Dut Ağacı

Dut Ağacı

İlkokula gidiyordum o zamanlar. İki keçimiz, üç tane de oğlağımız vardı. Keçileri köyün sürüsüne katardı annem. Ben okuldan çıkınca oğlaklarımızı otlatırdım. Zeytinliklerin bittiği yerden makilikler başlardı bizim oralarda. Pamukluk denen otsu bitkilerden sonra püren, kocayemiş, delice zeytin, fundalık gibi makiliklerde oğlaklar bolca yiyecek bulurlardı kendilerine. Hepsi bir başka güzel kokarlardı makiliklerdeki bitkilerin. Bu mis gibi kokular içerisinde ve bol oksijen soluyarak üç oğlağı otlatmak benim çok hoşuma giderdi. Bazen oğlakları olan başka arkadaşlarla da buluşup birlikte otlatırdık oğlakları.

Dağların yamaçlarında yapardık bu otlatma işini. Oralardan aşağıya doğru bakıldığında köy ayaklarımızın altındaymış gibi görünürdü. Kiremit rengi görünen köyümüzde evlere bakıp hangisinin kime ait olduğunu bilirdik. Tek görünmeyen bizim evimizdi. Kerpiçten yapılmış bu tek göz odalı küçücük evimiz ağaçların arasında kaldığı için görünmezdi. Ben bu duruma çok üzülürdüm. Köyün en yoksul ailelerinden birinin çocuğu olmak beni yalnızca utandırmakla kalmaz, aynı zamanda yaşıtlarımın arasında, iyi beslenememeden dolayı da zayıf ve güçsüz kalmama neden olurdu.

Cebimde hiçbir zaman doğru dürüst harçlık olmazdı. Arkadaşların ceplerindeki paralarıyla karamela, akide şekeri, latilokum alırlarken ben en ucuz şekerlerden bile alamazdım. Aç kaldığımı söyleyemem ama istediğim gibi karnımı doyurduğum da söylenemezdi. Annem bol bol ot toplar onları pişirir, ayrıca, benim küçüklüğümde deniz böyle kirlenmediği için balık da yiyebilirdik ara sıra. Sık sık ölet gelip öldürmezse, kendi tavuklarımızın yumurtasından da yararlanabilirdik. İki keçimiz bizim için çok değerliydi, onların sütlerinden annemin yaptığı keçi peyniri bazen bir dilim ekmekle öğle ve akşam yemeğim de olurdu. Kahvaltıda niye yemiyorsun peyniri diyeceksiniz? Kahvaltıda un çorbası, bulabilirsek tarhana çorbası yerdik; alışkanlığımız öyleydi. Yanında yeşil ya da sele zeytini olurdu çorbanın, çünkü köyümüzün ana geçim kaynağı zeytin tarımıydı, onun için de herkesin sofrasında zeytin bulunurdu. Canım tatlı istediğinde bunu daha çok meyvelerden gidermek durumundaydım.

Köy okulları benim zamanımda, şehir okullarından bir ay önce, Nisan ayı sonunda kapanırdı. Okullar Mayıs gelmeden kapandığında o yıl dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçmiştim. Sabahtan üç oğlağımı alıp dağların yamaçlarına doğru yola koyuldum. Bu dağları çok severdim ben. Mıknatıs gibi çekerdi beni dağların kokusu. Tertemiz havasının yanında manzarası da güzeldi. Ormandan aşağıya doğru baktığımızda pırıl pırıl, kurşuni bir zeytin denizi başlardı; sonra da ağaçlar içerisinde şirin bir köy, onun ötesinde de masmavi deniz görünürdü. Sabahın o saatlerinde poyraz henüz esmeye başlamadığından deniz çarşaf gibi olurdu.

Oğlakları otlatırken susadım ve dereye indim. O yıl yağışlı geçtiği için Mayıs’ın başında her yıl kuruyan dere bu yıl kurumamıştı daha. Suyu içtikten sonra kum birikintisinin üstüne oturup şırıl şırıl akan derenin huzur veren sesini dinleyip çevreyi izlemeye daldım. Gözüme bir dut ağacı takıldı. Bu derenin kenarında, makiliklerin olduğu bu bölgede ne işi var bu ağacın diye düşünmeye başladım. Ağaç ipek böceği beslenen, yaprağı için dikilip yetiştirilen dutlara hiç benzemiyordu. Bu, meyvesi için yetiştirilen kültür bitkisiydi. Herkesin az çok arazisi vardı ve isteyen istediği ağacı oralara dikebilirdi. Böyle meyve ağaçlarını daha çok evlerinin yakınlarına dikerlerdi.

Üzerinde meyveler de tırtıl biçiminde, yeşil yeşil, görünmeye başlamıştı bile ağacın. Bu yabanlık ormanda, bir dere içerisindeki bu dut ağacı benim çok dikkatimi çekmişti. Oğlak otlatmaya her gelişimde dereye inip onun gelişmesini izlemeye başladım. Bir yol bulup su içmeleri ve dinlenmeleri için oğlaklarımı da o ağacın bulunduğu yere indiriyordum. Günler geçtikçe ağacın üzerindeki meyveler umduğumdan daha çabuk olgunlaşmaya başlamıştı. Bu durumda, turfanda, yani kendi cinsinden olan diğerlerinden önce meyve veren bir ağaçtı bu. Mayısın sonuna kalmadan olgunlaştı meyveleri. Köyümüzde böyle güzel meyve veren dut ağacı hiç yoktu.

Bizim oralarda “parmak gibi” diye tarif edilen bu beyaz duttan bol bol yemeye başladığımda akşama yemek yememe gerek kalmıyordu. Zaten keçi peyniri, ot ve sahanda yumurtadan başka yiyecek de olmazdı bizim evin menüsünde. Annem de çok şaşırmıştı bu işe. Ben birkaç gün yedikten sonra, ağaçta meyve bollaşınca toplayıp ona da getirdim. Dağarcık yerine kullandığım bez torbaya doldurup getirdiğim dutları görünce şaşırdı kadıncağız.

“Ne kadar büyük dut bunlar böyle, hem de çok tatlı,” dedi annem.

Ben de annemi tembihleyerek:

“Sakın kimseye söz etme bundan anne, yalnız biz yiyelim bu dutları,” dedim.

“Tamam, sen merak etme kimseye söylemem,” dedi annem, benim olayın duyulmasından korkan halime gülümseyerek.

Dutları yedikten sonra rahmetli babamın bir anısını anlattı bana annem. Dağa oduna giden babam, ormanda küçük bir yaban çileği tarlacığı bulmuş. Birkaç yıl hem kendisi bol bol yemiş ve hem de toplayıp anneme getirmiş. Hasır içi kadar bu çilekli araziye tarlacık adını takmışlar. Dağ çileğiyle yaptığı reçelleri anlattı bana.

“Demek bizim aile çok şanslı he anne?” dediğimde kendisine, kadın acı acı güldü ve:

“Sen buna şans mı diyorsun oğlum? Baksana halimize, köyün en yoksul ailesiyiz. Baban dağda çilek bulacağına genç yaşında veremden ölmeseydi ya?”

Ben yine de kendimi şanslı sayıyordum dut ağacını bulduğum için. Arkadaşlarım birlikte oğlak otlatmak istediklerini söyledikçe ben onları çeşitli nedenlerle atlatıyordum ve şüphelenip beni izlememeleri için de çok dikkatli davranıyordum. Bir gün köyün ünlü avcılarından birinin köpeğinin sesini duyunca yediğim dutları bırakıp hemen dereden dışarıya fırladım. Köpek önünde bir tavşanla ayaklarımın dibinden geçip gitti. Biraz sonra da yakında patlayan bir tüfek sesi duydum. Çok geçmeden köyün ünlü avcısı Mehmet Aga elinde tavşanla yanımdan geçerken ben dua ediyordum. Susamış olmasa bari, dereye inerse dut ağacını görür, hem kendisi ortak olur ve hem de köylülere söyler diye korkuyordum. Benim hatırımı sorduktan sonra değişik bir yöne sapınca Mehmet Aga çok sevindim.

Biraz uzaklaşınca avcı hemen ağacın dibine indim. Daha önce karnımı tıka basa doyurduğum için dut yemeye ara verdim. Dut ağacının dibine geldiğimde karınlarını doyuran bir karabakalla birkaç serçe ürküp kaçtılar. Onlar benim ortaklarımdı bu dut konusunda. Sırtüstü uzandım derenin biriktirip yığdığı kumun üstüne. Bir yandan serçelerin ötüşlerini dinlerken diğer yandan da çocukluk düşlerimin rahatlatıcı etkisiyle uyuyup kalmışım. Ne kadar uyudum bilmiyorum, sağ gözümün üstüne düşen büyükçe bir dutun etkisiyle uyandım. Gözümün birini bir süre açamadım ama diğer gözümle havanın kararmakta olduğunu gördüm. Telaşla kalktım ve oğlakları aramaya başladım yakınlarımda. Yoktular. Ben onları giderek daha büyük bir dairede ararken hava da gittikçe kararıyordu. Bir yandan oğlakların kaybı bir yandan dağ etekleri de olsa ormanın korkusu iyiden iyiye sarıyordu içimi.

Oğlakları bırakamıyordum, ikiz olan ikisi erkek o üç oğlak bizim her şeyimizdi. İki erkeği Kurban Bayramında satıp paraya çevirecek, diğerini de iki keçimizin yanına katıp sermayemizi çoğaltacaktık. Arayışımı sürdürürken, korku ve oğlakları yitirmenin üzüntüsüyle bir yandan ağlıyor bir yandan ne yapsam acaba diye düşünüyordum. Aşağıdan zeytinliklerin bulunduğu yerden bir ses duydum; birisi bağırıyordu ve bu bir kadın sesiydi. Soluğumu tutup tüm dikkatimle dinledim zeytinliklerden gelen sesi. Adımı söyleyip, “nerdesin, oğlum ses ver annene nerdesin?” diyordu. Bu annemin sesiydi tanımıştım. Dünyalar benim olmuştu sanki. Annemin sesine karşılık verdim. Bir süre sonra da buluştuk onunla. Ağlayarak anneme sarılıp durumu anlattım. Kadın gerçekten çok üzülmüştü.

“Ağlama şimdi, olan olmuş, hadi birlikte arayalım oğlakları,” diyerek beni avutmaya çalıştı.

Birlikte aramaya başladık. Annem bir yandan oğlakları ararken, bir yandan da:

“Çakallar kapmamıştır inşallah bu hayvanları,” diyordu. Üzüntüden yüreğimi keskin bıçaklarla doğruyorlardı sanki annem bunları söylerken. Ben, yaban hayvanlarının korkusuyla ses çıkarmadan, hatta soluğumu tutarak arıyordum oğlakları o gelmeden, annem ise oğlaklara türlü türlü sesleniyor “gel piçi piçi, gel yavrum, nerelerdesin bakalım küpeli” gibi şeyler deyip kendi kendine bağırarak konuşuyordu.

“Anne onlar anlamaz ki senin söylediklerini,” dediğimde de bana.

“Hem canavarlar sesimizi duyup kaçsın, hem de belki oğlaklar sesimize karşılık verirler diye böyle bağırarak konuşuyorum, sen de konuş, üstelik senin sesini daha iyi tanırlar oğlaklar,” dedi. Ben de aklıma ne gelirse bağırarak söylemeye başladım. Çok geçmeden oğlaklardan biri benim konuşmama karşılık verircesine meledi. Derenin içerisinden, dut ağacının yukarısından doğru geliyordu ses. Annemle birlikte hemen o tarafa yöneldik, hava karamıştı ama gökte ay olduğu için önümüzü görebiliyorduk.

Üçü birbirlerine sokulmuş, sanki kurtarılmayı bekler gibi büzülmüşlerdi oğlaklar. Annemle birlikte onları oradan çıkarıp köyün yolunu tuttuk. Derler ya hani: “Allah garip kullarını sevindirmek için ilkin eşeğini kaybettirip sonra da buldururmuş.” Çok doğru bir söz, gerçekten yaşamım boyuncu bu denli sevindiğimi şimdi bile anımsamıyorum. O oğlakları bugün yitirdiğimi unutmuştum. Üç tane yeni oğlağımız olmuş gibi sevindim.

Oğlakları aramıza alıp annemle birlikte köye doğru gelirken ortalık gayet sessizdi; sessizliği bozan birkaç ateş böceğinin ötüşüydü. Aralarında yürürken asırlık zeytin ağaçları dev adamlar gibi dikiliyordu çevremizde. Bu halleriyle her gün gördüğüm zeytin ağaçları korkutucu gelmişlerdi bana. Köye gelip oğlakları annelerinin yanına saldığımızda koşup meme emmeye başladı hepsi. Annem analarını sağmış biraz da yavrularına süt bırakmıştı memelerinde.

Ondan sonraki günler daha dikkatli davranıp uykuya dalmadım bir daha. Annem de uyuduğumu yüzüme vurmadı hiç. Havanın kapalı olduğu bir gün oğlakları dama kapatıp arkadaşlarla buluşmaya gittim. Bu dut ağacı beni epeyce değiştirmişti. Makiliklerde, bir dere kenarında rastladığım o dut ağacının bana ait olduğunu kabul ediyor ve bununla epeyce gururlanıyordum. Arkadaşlarımın yanında büyük bir mülk sahibi olmuşçasına moralliydim. Küçük evimizin yanında, yıllık zeytinyağımızı ve kendimizin yiyeceği zeytini ancak yapabildiğimiz birkaç ağaç zeytin ağacımız vardı. Annem parayla oya yapar, gelin süsler, böcek sonu ev yıkar üç beş kuruş kazanırdı. Keçilerimizden elde ettiği sütü ve peyniri satıp geçimizi sağlardı. Arkadaşlarımın yanında yıllarca yaşadığım ezikliğin şimdi öcünü alıyordum; benim dut ağacım vardı çünkü. Kocaman evleri, her yıl tonlarca ürün aldıkları zeytinlikleri olması artık hiç umurumda değildi; çünkü, arkadaşlarımın hiç birisinin kendisine ait dut ağacı yoktu. Hem de ne dut ağacıydı benimki. Verdiği meyvelerin her biri parmak gibiydi ve sanki bal akıyordu içlerinden…

Epeydir görüşemediğim arkadaşlar beni görünce sevindiler. Hepsi de kilo alıp şişmanladığımı söylediler. Gerçekten bunun ben de ayırtındaydım. Aynaya baktığımda gıdasızlıktan kiraz sapına dönmüş boynum biraz kalınlaşmış, sanki yanaklarım biraz etlenmişti; en önemlisi de bakışlarım değişmiş, gözlerimin canlılığı gelmişti. Zengin olmalarına karşın içlerinde alçak gönüllü, beni küçümsemeyen çok sevdiğim arkadaşlarım vardı, onların birlikte oğlak otlatma önerilerini zekice yalanlarla savuşturdum. Sonradan edindiğim ve beni böylesine gururlandıran mülkiyetimi kimseyle paylaşmak istemiyordum.

Benim dut serüvenim bir ay kadar sürdü. Bir aydan sonra ağacın üzerinde hiç dut kalmadı. Kuşlar, bakallar ve arılar da benim gibi terk ettiler dut ağacını. Zaten oğlakların ve benim su içtiğimiz dere de kurumuştu, suyu olan bir yer buldum kendime. Dut yemek için de bir dahaki yılı beklemekten başka çare yoktu.

Günler günleri kovaladı. Haftalar haftaları, aylar ayları. Yaz bitti, sonbahar bitti, sonunda da kış bitti. Bu arada annem iki oğlağı satıp parasını bir kenara koydu. Benim o parayı harcamak için öne sürdüğüm nedenleri annem kabul etmedi. Bir dahaki yıla seni Gemlik’e ortaokula göndereceğim dedi. İleri sürdüğü bu neden beni de çok sevindirdiği için fazla dayatmadım parayı o günkü gereksinimlerime harcamak için.

Bizim köyde okumuş yazmış kimse pek yoktu öyle. Okuma yazma bilmeyen bir köylü kadını olan annemin, köyün en yoksul aile reisi olmasına karşın böyle bir şeyi göze alması kolay anlaşılır bir şey değildi. Öğretmenim: “Bu çocuk okumalı,” demiş anneme. O da “Öğretmeni böyle konuştuğuna göre bildiği bir şey vardır,” deyip beni okutmayı kafasına koymuş.

Keçiler yine doğurmuştu. Bu kez yine iki keçiden üç oğlağımız vardı. Geçen yıl doğan çepiç henüz gebe kalmamıştı. Şimdilik süt emiyordu oğlaklar. Annem havaların ısınması için cemrelerin düşmesini bekliyordu. Bu yıl gerçekten soğuk geçiyordu. Annemle birlikte iki tane ip alıp birlikte çalıya gittik. Dağın eteklerine çıktığımızda ben soba ve ocak tutuşturmak için kuru çalı toplarken annem keçiler için yaş dal kesti. Bu arada dut ağacımı görmek için dereye indim ben. Yer yer kar birikintilerine basarak dereye inerken birkaç kez de kayıp düştüm. Annem:

“Ne işin var derenin içinde,” diye seslendi. Bu arada ben bir kez daha kayıp düştüm. Çıkardığım sesten ürken iki keklik önümden telâşla uçtular; az daha çarpışıyorduk. Dut ağacım bıraktığım gibi duruyordu. Bir süre karşılıklı konuşur gibi bakıştık ağaçla. Annem seslenmeseydi daha da bakışacaktık onunla. İnanması güç ama, sanki benimle konuşmak ister gibi bir hali vardı ağacın.

“Haydi gel artık, ne işin var derede?” diye bağıran annemi oradan yanıtladım:

“Dut ağacıma bakıyorum.”

“Ne olacakmış ağaca bakınca, gel de gidelim artık, benim işim bitti,” dedi annem.

Ben kuru çalı demetini, annem keçiler için kestiği yaş çalı demetini
Sırtlanıp yola koyulduk. Annem biraz da alay eder gibi, şaka yollu:

“Ağacın duruyor mu bari yerinde?”diye sordu.

“Duruyor,”dedim.

“Bu yıl yine bol bol dut yersin oğlakları otlatırken.”

“Yerim ya. Ben çok seviyorum dutu.”

“Öyle dutu kim sevmez? Hem parmak gibi hem de bal akıyor sanki içinden.

Annemin, dutumu böyle övmesi beni mutlu etmişti. Elimle dikip yetiştirdiğim bir ağacın ürününü anneme yedirmişçesine mutlu olmuştum.

“Dutum olduğunda, sana da getiririm, bol bol yersin.”

“Yerim, yemez olur muyum?” dedi annem.

Havalar ısındığında, oğlaklar da otlayacak ve yaprak yiyecek kadar büyümüştü. Onları alıp doğru dut ağacımın olduğu yere götürdüm. Yeni yaprak açıyordu henüz ağaç. Bir süre bekledikten sonra yaprak açtı, hatta meyveler küçük tırtıllar halında kendini göstermeye başladı. Her baktığımda o küçük tırtıllara, bir yıl önce yediğim dutları anımsayıp yutkunuyordum.

Günlerden salıydı ve o gün Gemlik’te pazar kurulurdu. Annem elime bir liste verip o hafta pazara benim gitmemi istedi.

“Bu yıl ortaokula yazılacaksın, bu hafta pazara git de biraz alış okuyacağın yere,” dedi.

Sabahleyin erkenden kalkıp pazara gitmek için yola çıktım. Kara yolu olmadığından denizden, motorlarla ulaşım sağlanırdı o zamanlar. Deniz kıyısına indiğimde mis gibi iyot kokuyordu. Yakında bir yerden iğde ağaçlarının iç bayıltan kokuları geliyordu. İskeleden biraz açılınca motor, oğlakları otlattığım makilikler göründü. Dut ağacım derenin içerisinde olduğu için görünmüyordu. Pazara giderken bir süre, ortaokula gidip ileride öğretmen olunca neler yapacağımı düşündüm. Ben o zamanlar okuyunca iki şey olunur sanıyordum; ya öğretmen ya da subay. Şimdiki gibi bilseydim orman mühendisi ya da ziraat mühendisi olunabilineceğini, onların düşünü kurardım kafamda.

İlçe pazarına gidip annemin istediklerini aldım. Pazarda dikkatimi en çok çeken bir adamın sattığı turfanda dutlar oldu. Adama fiyatını sordum, yüzüme bile bakmadı. Herhalde, üstü başı dökülen bu yoksul çocuk nasıl olsa dut falan olsa almaz diye düşünmüş olmalı adam. Dutlar benimkilerin yavruları gibiydi. O kadar büyüklükteki dutları kuşlara bırakıyorum benim ağaçtakilerden. Zembili bizim köylü bir semercinin dükkânına bıraktım. Ona ortaokulun yerini sorup öğrendikten sonra oraya doğru yürüdüm. İki kişiye daha sorup buldum öğrencisi olacağım ortaokulu. Bina bana çok görkemli göründü. Sanki bu bina benim dutummuş da bizim köyün okulu pazardaki adamın dutuymuş gibi düşündüm bir ara. Bir süre daha baktım gideceğim bu okula; içime biraz korku girmedi desem yalan olur. Kendimi telkin edip ürkmemem gerektiğini, ne yapıp edip okuyup adam olup (Bu laf anneme aittir aslında) yoksulluktan kurtulmalıyım diye düşündüm.

Annem yine oğlu için paraya kıymış, pazar parasının dışında yirmi beş kuruş da tükürük köftesi yemem için vermişti. Kokulardan bayılmak üzereyken köfteci, içine koyduğu birkaç küçük köfte bir tutam soğanlı yarım ekmeği elime tutuşturdu. Köfte kokan ekmeği iştahla yerken bir ses duydum. Bizim köyün adını söylüyordu adamın biri.

“Yangın var, köyün hemen üstü yanıyor,” diyordu.

Elimde ekmekle deniz kıyısına koştum. Gerçekten bizim köyün zeytinliklerin hemen üstünde yanan makiliklerin alevleri görünüyordu.

İştahla yediğim köfte ekmek elimde öylece kalmıştı. Bu yanan kısım benim oğlakları otlattığım yerdi. İskelenin babalarından birine oturup ağlamaklı bir halde yangını izlemeye başladım. Yaşamım boyunca bir tek ağacım olmuştu o da şimdi yanıyordu. Yangını izlerken, bir gece önce rüyama giren köfte ekmeğin yarısı da denize düşmüştü elimden…