– “Erhan hadi yavrum, yukarı.”
Eski bir semtin ara sokaklarında kaybolmak. Pek çok insanın olduğu gibi benim de kaybolmak için kendime ait bir yerim var, kimsenin bilmediği. Evden kalkıp dolmuşla, trenle, vapurla gidilen türden, gerçek bir yer; bilinmeyen sokaklar arasında her seferinde yeni bir kayboluşun başladığı.
Buranın insanı yeni yüzlere alışık: Kendi kendine konuşanlara, yürürken belli aralıklarla ayaklarını yere sürüyenlere, adımlarını anlaşılmaz bir ritme dönüştürüp başları havada perde aralıklarından evleri gözetleyenlere, yol ortasında ceplerinden eskimiş bir kağıt parçası çıkartıp okuduktan sonra yoluna devam edenlere…
Semt sakinleri, rotasız gemiler gibi sokaklarda yüzen insanları garipsemiyor, yabancı gibi görmüyor, kendi hizalarını geçince arkalarından şöyle bir bakıyor belki. Hareketlerinden bir yere gitmek üzere yürümedikleri, bir şeyler görmek için bakmadıkları belli. Zaten sokakların kesiştiği yerde, üzerlerinde bir çift göz ile nereye gideceklerine karar veremeden kalakalıyorlar. Bense yol ayrımlarına gelmeden önce kendi kendime söylüyorum “bu sefer sağa” ya da “dosdoğru devam et” diye. Ama ayrıma geldiğimde gene de bocalıyorum. Çünkü diğer yönü görmeden verilen karar dönemeçe gelince tüm anlamını yitiriyor.
Gecekonduların şehirlerin içine sokulmasıyla birlikte bu kayboluşlar daha da renklendi. Daracık, taştan sokaklar, bir zaman tüneli içinde sizi ansızın sıvasız, boyasız, çerçevesiz gecekondularıyla daha önce hiç görmediğiniz bir mahalleye taşıyor. Zengin evlerin arka sokakları öylesine yoksul yerlere varıyor ki şaşıp kalırsınız. Biraz öncesini görmek için arkama bakarken, sokakta çocuk, yaşlı, kadın, erkek ne çok insan olduğunu fark ediyorum. Gecekondular, akşam saatinde elinde bir demet çiçekle kapıyı çalan davetsiz bir konuk gibi çıkıyor insanın karşısına. Az öncesini düşünüyorum. Aklımda sokak lambasının altında komşusunun kandilini kutlayan bir Ermeni yaşlısının görüntüsü.
Sokaktaki kalabalığı göstererek, “üşümedikçe içeri girmezler” diyor. Yemek içeride yense de çay mutlaka sokakta demlenirmiş. Kapılarında doğru düzgün kilitleri de yok; evlerinde değerli bir şey yok ki. Hem ne kapıları sağlam, ne de komşuları. Sarhoşluksa en çok şehrin burasına yakışıyor. İçeri düşeni, dışarı çıkanı…. Ama gene de hapisliği, yüksek katlı, kalın camlı, ışıksız binalara yeğliyorlar. Yaşamlarının değeri bir bıçağın ucunda. Örneğin kaldırıma oturmuş polisleri izleyen şu adam: Polisten korkuyor, ama polisin ondan korktuğu kadar değil.
Belediye başkanı geçenlerde gecekonducuları apartmanlara tıkmak için büyük bir çalışma içinde olduklarını söyledi. Ama gecekondularda yaşayanların, sürekli yakınsalar da, akmayan suları ve olmayan kanalizasyonu ile kendi evlerini başkalarının evlerine değişmeye niyetleri yok. İşin bir de başka yönü var. Gecekonduların yaşam biçimi, dört duvar içine sıkışmış ‘apartmanlıları’ içten içe kıskandırıyor. Apartmanlarda yaşayanların tek istediği gecekonduların yıkılıp, içindekilerin de kendileri gibi evlere taşınması, çocuklarının kendi çocukları gibi okullara gitmesi. Böylece sokakta sabahlayan kadınların, eline para geçince sarhoş olana kadar içen adamların ve elleri çamur içinden çıkmayan, konuşmaya küfürle başlayan çocukların rahatsız edici görüntüleri de yok olacak. Ama en önemlisi, canının istediği gibi yaşayan, yaşamları da dahil olmak üzere hiçbir şeyi umursamayan, yoksulluklarının karşılığında alabildiğine özgür yaşayan bu insanlar da duvarların arasına kısılacak. Apartmanlıların içini kemiren o dayanılmaz yalnızlık duygusuna birileri daha ortak olacak.
Yarısı hırsız ya, o da mı güzel? Başa gelmeden konuşmak kolay ama benim sözünü ettiğim hırsızlar, evlere girip televizyonu, yanında duran birkaç şişe şarapla birlikte çaldıktan biraz sonra televizyon seyrederken boş şişelerle yakalanan türden…
Yürürken bunları düşünüyorum. Gözüm gecekonduların düzenine göre yapılan yeni yolda. Evlerin arasından bir yılan gibi eğile büküle anayola uzanıyor. Kaldırım sonradan yapıldı. Daha önce, asfalt yol bahçe duvarlarına kadar geliyordu. İnsanlar bahçeden dışarı adımını atınca caddeye çıkıyorlardı. Sürücüler içinse yolun sınırı bahçelerdi. İnsanlar, kaldırım yokken, hızlıca gelebilecek bir araçtan kendilerini sakınmak için, iki adımda bir arkalarına bakarak yürüdüklerinden sözleri hep yarım kalırdı.
İş çıkışı. Yolun eğriliğinin kendi yaptıkları derme çatma evlerden kaynaklandığına aldırmadan:
– “Hay ben bu yolu yapan mühendisin nikahına….”
– “Belediyenin yapacağı yolun tam ortasına…”
– “Bu yolu çizen kör ibnenin cetveline…”
diye söverek yürüyorlar. Yüzlerinde ise bir kızgınlık belirtisi yok. Kaldırım yapıldığından beri arkalarına bakmadan rahat rahat sövebiliyorlar. İleride yeni yapılan büyükçe bir apartmanın en üst katından bir kadın, aşağıya sesleniyor.
– “Erhan, hadi yukarı.”
Çocuk “tamam” diye bağırdıktan sonra, bahçe kapısının arkasındaki kediyi fark ediyor. Hızlıca yaklaşan bir aracı gözleyip, gerekli hesaplamayı yaptıktan sonra, kediye doğru hızlıca bir hamle yapıp, onu arabanın altına doğru kovalıyor. Bir fren sesiyle birlikte arabanın altından hızlıca kaçıyor kedi. Çocuk, hesaplarının suya düşmesinden rahatsız, evine yollanıyor. Apartmanların ışıkları birer birer yanıyor.
– “En güzel şarabını ver” diyor adam, “ama biliyorsun paramız yok”.
Eliyle raflara uzanırken yanıtlıyor büfeci:
– “Biliyorum…”