İçinde bulunan herkes için yeni bir ortam olan yerlerde, o herkesten biri olmak, herkesin bir parçası olmak beni her zaman çok sıkmıştır. Yani şunu demek istiyorum: Yeni başlayan bir okulun ilk ders gününün ilk ders saati veya yeni başlayan bir kurs benzeri etkinliğin (ki burada kurs olarak belirtilen kavramın kapsamı oldukça geniştir: Yabancı dil kursu, ehliyet sınavına yönelik sürücü kursu, her türlü sınavlara hazırlık kursu gibi…) ilk gününde, eğer birbirini önceden tanıyan, ikili üçlü öbekler halinde gezinen kişileri saymazsak, herkes birbirine eşit mesafede yabancıdır ve de uzaktır ya da o oranda yakındır. İşte benim için, böylesi ortamlarda bulunma zorunluluğu çok ciddi bir sıkıntı kaynağıdır. En az asansörde yabancılarla yapılan yolculuklar kadar sıkıcıdır benim için. İşin elem verici yanı ise 29 yıllık yaşamım boyunca bu tür zoraki sosyal alanlarda çok sık bulunmak durumunda kalmış olmamdır.
(Not: Bu yazıda yukarıda bahsedilen kurs ve benzeri aktiviteler için kısaca -YTO- denilecektir ki, bu “Yeni Tanışılan Ortam”ın kendimce kısaltılmış halidir.)
Büyük şehir insanının ister istemez maruz kaldığı bir durumdur YTO. Metropol insanına bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da seçme hakkı tanınmamıştır. Koca şehirde, mesleği olmayanların meslek sahibi olmaları veya halihazırda mesleği olanların gözü dönmüş bir şekilde terfi etmek, daha çok kazanmak, bir üstündeki makamı elde etmek için kendini yetiştirmek zorunda kalması YTO’ları yaşatan ve büyüten en önemli unsurdur. Meslekte ve yaşamda kazanmanın yolu da kişilerin bilgi ve becerilerini çeşitli etkinliklerle geliştirmesinden geçtiğine göre ne yazık ki günümüz insanları, bilgisayar, yabancı dil, sürücü kursundan tutun da meslek odalarının hazırladığı seminerlere kadar, bir çok benzeri çalışmaya katılmak ya da katlanmak zorundadır.
Ben de bu talihsiz metropol insanları arasındaki yerini alan talihsiz bir sosyal yaratığım. Üstelik, ilk ve en zor YTO deneyimim olan Almanya’nın Münich kentindeki Alman çocuklarının gittiği bir kreşte tek Türk olarak yerimi aldığımda, yaşadığım bunaltının ve bu negatif hissiyatımın otuz yaşında halen süreceğini elbette bilemezdim. Birileri o zaman bundan bahsetseydi, büyük ihtimalle anlamazdım söz edilen şeyi – iyi ki de böyle anlamsız bir misyon yüklenmiş biriyle karşılaşmamışım – anlasaydım bile daha beş yaşımda “Bu hayat sunulduğu ve sanıldığı kadar hoş değil galiba” demeye başlardım korkarım ki… Elbette aradan geçen uzun zaman ve yaşımın küçük oluşundan dolayı olayları çok net anımsayamıyorum, ama hem dil sorunu hem dünyayı algılama biçimindeki farklılıklar nedeniyle, oyunlar oynanan, gülüşülüp oynaşılan, taklalar atılan bir odanın bir köşesinde bir çocuğun en fazla asabileceği suratla oturduğumu ve eve gitme saatinin neden bu kadar geciktiğini düşünerek günü bitirmeye gayret ettiğimi çok iyi anımsıyorum (bu arada dört yaşıma kadar Türkiye’de bir gecekondu mahallesinde yaşamış, sonra Almanya’ya gitmiş biri olduğumu belirtmek gerek). Yerime kendi dört yaşınızdaki halinizi koymayı dener misiniz? Birtakım sarı çocuklar, değişik bir dil konuşup, gülüşüp, şımarıp koşturuyorlar ve ben, bu sırada küçüldükçe, esmerleştikçe ve elini çenesine dayadıkça köşeyle bütünleşen bir yaratık halini alıyordum. Sonuçta zaman geçti, dil öğrendim, ortama uyum sağladım ama YTO konusundaki sıkıntımın belki de kaynağı olduğunu sandığım bu deneyimin, o sırada farkında olamazdım elbet.
Yedi yaşımda Türkiye’de ilkokula başladığımda ise YTO’nun belki de en vahşisiyle yeni bir sarsıntı geçirdim. Tamam, burada herkes esmerdi ve aynı dili konuşuyorduk ama neden bana herkes domuz diyordu ve hiç duymadığım Türkçe bazı kelimelerle (küfürlerle) tanışıyordum? Ve ben, tahmin edebileceğiniz gibi kimseyle tek kelime konuşamıyor, kimsenin ismini aklımda tutamıyor, yapılan esprilere yine garip bakışlarla karşılık veriyor ve her gün bir kalem veya kalemtıraş çaldırıyordum. Ama asıl sorun benim genlerimde olan, birileriyle sırf aynı sınıfı paylaştığı için kaynaşamama ve kaba bir tabirle “kanka olamama” sorunuydu. Bununla o zamanlar gurur duymuyordum, ancak şimdi duyuyorum.
İşin doğrusu, kronolojik gelişme sürecini bir kenara atarsak, bu özelliğimin farkındaydım ama kendi kendime dile getirmemiştim bugüne değin. Yakın zamanlarda maruz kaldığım yeni bir YTO vakasında artık bu konunun beni tiksindirdiğini fark ettim. Ankara Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın düzenlediği bir seminere katılmak zorunda kaldım ve ne yazık ki 106 devam edeni olan bir kursun 107. bireyi olarak o YTO’da hiç özlememiş olduğum yerimi aldım. Rakama bakın 107. Tam 107 kişilik bir YTO rezaleti. Ülke koşulları da düşünülecek olursa erkeklerin erkeklerle ve kızların kızlarla öncelikli olarak samimi olmaları kaçınılmazdı ve de öyle oldu. Ama birbirinin ensesine tokat atma eylemi ancak üç gün kadar sonra gözlemlenebildi. Tabii bu tür ortamlarda herkes benim gibi küçülüp cüceleşmiyor, tam tersine devleşen ve süper kahraman statüsüne ulaşan kişilikler de mevcut. Nasıl yapıyorsa yapıyor bu tür adamlar ve ne dese herkesi güldürecek bir havaya sokuyor cemaatini. Seminerin “cool” adamı ve de Cem Yılmaz’ı olmak gibi iki karpuzu koltuğuna sıkıştırabiliyor; bu durum tek gözünü kısarak sigara içmesine de mani olmuyor elbette. Ben bu insanı gerçekten çok uzakta bir yerlerde görevlendirmek isterdim böyle bir gücüm olsaydı. Tabii ki önceden tanışık olan, hatta kursa birlikte yazıldıkları belli olan üç tane hanım da ördek yavruları misali üçlü, üçlü gezip üçlü sigara ve su içiyorlar. Bu arada birbirinin ensesine şaplak atanlar gitgide hocayı daha az önemseyerek insan sesine pek benzemeyen gülücükler, kahkahalar, hongurtular çıkararak beni rahatlattılar; çünkü ne zaman bu aşamaya gelecekler diye ilk günden merak sarmıştı benliğimi.
Peki, bu söz konusu seminer boyunca ne yaptım sizce? Hiç mi konuşmadım kimseyle? Hiç mi birileriyle kanka olasım, birine telefonumu veresim gelmedi ? Evet, birkaç kişiyle cidden konuştum ama o kadar zorda kalmıştım ki, başka çarem kalmayınca ateş istemek, yol istemek, ayağıma ikide bir, ta arka sıradan uzattığı ön patileriyle dokunmamasını istemek dışında 15 ders günü, 75 ders saati (bunun ara dinlenmeleri ve öğle tatilleri de dikkate alınmalı) boyunca sinir krizleri geçirerek bitirdim semineri. Ve bu seminere borçlu olduğum en önemli şey bana, beş yaşımda Münich’te bir kreşte yaşadığım bunaltının aynısını hatırlatmak ve bunu bir patlama yaparak yazmak ihtiyacı doğurması oldu.
Sonuçta bazılarının pozitif sosyallikler ve paylaşımlar olarak savunabileceği YTO’lar için aynı fikirde olmadığım ve bunu savunacak kişilerle bu konuda tartışmayı dahi gereksiz bulduğum okuduklarınızdan anlaşılmaktadır. En büyük dileğim, böylesi korkunç ve acımasız YTO’ların içinde, o herkes için yeni olan yerlerde, bir kez daha o herkesin bir parçası olmamam ve hatta çoğunuzun da olmamasıdır. Sanıyorum ki yazıyı bu satırlarına kadar okumuş olanlar benim ne kadar katı, insanları sevmeyen, medeni cesareti negatif düzeylerde seyreden yabani bir insan olduğumu düşüneceklerdir. Bu tahminlerin her birini saygıyla ve şerefle kabullenirim, yeter ki yeni bir YTO ile karşılaşmayayım… Bundan sonra…