San Francisco

San Francisco

Sislerin Ardındaki Sessiz Şehir

If you’re going to San Francisco
Be sure to wear some flowers in your hair
If you’re going to San Francisco
You’re gonna meet some gentle people there.

San Francisco’da dolaşırken bu şarkı dilimizden düşmedi. 68 gençlik hareketinin başladığı ve tüm dünyaya yayıldığı bu saygın şehirde sayısız nazik insan yaşıyor gerçekten de.

10000 yıl önce Amerikan yerlileri San Francisco’ya geldiklerinde yerleşmek için tepelerle dolu, yaz ortasında bile havası soğuk bu şehri seçmişler. 1700’lerde İspanyollar ayak bastığında ise şehrin kaderi değişmiş. Sislerin içinde saklanan, hatta yanıbaşındaki Golden Gate’i bile sis yüzünden göremeyen, keşfedemeyen milletler, sadece bir kaç yıl içinde ardarda akın etmeye başlamışlar. Önce İngilizler sonra Ruslar gelmiş. Günümüzde şehrin ait olduğu eyalet olan California, 1822 yılında Meksikalıların eline geçmiş. Ve sonunda, 1848’de Amerikalılar San Francisco’nun ve tabii California’nın önemli bir bölümünün sahibi olmuşlar.

California, Tanrının sevdiği bir yer olmalı ki bahşedilen yerler sadece fiziksel ayrıcalıklara sahip değil, aynı zamanda yeraltından altın ve petrol fışkırıyor. Petrolü şimdilik çıkarmıyorlar ama altın için aynı şeyi söylemek mümkün değil. 1848’de tesadüfen farkedilen bir altın pırıltısı haberi sır olarak kalmıyor ve dünyanın öteki ucuna kadar yayılıyor. O tarihlerde rahatı yerinde olan ülkelerin halkları çok ilgilenmiyorlar bu konuyla ama Avustralya’dan, Çin’den hatta Avrupa’nın pekçok yerinden, eline kazmayı geçiren insanlar San Francisco’ya akın ediyor. Şehrin nüfusu sadece birkaç gün içinde 10 misli artıyor. Zengin olmak hayaliyle altın arayanlara bir de günümüzde hala itibarı olan markaları yaratan serbest girişimciler de ekleniyor. Altın arayan madencilere dayanıklı kotlar üreten Levi Strauss gibi.

Altın bitince gümüş madenleri, o da bitince denizin nimetleri doyurmaya çalışmış açgözlü dünyalıları. İnsanlar zenginleştikçe, yaşam standartları yükselmiş, rafine zevkler edinmeye başlamışlar. Dünya meselelerine duyarlı, ayı zamanda da keyfine, eğlencesine düşkün, sosyal, saygın bir toplum oluşmuş buralarda. Ne var ki her toplumda olduğu gibi San Francisco’da da hırsızlık, ahlaksızlık almış yürümüş bir dönem. Üstüne bir de doğa vurmuş darbesini. 18 Nisan 1906 tarihinde San Francisco’da, şiddeti bugünkü teknolojik imkanlar olsa ile 8,3 olarak ölçülebilecek, dehşet verici bir deprem olmuş. Depremden kalanları da hemen depremin ardından çıkan büyük yangın yok etmiş. Deyim yerindeyse San Francisco yok olmuş.

Azimle girişmişler şehirlerinin tekrar inşasına. Bir de muazzam iki köprü yapmışlar şehri simgeleyen; Oakland ve Golden Gate köprüleri. Ne var ki deprem bir kez daha yıkmış 1989 da ve 1906 depremi öncesi yapılan ve o depreme dayanabilmiş olan pek çok binayla birlikte Oakland köprüsü de yıkılmış bu kez.

San Francisco depremlerle, yangınlarla yıkılsa da hemen toparlanıp ayağa kalkabilen korkunç dinamik bir şehir. Şehrin tamamını yürüyerek dolaşabiliyorsunuz ancak çok ciddiye alınması gereken bir uyarım olacak. Lütfen bu şehrin çok çok soğuk olabileceği, özellikle de temmuz- ağustos aylarında kar montuyla dolaşılacak kadar serin ve rüzgârlı olabileceği unutulmamalı. Temmuzda cayır cayır yanan İstanbul’da valiz hazırlarken insan hiç tahayyül edemiyor ama gerçek bu.

Yürüyüşe sabah erken saatlerde, şehrin kalbi, en ünlü meydanı, alışveriş merkezi, sosyal yaşam alanı, en önemli referans noktası ve daha pek çok şeyi olan Union Square’den başlayarak, Maiden Lane, China Town ve Financial District’ten körfeze doğru ilerleyen bir rota ile yaparsanız öğlene kadar şehrin çok büyük bir bölümünü gezmiş oluyorsunuz.

Bir yürüyüş de Nob Hill, North Beach, Russian Hill üzerinden Marina’ya doğru yaparsanız -ki bu da aşağı yukarı yarım gününüzü alır- şehri yürüyerek dolaşmış sayılırsınız. Sabah saatlerinizi değerlendirecek, saat farkını da kolay atlatmanızı sağlayacak bu sabah yürüyüşlerini sıkı bir tramvay – Cable Car diyorlar- turu ile tamamlamalı. Tramvayın açık bölümünde, oturarak dik yokuşlarla dolu şehri zevkle dolaşabiliyor,keşif turu bitince nerelere gideceğinizi tramvaydan inmeden tespit edebiliyorsunuz. İlk duraktan binince kişibaşı 5 dolar ederindeki biletleri almak zorundasınız. Ancak ara duraklarda biletçi talep etmedikçe ödeme yapılmıyor. Bu tramvaylar iki kişi tarafından çalıştırılıyor. Motoru ya da elektriği yok. Bir kablocu var, sürekli kabloları sıkıştırıp bırakıyor, bir de frenci var aynı zamanda da kendini animatör sandığından sizi yolculuk boyunca Amarikanvari esprileriyle ‘ısıtıyor’. Kablocu, yokuşbaşlarında tramvayı hızla aşağı salıverince yüreğiniz ağzınıza geliyor. Bu tramvaylar şehrin sembolü olmuşlar ancak bunlar sadece turistik ve nostaljik şeyler değil, ulaşım içinde geziniz boyunca sık sık yararlanabiliyorsunuz San Francisco’nun bu sevimli oyuncaklarından.

Gezi kitaplarında bolca bahsedilen bir çok yerin içinde Fisherman’s Wharf , numaralandırılmış rıhtımlarla dolu sahildeki 39. İskele turistler için özellikle önemlidir. 39. İskele, yaklaşık 20 yıldır burayı mesken tutan ve hemcinsleri gibi göç etmeyip tüm yılı burada geçiren, Tanrı’nın yarattığı en garip yaratıklardan biri olan deniz aslanlarının mekanıdır.


San Franciscolu rantçılar burayı yat limanı yapıp iyi para kazanma hayalleri kurarken, bu yaratıkların istilası üzerine yıllar içinde yenilgiyi kabullenip, 39. İskeleyi deniz aslanlarına bırakmışlar. Oğlumuz Efecan için San Francisco’daki en önemli yer burasıydı. Gezi boyunca birkaç kez Deniz aslanlarını ziyarete gittik. Gerçekten de seyri çok hoş ama kokuları ve gürültüleri pek kötü. Denizin üzerinde tahtadan yapılma şatların üzerinde yaşayan denizaslanları ailesinin bir aile kavgasına denk geldi ilk ziyaretimiz. Baba denizaslanı bir kabahat işlemiş olmalı ki anne arkasını dönmüş yatıyor, avaz avaz bağıran ve kendisine yanaşan kocasını omzuyla denize itiyor. Koca çaresiz etrafa bakınıp yardım istiyor. Çocuklar da babaya kızgın olsa gerek, hiç yüz vermeyip arkalarını dönüyorlar. Baba tekrar naralanıyor. Çıkardığı gürültü inanılmaz boyutlarda, sesi körfezde yankılanıyor. Anne tınmıyor. Kendisine kıyın kıyın yanaşan erkekten kurtulmak için denize atlayıp diğer tahta şatın üzerine geçiyor. Kocayı durdurmak ne mümkün, denize atlayıp karısının yanına yüzüp şata çıkmak istiyor ama yine mukavemetle karşılanıyor. Yaklaşık 20 dakika dişiye yalvardıktan sonra çok naz aşık usandırır diye düşünerek mi artık bilemiyorum, o da gidip çocukların arasına yatıp uyuyor.

“Yalnızca yemek, giyecek, barınma ve sağlık hizmeti alacaksınız. Bunlar dışında alacağınız her şey bir ayrıcalıktır”

Alcatraz Hapishanesi Kuralları No:5

San Francisco körfezinden bakıldığında sisler arasında, yapayalnız duran tanıdık bir yapı. Alcatraz Kuşçusu filminden ya da başka bir filmden hatırlıyorum Alcatraz Hapishanesini. Filmlerde film hilesi olarak o kadar ürpertici göründüğünü ya da gösterildiğini düşünmüştüm muhtemelen. Ancak ada ve adanın üzerinde bulunan hapishane görüntüsü gerçekten de insanın kanını donduran bir görüntü. Sis yüzünden tam seçemediğimiz ada, 45. İskeleden bindiğimiz vapur yol aldıkça yakınlaşıyor. Sevimsiz ayrıntılar daha da net görünüyor. Üstünde devasa martıların çığlık atarak döndükleri gri binaya çıkan yokuştan yürürken bir zamanlar namlı bir hapishane olan ve şimdi belli ki ticari amaçla kaderine terk edilmiş görüntüsü ile olduğu gibi bırakılan bu yer Hitchcock filmlerinin doğal seti olabilecek kadar ürkütücü görünüyor. Turistik bir şık otel, park, hayvanat bahçesi, fuar alanı gibi bir yerler yapmaktansa bu şekilde bırakıp turistleri akın akın getiren vapurlarıyla belki de dünyada eşi olmayan bir ticari deha ürünü burası.

Adayı, özellikle de hapishaneyi gezerken, sesli rehber görevi gören kulaklıklardan yayılan ses, arka planda binanın hapishane olduğu yıllarda olduğu gibi orijinale yakın ses efektleriyle bizi o yılların Alcatraz’ına götürüyor. 1934 den 1962 yılına kadar Amerika’nın en korkulan, kaçılması da imkansız olan hapishanesi imiş Alcatraz Hapishanesi. 1962 de Adalet Bakanı bakmış binanın hapishane olarak kullanılması Amerikan hazinesine pahalıya patlıyor, kapatmış burayı. Korkunç olmasının sebebi, körfeze bu kadar yakın olmasına rağmen buraya ziyaretçi alınmaması yani dış dünyayı çok yakında görebilmenize rağmen oraya ulaşamıyor, kimsenin de sizinle iletişim kuramıyor olması. Kaçılmasının imkansızlığı da körfezde şiddetli akıntı olması ve suyun yılın her günü buz gibi soğuk olması . Amerika’nın en azılı mahkumlarının buluştuğu Alcatraz’dan kaçış girişimleri işte bu nedenlerle hep başarısızlıkla sonuçlanmış.

Binayı gezerken gördüğünüz hücreler, eşyalar, kulaklıktan gelen, eski Alcatraz gardiyanlarının ve eski mahkumların anlatımı ile duvarlardaki Al Capone ve benzeri meşhur haydutların mahkumiyetlerine ilişkin anekdotlarla birleşince, bir de üstüne binanın sevimsiz kokusu, gri renginin soğukluğu ve esen rüzgarla martıların uğultu ve çığlıkları birleşince ürpererek ve bir an önce çıkmakla, bu deneyimin hakkını vermek için biraz daha kalmak arasında yaşanan ikilem olarak özetleyebilirim hislerimizi.

Bir de şu söz kaldı aklımda: “Kuralları bozarsan hapse gidersin, hapishane kurallarını bozarsan Alcatraz’a gidersin”.

Alcatraz’dan körfeze dönünce yapılacak en iyi şey, dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan San Francisco’nun muhteşem parklarında rahatlatıcı bir yürüyüş yapmak olur. Golden Gate Parkı’nda yürüyüş için en az iki saat ayrılmalı, içindeki California Academy of Sciences mutlaka görülmeli. Havanın açık olduğu nadir zamanlardan birine rastlanabilirse de yüksek bir tepeden -ki şehirde onlarca var- günbatımı seyrine durulmalı.Marina parkı da rahatlamak için ideal. Parkları seven bir aile olarak biz, uçurtma uçuranların favori mekanı, içinde ördeklerin yüzdüğü göletiyle, göğe uzanan yemyeşil ağaçlarıyla mis gibi kokan yeni biçilmiş çimleriyle Marina Parkı’na bayıldık. Biraz daha ileride -eğer yeterli zaman varsa- San Francisco’nun eşsiz ormanlık alanı Presidio da görülmeli. Yürümeyi seviyorsanız, buralara yürüyerek ulaşabilirsiniz. Muhtemelen dönüşte yürüyecek hal kalmayacaktır ancak hiç sorun değil. Şehirde ulaşım seçenekleri bol. Belediye otobüsü çok ucuz ve kullanımı rahat bir seçenek örneğin.

Akşam İtalyan mahallesindeki (North Beach) sevimli İtalyan restoranlarından birinde saatlerce keyif yapıp, şehri bir de gece yürümek kadar zevkli bir şey yok.

Russian Hill’den, dünyanın en virajlı yolu olarak bilinen, kovalamacalı Amerikan filmlerinde bolca gördüğümüz Lombard Street’ten geçerek tekrar körfeze inerseniz gecenin ve denizin serin kokusunu içinize çekebilir ve hiç uyumadığınız kadar rahat bir uyku çekebilirsiniz. Uykunuz gelmediyse, şehrin dörtbir yanındaki caz ya da blues kulüpleri emrinizde. Aslında şehirde her çeşit müziğin bulunabileceği mekanlar çok ama doğru bir keşif için, 3-4 günlük seyahat yetmiyor. San Francisco’da biraz spontan yaşamalı, önceden planlamayı abartmamalı.. Her an bir sürpriz olabiliyor. Tek sorun, özellikle Cumartesi geceleri taksi bulmak için en az yarım saat – kırkbeş dakika beklemeyi yada daha iyisi otele kadar yürümeyi göze alabilecek kadar enerjinizin kalıp kalmadığı.

Şehrin körfez kısmında denize doğru dönüp sağa baktığınızda gördüğünüz köprü “Oakland Köprüsü”. Nedense şehre geldiğimizde ilk gözümüze çarpan köprü bu oldu ve bir süre bunun “Golden Gate Köprüsü” olduğunu sandık. Meğer hemen hemen herkes bu yanılgıya düşermiş. Çünkü başınızı sola çevirdiğinizde görmeniz gereken ama sis yüzünden göremediğiniz köprü Golden Gate aslında. Bir simge. Bir azim ve inat öyküsü. Bir mühendislik harikası. Sanatsal değeri var mıdır bilemem ama sisin yayıldığı zamanlarda şehirle bütünleşen görüntüsü şiirsel. Yakından bakıldığında ise bir demir yığını.

Şehirde kulağa ilk gelen sesler de itfaiye sireni, cable car çıngırağı ve sokak çalgıcılarının melodileri. Gerçekten o kadar sık yangın çıkar mı bilmem ama (eşim Ercan’ın tahminine göre aksiyon yaratmak için yapıyorlar, aslında yangın yok) sık sık telaşlı bir şekilde yol alan itfaiyelerin siren sesleri hiç eksik olmuyor. Cable car çıngırakları ve çalgıcıların melodileri ise yaşama sevinci veriyor insana.

San Francisco’nun görüntüsü, şehirde bolca bulunan tepelerden birinden -Telegraph Hill olabilir -seyredildiğinde görülen manzara, eğik olarak konmuş bir ondulinin görüntüsü gibi..Dalga dalga kıyılara doğru inen sokaklar. Kıyıya paralel olanların dışında hicbir sokak düz değil. Hatta öyle eğimler var ki yürürken dengede kalabilmek için hafifçe arkaya kaykılmak gerekiyor. San Francisco’da yürümek çok zevkli. Araba kiralamak ise çok anlamsız. Yalnız yağmurluk, içine bir polar, bir de rahat yürüyüş ayakkabıları olmazsa eziyet olur.

Şehirde alışveriş merkezleri de bol. Her marka, her model, eksiksiz olarak her koleksiyon bulunuyor. Amerika genel olarak fiyatların, Avrupa’ya ya da dünyanın diğer pek çok yerine oranla ucuz olduğubir ülke. Bu nedenle eğer gezinizde başka şehirler de varsa, San Francisco’dan birşey alıp taşımaya gerek yok. Yalnızca Fisherman’s Wharf’a yakın Ghirardelli Square’den çikolata cenneti Ghirardelli dükkanından, bol bol çikolata almalısınız. Bu meydan, öğle yemeği ve kahve için de uygun. Bir de mutlaka Clam Chowder dedikleri, özel mayalı, kase biçiminde pişirilmiş ekmegin içine doldurularak servis yapılan çorbayı kaçırmamalı. Hem çok lezzetli, hem hafif, hem de çok esprili birşey. Kalifornia şaraplarını söylemeye gerek var mı, bilemiyorum. Dungeness yengecini de tatmalı. 1849 dan beri şehrin en iyi restoranlarından biri olan Tadish’te bir öğle yemeği de almak iyi olur.

San Francisco’ya gitme niyeti olan geziseverlere, dünyada belki de benzeri olmayan bir şehir olduğu, eğlencenin, sanatın, müziğin, tiyatronun ulaşılabilecek en kolay ve en yakın uzaklıkta olduğu, alışverişin, yeme içmenin bol, keyifli ve ucuz olduğu, havanın temiz, insanların şarkıdaki gibi nezaketli ve Amerika’nın diğer yerlerinden de çok daha uygar bir şehir olduğu notlarını düşerek bitirmek istiyorum. Şimdi yola çıkma zamanı. Rota: Las Vegas, Los Angeles, San Diego.