim ortaya çıktı. Daha sonraki sorular ise, benim sözcük dağarcığımın tümüyle dışındaydı. Kendisine, alçak sesle, bugüne kadar, perde konusu ile yeterince ilgilenemediğimi, perde almak isteğimin de yalnızca, evin dışarıdan görülmesini engellemek amacını taşıdığını anlattım. Ayrıca, sade bir şey olması koşulu ile, anlamını bilmediğim nesneleri de, perdeye iliştirebileceğini söyledim. Ancak çocuk, benim bilgisizliğimin üstüne gitmeye kararlıydı. “Bire iki mi olsun, yoksa bire üç mü yapalım?” sorusunu, “İki iki berabere olsun” biçiminde, soğuk bir espriyle savuşturup dükkandan ayrıldım. Ertesi gün, telefonla, perdenin yüksekliğini bildirmek, bir hafta sonra da perdeyi teslim almak üzere anlaştık. Senaryomda üç dakikayı geçmeyen iş, uygulamada bir haftaya uzadı. Taşınmanın diğer aşamaları da benzer olaylara sahne oldu.
Neyse ki, ancak bir odayı dolduracak kadar eşyam var. Yatak ve kanepeyi, satın aldığım mağaza gönderdi. Diğerlerini ise arabayla taşıdım. Evin, nem aldığını sonradan öğrendiğim odasını, taşınmadan bir hafta önce boyatmıştım. Elektrik işlerini ise sokak içinde bulduğum bir adama yaptırdım. Elektrik işi derken, öyle usta olmaya falan gerek yok. İş, elli santimlik bir kablonun ucuna ampul takıp, tavandan aşağı sarkıtmak. Evde, beyaz eşya denilen cihazlardan henüz yok. Prizleri denemek için, elimde radyo ile tüm odaları dolaşıyorum. O sırada gözüm, önceki kiracıdan kaldığını düşündüğüm kabloya ilişiyor.
Kabloyu izlediğimde, bir ucunun, terastan, çatıdaki antene; diğer ucunun ise, apartman boşluğuna açılan pencereden, alt kata indiğini görüyorum. Ancak kablo, alıştığımız gibi duvar kenarlarından dolaşmıyor. Apartman boşluğuna açılan pencereden odaya girip, salonun ortasından geçerek, kapıya kadar ulaşıyor. Terasın kapısı kabloyu altına alarak kapanabiliyor ama, apartman boşluğuna açılan pencereyi kapatmak olası değil. Alt kattaki dairenin kapısını çalıp, kablolarının, evimin içinde dolaştığını söylediğimde, oturduğum evde, eskiden akrabalarının yaşadığını söylüyorlar. Eğer bence de bir sakıncası yoksa, birkaç hafta içinde başka bir yol bulacaklarmış. Neden söylediğimi bilmeden, “benim için, bir sakıncası yok” diyorum. Verdiğim söze karşın, görüşmemizi izleyen iki akşam, üst üste, terastaki bağlantı yeri ile oynayıp, evlerinin televizyona dayalı sistemini bozmaktan, büyük zevk alıyorum. Üçüncü akşam ise, adam kapımı çalıp kablosunu, geri istiyor. Ben geldikten sonra, yayın kalitesi bozulmuş. Artık, televizyonla çatı arasında, başka bir bağlantı kurulduğundan, ilk günkü konukseverlikten eser yok. Birkaç kere kabloya takıldığımı, ancak benim için endişelenmemelerini, ciddi bir sakatlanma yaşamadığımı söylüyorum. “Senin de bize işin düşer” anlamına gelecek şeyler söyleyip evine dönüyor.
Ev, Ümraniye’nin girişinde, santrale yakın bir yerde. Büyükçe bir terası var. Akşama kadar işlerimi bitirip, terasta bira içmeye karar veriyorum. Perdeler takılı, evin temizliği de yapılmış olduğundan işim çabuk bitiyor. “Eşyaları nasıl yerleştirsem?” diye bir sorun yok. Yapılabilecek denemelerin sayısı üçü geçmiyor.
Dışarıda bir şeyler atıştırdıktan sonra, ısınmasınlar diye, biraları, eve dönerken, bitişikteki bakkaldan almaya karar veriyorum. Ama planım, bakkalın, “bizde bira yok” sözüyle bozuluyor. Saat sekizi biraz geçiyor. Geçtiğim yolları, gerisin geriye yürüyorum. Santrale geldiğimde, ilk olarak, bir büfeye soruyorum. Yanıt aynı. Şaşırmış halde yürümeyi sürdürüyorum. Birkaç denemeden sonra, yanıtlardaki ortak bir özelliği fark ediyorum. “Biramız bitti” ya da “kalmadı” değil, “burada olmaz”, “biz satmıyoruz”. Sokakların arasında, umutsuzca ilerliyorum. Çarşıya kadar gelmişim. O anda, sezilerime kulak verip, içinde içki olmadığı her halinden belli olan, bir bakkala giriyorum. Kasada, sakallı bir adam duruyor. Beklenen yanıtı aldıktan sonra, buranın yabancısı olduğumu ve üç kilometreye yakın yol yürüdüğümü ama iki tane bira bulamadığımı anlatıyorum. Adam haklı bir gururla gülümseyip, yerinden doğrulduktan sonra, benimle kapıya kadar çıkıp, kendisinden beklemediğim kadar ayrıntılı bir tarif veriyor. Tarife uygun olarak, Ümraniye, son durağa kadar yürüdükten sonra, amacıma ulaşıyorum. Batan güneşle birlikte, sıcak etkisini yitirmiş. Acelem yok. Ağır ağır evin yolunu tutuyorum. Şişeleri alıp, ışıkları kapattıktan sonra, terasa çıkıyorum.
Yüzüme serinlik çarpıyor. İçimde, nedenini bilmediğim bir sevinç. Tanıdık bir şarkı var radyoda. Şiir defterimi çıkartıp, düşünmeden yazıyorum:
“Irmaktan bir yudum su iç,
Çağla yeşili tadında.”