Bugünlerde TV’ de sık sık duymakta olduğumuz bir slogan var “Turizmden Türkiye’ye elli milyar dolar”.
Nasıl bir hesap ile bu rakama ulaşmışlar, Türkiye turizm potansiyelini, nasıl sayılabilir yahut en azından kestirilebilir hale getirmişler, bunu anlamış değilim ama bu yargıyı analitik bulmadığımı söylemeliyim.
Bence bir ülkenin turizm potansiyelini, doğal güzellikleri sabit varsayarsak , o ülkedeki insanlar tarafından sürdürülen faaliyetler belirler ki, bu faaliyetlerden kastettiğim sadece turizm yatırımları ve turizm bölgelerindeki işletmelerin faaliyeti değil aksine o ülkedeki insanların zevkleri, yaşam tarzları, estetik kaygıları, sosyal davranış tarzları, kamunun benimsediği davranış biçimi, kültürel altyapı, eğitim seviyesi, adalet, sağlık, ulaşım, güvenlik gibi o ülke toplumunun tüm faaliyetleridir.
Ülkemiz açısından bir statik analiz yapacak olursak, oluşan tablo bize, turizm konusunda şu an bulunduğumuz noktayı gösterecektir. Ayrıca yapılacak bir dinamik analiz ile geçmişten geleceğe bir perspektif oluşturulabileceğini düşünüyorum. Yoksa, “kardeşim, biz henüz turizme açılmamış bölgeleri turizme açıp, şu kadar otel yapıp, şu kadar yatak kapasitesine ulaşırız, Türkiye de turizmden “x” tutarında gelir elde eder” tezi her ne kadar iyi niyetli olsa da, yetersiz bir çıkarım olacaktır.
Açıkçası ben, ülkemizde yatak kapasitesinin gelecekte bir miktar artabileceğini hatta turizm gelirimizin de nispi olarak artabileceğini kabul ediyorum, ancak Türkiye turizminin, gelecekte bir çok problem ile karşılaşabileceğini de olasılık dahilinde görüyorum. Daha doğrusu, ülkemizde tüm diğer konularda sahip olunan ilkesizliği, turizm konusunda şimdiye kadar yapılanlar ile bütünleştirdiğimde böyle bir yargıya varıyorum.
Tamam, ülkemiz doğal bir güzelliğe sahip ve kökü çok eskilere dayanan kültürlerden izler taşıyor, ancak yukarıda da belirttiğim gibi şu anda üzerinde yaşayan toplum henüz kendi yaşam estetiğine, felsefesine, toplumsal düzenine sahip olamadığından, bu durum yukarıdaki pozitif özelliklere bir negatif bileşen yaratmaktadır.
Türkiye’de kentlerde yaratılan, belediye-müteahhit kaynaklı yapılaşma istilası, çevreyi ve turizmi ileri derecede tehdit etmektedir. Bu ikili, durmadan yorulmadan sürekli yüksek performans sergileyebilmektedir. Ülkemiz kıyı şeridinin büyük bir kısmı sekiz-on katlı yazlık-apartman tarzı yapılarla bezenmektedir. Maalesef bu duruma, otel, pansiyon v.b.gibi tatil koşullarına uyum sağlayamayan ve her gittiği yerde evinin koşullarını arayan ataerkil Türk insanı da milyarlarca para harcama pahasına gönülden destek vermektedir.
Bundan birkaç sene önce, Türkiye’nin güneyinde turizmle henüz fazla tanışmamış olan Finike’den geçerken, çocukluğumda Mersin’in uçsuz bucaksız el değmemiş sahillerini anımsamıştım. Mersin sahillerinde yapılaşma yok denecek kadar azdı o zamanlar. Denize dönünce iyot kokusu vururdu insanın yüzüne, sırtını döndüğünde ise konumuna bağlı olarak: çam veya portakal ağaçlarının o büyüleyen kokusu.
Derken, ilk temeller atıldı bu güzelim sahillere, üzerinde kilolarca meyvesi olduğu halde o güzelim portakal ağaçlarının yere devrilmiş gövdelerini görmeye alışamamıştım. Bir süre sonra Kızkalesi’ne kadar yaklaşık yirmi beş, otuz kilometrelik bir sahil şeridi en az on katlı yapılar tarafından istila edildi. Adana’daki herkesin bir yazlığı vardı artık bu sahilde. Ancak burası da artık Adana olmuştu ve insanlar bundan sonra tatil için yeni yerler aramalıydı.
Geçtiğimiz yaz Kaş’a tatile giderken, Finike yine rotamın üstünde kalmıştı. Bu kez aynı güzel kasabada, Mersin’deki talanın başlangıcını hatırlatan ve İstanbul’dan çok iyi tanıdığım Ekşioğlu İnşaat – Sahil Sitesi inşaatının yazısını gördüm. Bu bloklar İstanbul Çekmeköy’de aynı firmanın inşa ettiği konutların kopyası idi. Yani konutların mimarisi bile bir tatil beldesine uyum sağlayacak şekilde belirlenmemişti. Birden, tatilimin ortasında eski yaşananları hatırlayarak, derin bir üzüntüyle karışık umutsuzluğa kapıldım.
Şu an itibarı ile Türkiye’de benzer yapılaşma sonucunda, sahil turizminin yapılabileceği (yabancı turizm açısından) alan Antalya ile Kuşadası arasındaki bölgeye sıkışmıştır. Gökova’ya termik santral yapan bir zihniyetin yaşadığı bir ülkede, ben bu bölgenin bazı istisnalar dışında istilaya açık olmadığına ilişkin hiçbir garanti göremiyorum. Zeugma suya batarken ismini değil ama söylediği cümleyi hatırlayabildiğim bir bakan “Bunlardan Türkiye’de çok var, birini kaybetmek o kadar da önemli değil…” demişti.
Türkiye’de yakın bir gelecekte Doğu Anadolu veya diğer bölgelerimizin turizme önemli ölçüde açılabileceğine de inanamıyorum. Bu olumsuz düşüncemin destek noktasını ise bu bölgelerdeki sosyo-ekonomik durumun elverişli olmamasına dayandırıyorum. Ayrıca, bu durumun yakın bir gelecekte değişmesine de olası bakmıyorum, çünkü, (Paris’te olduğu gibi) İstanbul gibi turizm merkezi olabilecek potansiyele sahip bir şehri bugünkü haline getiren bir bakış açısında bunu başarabilecek bir kudret göremiyorum.
Yapılaşma konusunda değinmek istediğim diğer bir alt konu ise yine aslında bir Türkiye sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bu sorun, ülkemiz kentleşmesinde bir mimari, estetik anlayışın olmamasıdır veya bunları da geçelim bir yapılaşma düzenine dahi sahip değildir ülkemiz. Ortaya çıkan sonuç ise kentleşmeden çok bir yığınlaşma olarak nitelenebilecek yapılar topluluğudur. Evet, yığın diyorum çünkü yığında bir plan, bir düzen yoktur; adeta bir kanserin gelişimi gibidir. Bugün, bu oluşum tarzı Fethiye, Marmaris gibi turizm üssü tabir ettiğimiz yerler için de aynı derecede geçerlidir. Bu nedenle ülkemizde kentleşmenin olduğu bölgelerin turizm şansını, baştan yitirmiş olduğunu söyleyebiliriz (Yalnız burada turizmin kentlerden değil, kentleşmenin niteliğinden etkilendiğini vurgulamak gerekir, aksine, bir kent turizm nedeni de olabilir örn. Paris, Roma, Floransa…)
Birkaç yıldır ülkemizde sıkça duymakta olduğumuz Olimpiyatların İstanbul’da düzenlenmesine yönelik başvuruları da değerlendirmek isterim. Bence, İstanbul’da Olimpiyat düzenleme hayalini Türkiye’nin Avrupa Topluluğu hayali gibi düşük bir olasılıkta görmek yanlış olmayacaktır. Bunun temel nedeni ise yukarıda bahsettiğim gibi bir Olimpiyat faaliyetinin birkaç yüksek standartlı spor tesisi ve bir iki yeni ulaşım düzenleme tedbiri ile kolayca hallolması söz konusu değildir. Aksine, bunun İstanbul olarak üstlenilebilmesi gerekir. Çünkü, ilgili komite bize şu tesisleri yaptınız biz de o kentte Olimpiyatı yapalım demeyecektir. Olimpiyatların bir kentte yapılmasının nedeni tamamı ile o kentin kendisi olacaktır. İstanbul ise kendi rutin hayatını taşımaktan dahi yorgun….
Her zaman savunduğum bir düşünce vardır. Daha doğrusu yaşam birçok defa bunu bana öğretti. Hiçbir çaba göstermeyen bir kişinin hayal kurmaya bile hakkı yoktur. Daha doğrusu, özgürdürler, hayal kurabilirler ancak o bir hayaldir ve gerçekleşmeyecektir, bir mucize olmazsa. Oysa bir şeyi elde etmeye yönelik bir hayal beraberinde bir aksiyonu da gerektirir. Bu, aslında hayal değil, vizyondur. Her şirketin, ülkenin ve kişinin bir vizyonu olmalıdır. Aksi taktirde hayatımıza bir yol çizemeyiz, ne yönde hareket edeceğimizi bilemez, zaman kaybettiğimiz halde bir şey elde edemeyiz.
Türkiye çok büyük hayaller peşinde ancak ülkemiz içinde yaşadığı an içerisindeki mevcut durumunu analiz edemiyor, hatalarının olduğunu kabul etmiyor, doğal olarak tüm konularda olduğu gibi turizm konusunda da bir hareket planı veya bir master plan çizemiyor ve çizmesi de bu koşullarda olası değil.
Yukarıda değindiğim faktörlerin ışığında Türkiye’de mevcut çemberin kırılmasını sağlayacak bir zihniyet değişiminin olması, her şeye rağmen en büyük dileğim. Aksi takdirde bırakın turizmden elde edilecek gelirin artmasını, ülkemiz yaşanmaz bir ülke olacaktır.