İhtişamın Şehri: Milano

İhtişamın Şehri: Milano

Lombardia Bölgesi’nin başkenti, Italya’nın en büyük ikinci kenti Milano’dayız. İsminin moda, lüks, zenginlik, şıklık gibi kavramları çağrıştırdığı, metropolün tüm özelliklerine sahip olmanın yanında, sakin göllere, ormanlara, sessizlik ve huzura da kısacık bir tren yolculuğu mesafesinde olan havalı şehirdeyiz şimdi.

Şehir nüfusu 1,5 milyonu bulmazken, çevresindeki bu sakin sessiz kasabalarla nüfus neredeyse 4,5 milyona ulaşıyor. Şehre indiğinizde önce İtalya’nın en büyük metropollerinden birinin bu kadar seyrek nüfuslu, bu kadar sakin olduğuna şaşırıyorsunuz. Ancak bölgenin ekonomik cazibesinin 1950’lerden itibaren artmasıyla aldığı göç, nüfusun bu kadar çok artmasını sağlamış ve nüfus çok geniş bir alana yayılmış. Diğer taraftan, şehir merkezi sanki turistlere bırakılmış gibi baktığınız her yerde turist grupları görüyorsunuz.

Milanolular turistlerden hemen ayırdedilebiliyor. Çünkü onlar asla sneaker giymiyorlar. Eşofmanla, parkayla, sweat t-shirtle sokağa çıkmıyorlar. Fönsüz, manikürsüz, makyajsız bir Milano’lu kadın yok sokaklarda. Her an şık, bakımlı, alışverişe bile çıkarken stilettolu, pardesülü, özel bir davete gider gibiler.Tek bir istisna var, o da Moncler kaz tüyü montlar. Çılgın marka dünyasında inanılmaz bir yer edinmiş olan Moncler’in montları bebeklerden yaşlılara kadar her yaştan İtalyan’ın üzerinde. Marka kavramı Milano’da yaşamın bir parçası. Özellikle de Gucci, Prada, Bottega Veneta, Missoni, Etro, Dolce Gabbana gibi lüks İtalyan markaları her Milanolunun sahip olduğu sıradan şeyler gibi. Yolda yürürken veya bir cafede otururken gözünüzün değdiği her İtalyan baştan aşağı lüks İtalyan markalarından giyinmiş, ancak bunu yaparken -dünyanın pek çok yerinde yapıldığı gibi- markayı göze sokmamış, çok hoş bir ahenk ve tevazu içinde, kişisel bakımı ve Tanrı vergisi güzelliği ile de birleştirerek kendisini ifade etmiş. Bu sofistike görüntü, şehrin doğal dekoru ile de birleşince ortaya şiirsel bir güzellik çıkmış. Düşünsenize, fonda muazzam güzelliği ile Duomo. Siz Vittorio Emanuelle’nin önündeki cafede oturmuş espressonuzun kokusunu ciğerlerinize çekiyorsunuz. Hava ılık, güneş batmak üzere. Bir yerlerden Verdi çalınıyor kulağınıza. Ve sağa sola emin adımlarla koşuşturan, dimdik bedenleri 12 pontluk topukluların üzerinde bir an bile sarsılmadan yürüyen hanımlar, yanlarında da ipek fularları, fit suit takm elbiseleri ve mis gibi sabun-parfüm karışımı kokuları ile onlara eşlik eden İtalyan erkekleri. Hiç fena değil.

Duomo ve Vittorio Emanuelle. Milano’nun iki simgesi. Mimarlık tarihinin, sanat tarihinin iki şaheseri.5. yüzyılda tam da burada inşa edilen basilica 1075 yılında tamamen yanınca, aynı yere Duomo inşa edilmiş. Meydana girdiğinizde, başınızı kaldırıp katedralin ön yüzünü gördüğünüzde bir an nefesiniz kesiliyor.1386’da tipik Gotik tarzda yapımına başlanan mabed, mimar ve mühendisleri hep Fransız olmasından olsa gerek, biraz Fransız mimarisinden etkilenmiş.1801 yılında İtalya’yı fetheden Napolyon, 1805’te kendisini İtalya Kralı ilan etmiş ve talimatını vermiş: “Duomo inşaatı biran önce bitirilecek!” 1805’te tamamlanan katedral inşaatı aslında hiçbir zaman bitmemiş. Bir iki yıl öncesine kadar binanın dışında hala bir iskele bulunuyordu ve nihayet renovasyon çalışmaları tamamlandı, o çirkin tahta ve çelik iskele söküldü.. Duomo şimdi bembeyaz mermer yüzüyle taş bebek gibi. Ancak bu asırlarca süren inşaat Milano’da günlük dile ‘Duomo’nun inşaası gibi’ diye bir deyim kazandırmış. Bitmek tükenmek bilmeyen, ya da sonucu umutsuz işler için kullanıyorlar.

İsterseniz 8-10 Euro gibi bir ücret mukabilinde Duomo’nun seyir terasına çıkabiliyor ve ancak o yakınlıktan görebileceğiniz heykelleri inceleyebiliyorsunuz.Yapılması yüzlerce yıl sürmüş, pek çok mimari akımdan ve çağın gereklerinden, sanatın, mimarinin değişim ve gelişiminden etkilenen katedralin içini de mutlaka görmek gerek. Özellikle bronz heykellerle süslü mermer sunaklar görülmeli.

Duomo’dan çıkıp sağınıza baktığınızda, Gallerie Vittorio Emanuele II’yi görürsünüz. Milano’nun iki ünlü meydanı, Piazza del Duomo ile Piazza del Scala’yı birbirine bağlayan geçit şeklinde iki dev kemerden oluşan galeri, içindeki yine şehrin vazgeçilmezi dünyaca ünlü marka mağaza ve butikleriyle, inşa edildiği 1865 yılının üzerinden fazlaca bir zaman geçmemiş gibi o gözalıcı dönem mimarisinin ve Italya Krallığı’nın ilk kralı Vittorio Emanuele II’nin ruhunu hissettiren üslubuyla Duomo’nun yanına çok yakışıyor.

Galerinin tabanı pırıl pırıl mozaiklerle kaplı. Eski ve yüzyıldan fazla bir süre her gün üzerinde yürüyen sayısız insanın ayakları altında yer yer yıpranmış olsa da hala gözalıcı güzellikte. Özellikle galerinin ortasındaki boğa heykeli, çevresinde ayağının birini hiç yerden kaldırmadan dönersen ya da boğanın yumurtalarını okşarsan şans sana gelir gibi şehir efsanelerinden dolayı iyice yıpranmış durumda.


Galerinin bir yüzü Duomo’ya dönükken diğer tarafı da o çok meşhur La Scala’ya çıkıyor. Tam adıyla Teatro Alla Scala.Hani şu sanatçıların sahnesine çıkmak için can attıkları meşhur opera binası. Dışarıdan bakıldığında son derece mütevazi görünen binanın içinde dünyanın en önemli opera ve tiyatro oyunlarının sergilendiği, locaları ile birlikte 3.000 izleyiciye gösteri yapılabilen muazzam bir salon bulunuyor. II. Dünya Savaşı sırasında bombalanan bina savaşın hemen bitiminde, özenli bir restorasyondan sonra orijinal haline getirilmiş. 1982 yılında La Scala Filarmoni Orkestrası’nın kurulması ile konserler de verilmeye başlanmış bu ihtişamlı salonda. Otello’dan Turandot’ya, Madame Butterfly’dan ıl Turco In Italia’ya kadar pek çok temsilin prömiyerinin gerçekleştirildiği opera binasını gezmek mümkün ancak bu o kadar da kolay değil. Dünyanın dört bir yanından gelmiş özellikle de entellektüel düzeyi yüksek ülkelerden gelen turistler kalabalık gruplar halinde tiyatro binasına akın ediyorlar ve yönetim gezi saatleri ve içeriye alınacak kişi adedini sınırlamak zorunda kalıyor.

Yazıyı yazarken farkettim ki Milano, tek bir gezi yazısı ile anlatılabilecek bir yer değil. Çünkü Milano Duomo’dan, Galleria’dan ya da La Scala’dan ibaret değil. Tarihi 14. Yüzyıla kadar giden ve 1447 yılına kadar Milano’yu ve Lombardia’yı yöneten Visconti ailesi tarafından yapılan ve daha sonra yıkılıp Sforza tarafından Milano’nun düşmanlarına gücünü göstermek maksadıyla tekrar yaptırdığı, benim kırmızı taşlı kale dediğim Castello’dan, içinde da Vinci’nin The Last Supper tablosunun bulunduğu ve sırf bu tabloyu görebilmek için turistlerin dünyanın öteki ucundan geldikleri -ve biletlerin bir kaç gün önceden ayırtılmaması halinde kesinlikle bulunamayacağı- Santa Marie della Grazie’den, heybetli, yüksek tavanları, bakmaya doyulmayacak kadar güzel figürlerle dolu mermer duvarları ile Milano Tren İstasyonu’ndan, Quadrilatero del Silenzio (Sessiz Dörtgen) adı verilen bölgede bulunan ve Armani’nin ilham kaynağı olduğunu söylediği, 1930’larda mimar Portaluppi’nin zengin Milanolular için tasarladığı Villa Necchi Campiglio’dan ve daha pek çok şeyden uzun uzun bahsetmek gerek. Ama ben Milano’nun şu kaçınılmaz alışveriş ve yeme içme olayından biraz söz etmek istiyorum.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Milano kendisini dizaynırları sayesinde toplamış. Bu bölgedeki dinamizmle Paris de, New York da başedememiş. Okuduğum bir yazıda Milanoluların alışverişi suçluluk hissedilecek bir günah değil, bir sosyal yükümlülük olarak gördüğü yazıyordu. Bu bakış açısı, üretimdeki dinamizm, tüketimdeki istikrarla şehrin ekonomisini canlandırmış ve hep canlı tutmuş. (Bayıldığım bir diğer söz de şu: ‘Milanolu, kalbini kıyafetinin üzerinde taşır’) .Evet, modayla ilgisi olsun olmasın herkesin, özellikle de kadınların ruhunu kolayca ele geçirebilen, gezegenimizin en meşhur alışveriş bölgesi Quadrilatero D’oro da, hiç bir şey almasanız da, buğday ambarındaki tavuk gibi mağazalarda giyinin, takın takıştırın. Mutlaka ‘işte bu’ diyeceğiniz bir parça bulup aşık olacaksınız.

Kısaca Quad diye adlandırılan bölgede, bir kaç cadde üzerinde akla gelebilecek tüm İtalyan, Fransız, Alman, İsviçre ve Amerikan ‘luxury brand’leri bulunuyor. İtalyan kadınları gibi topuklularla dolaşmak pek de mümkün değil, çünkü ‘ölmeden önce yapılması gerekenler’ listelerinde yer alan Quad’s yürüyüşü için çok rahat yürüyüş ayakkabıları gerekiyor. Via Montenapoleone Caddesi boyunca yürüyüp oradan Della Spiga, Manzoni ve Sant Andrea’yı yürürseniz bu, mağazalara girip çıktığınızı da hesaba katarsak tüm gününüzü alacaktır. Vaktin nasıl geçtiğini anlamak zor çünkü tüm bu caddeler günün her saatinde cıvıl cıvıl, vitrinler ışıl ışıl.

Daha küçük bütçelerle bu güzelliklere sahip olmak isterseniz Buenos Aires Caddesi’ni, la Brera’yı ya da Garibaldi İstasyonu’nun hemen arkasındaki bölgeyi deneyin. Hem şehri bir baştan bir başa yürümüş, hem de çok uygun fiyatlarla arzu ettiğiniz kıyafetlere, ayakkabılara, çantalara sahip olmuş olursunuz.

Milanolular ‘sadece turistler Vittorio Emanuele’den alışveriş eder’ derler. Kendileri asla o paraları ödemez, markaların indirim ve seri sonu mağazalarının adreslerini de sır gibi saklarlar. Yeterince azimliyseniz siz de bu mağazaları bulabilirsiniz. Genellikle hiç akla gelmeyecek ara sokaklarda bulunan bu mağazalarda konsept, bizim semt pazarlarındaki gibidir.. Her şey ortadadır, kasıntı tezgahtarlarla muhatap olmadan giyer giyer çıkarırsınız ve çocuklar gibi eğlenirsiniz. Mağazaları bulmak için bir de ipucu vereyim: www.scoprioccasioni.it . Bir de 10 Corso Como’da enteresan bir mağaza var ve gerçekten özgün, kimsede göremeyeceğiniz ürünler satıyorlar.Bütün bunların yanısıra Navigli’deki bildiğiniz Salpazarı (Salı-Cumartesi kuruluyor) , Brera’daki antika pazarı, Piazza Wagner’deki yiyecek pazarı da yürüyerek vakit geçirilecek ve enteresan parçalar bulunabilecek alışveriş vahaları.

Milano’da yürüyecek vakti olmayan biri de alışveriş yapmak istiyorsa Duomo’nun hemen yanındaki La Rinascente’ye uğrayıp, hem dizaynı ve kalitesi tartışılmaz İtalyan malı ürünlere sahip olabilir, hem de en üst kattaki market bölümünden İtalyan makarnaları, sosları ve el yapımı çikolatalarını satın alıp bir yurtdışı seyahatinden alınabilecek her şeyi tek bir seferde alıp, gözleri arkada kalmadan eve dönebilir.

Ama Milano öyle bir-iki günlük bir şehir değil. Zaman sizi kovalamadan, rahat rahat gezmeli, yalnızca Milano’da tadılabilecek yemeklerin, tatlıların da hakkını vermelisiniz. Bunu yaparken de kolaya kaçmadan, turistik restoranlara ütülmeden, gerçek İtalyan lezzetlerini makul fiyatlarla tatmak ve Milano ambiyansını yaşayabilmek için mutlaka Milanoluların tercih ettikleri yerleri bulmalısınız. Ne yazık ki rehber kitaplarda ya da tur şirketlerinin programlarında bu tür yerlere rastlayamazsınız. Biz bu sorunun çözümünü, gittiğimiz şehrin yerlilerinden gözümüze kestirdiğimiz birileriyle sohbet ederek buluyoruz. Bir şehrin ya da bölgenin yerlisine ‘siz nerede yersiniz’ diye sorduğunuzda aldığınız yanıtları takip ederseniz, çok enteresan yerler keşfedebiliyorsunuz.

Milano’da Cocopazzo da böyle keşiflerimizden biri. Via Durini, 26 adresindeki restoran, Duomo Meydanı’na çok yakın olmasına rağmen normal yürüyüş güzergahı üzerinde yer almadığından göze çarpmıyor. Bu kadar merkezi bir yerde olmasına karşın, içeriye turist girdiğinde şaşırıyorlar, çünkü mekan hakiki Milanolularla dolu. Bölgenin tipik yemeklerini, geleneksel pişiriliş üslupları değiştirilmeden, olması gereken şekilde ve malzemelerle hazırlıyorlar, ev yapımı şaraplarıyla sunuyorlar. Pişman olmuyorsunuz.

Cenevreli iki şefin yine geleneksel usullerle hazırladıkları, yemeğin tadının değişmesini istemedikleri için modern mutfak araç gereçlerini bile kullanmadan, eski gereçlerle hazırladıkları ‘ev yemekçisi’ U Barba da başka bir sürpriz .Fabrika yemekhanesini andıran mekanın her tarafından eski mutfak aletleri, tencereler, tavalar sarkıyor. Upuzun tahta masalarda servis edilen yemeklerin lezzetini başka yerde bulabilir misiniz, pek emin değilim. Bu gelenekselliği paket kağıtlarında bile kullanan 100 yaşını çoktan aşmış Pasticceria Marchesi ise,yemek sonrası tatlıseverler için bir mabed.

Bir de Milanoluların bilmedikleri, ne yaptığını, ne aradığını, neden dünyayı gezdiğini iyi bilen gezginler tarafından keşif ve tercih edilen La Latteria’dan behsetmeliyim. Lonely Planet’in son ‘encounter’ına girmiş olması, yakın zamanda turist akınına uğrayacağının bir göstergesi olsa da, yemeklerin gümüş kaplarda servis edildiği bu küçücük sempatik Milano restoranını mutlaka denemek gerek.

Ben Milano’ya gitmişken en havalı yerde yerim diyorsanız seçenek çok bol. Şu sıralar en moda olan da Armani’nin Cafe Armanisi. Armani Nobu, Don Carlos, Four Seasons’daki Il Teatro, Trattoria Dı Gıannino ilk akla gelenler. Ancak yaz mevsiminde Navigli Bölgesi’ndeki kanalın iki yanındaki kafeler de keyifli oluyor.

‘Apperativi’ Milanoluların günlük hayatının bir parçası. Campari ve cin bazlı kokteyllerine patates cipsi, zeytin, füme somon, tost gibi basit yiyecekler eşlik ederken, akşam 18.00’den itibaren barlarda toplanan Milanolular, günün dedikodusunu yapıp akşam yemeğine hazırlanıyorlar. Barlarda ambiyans öyle keyifli ki, çoğu zaman sohbeti bırakamayıp abur cuburla karın doyurup akşam yemeğini pas geçiyorlar. Living, Il Marchesino en çok sevilen kaliteli mekanlar ancak gençlerin tercih ettiği daha az formal ve daha ucuz Le Biciclette, Bar Basso gibi mekanlar da gece boyu tıklım tıklım.

Bugün İtalya’nın en önemli sanat merkezi olan Brera Academy başta olmak üzere sayısız galeri, sanat meraklılarının en az bir haftasını alacak kadar zengin koleksiyonlarla dolu Milano’da. Zaten dünyanın moda merkezi olmasında, sanatın, hayatın merkezi olmasının etkisi azımsanamaz. Milano, şehrin genel görüntüsüyle, insanlarıyla, vitrinlerin tasarımına kadar tüm görsel ögeleriyle yüksel kalite standartlarında bir yaşam sunuyor. İhtişam, tevazuyla dengeleniyor. Baktığınız her şey şık, her şey ihtişamlı ama hiçbir şey göze batmıyor. Bu denge, bence şehrin ruhunu yansıtıyor. Burnu büyük şehir, havasını soludukça size isteyeceğiniz her şeyi sunmaktan mutlu olacağını söylüyor, cömertçe kalbini size açıyor. Her biri bir sanat eseri olan o ince ince tasarlanmış kıyafetlerinin üzerinde taşıdığı ışıltılı kalbini.