Varanasi – Ebedi Şehir

Varanasi - Ebedi Şehir

Ganj nehri Himalaya dağlarından doğarak, Bengal körfezinde denize dökülür. Hindular Ganj’ın cennetten çıktığına ve Tanrı ile ilişkili olduğuna inanırlar.

O yüzdendir ki çiçeklerin arasına gömülmüş mumlarını dilek tuttuktan sonra Ganj’a bırakırlar. Dilekleri Tanrı’ya ulaşsın diye.

O yüzdendir ki ölü bedenler burada yakılarak külleri Ganj’a serpiştirilir. Böylece artık yeniden doğuş olmayacak ve ölen kişi ölümsüzleşecektir. Çünkü Ganj O’nu Tanrı’ya ulaştıracaktır.

O yüzdendir ki insanlar Ganj’da yıkandıklarında günahlarından arınacaklarına inanırlar.

Eğer siz de benim gibi insanoğlunun gizli kalmış kökenleri peşindeyseniz, yirmi veya otuz bin yıl önceki uygarlığın kökenleri sizi yakından ilgilendiriyorsa ve hatta tüm dinler hakkında daha çok bilgi sahibi olmak ve bu sayede yaradılışı anlamaya çalışıyorsanız, Varanasi sizi çağırıyor.

Bir gerçek var ki, bu şehri görenler hayatları boyunca Varanasi’yi unutamaz.

Varanasi’yi gören insanların büyük bir kısmı bu şehrin pisliği, karmaşıklığını önüne gelene anlatacaktır.

Benim de içinde olduğum diğer kısım ise bunca pisliğin içindeki kültür ve inanç mozağini ölene kadar unutamayacaktır.

Uçağım öğle saatlerinde Varanasi’ye varmıştı. Saat dört gibi otelden kendimi dışarıya attım. Kapıda bekleşen “Rikşa” lardan biri ile anlaştım. Rikşalar iki kişiyi taşıyabilen, üç tekerlekli, bir adamın pedal çekerek yürüttüğü ve arka tarafta en fazla iki yolcu taşıyabilen bir tür bisiklet. Beni Ganj’a taşıyacak Rikşacıya 2 dolar verecektim. İnsan gücüne ihtiyacımız olacak bu yolculuğumuz yarım saat kadar sürecekti. Sizin ilk bakışta içinizi buran bu satırlar, aslında Rikşa sürücüsü için çok büyük bir şanstı ve o çok mutluydu.

Ganj’ı görmek için can atıyordum. Rikşa sürücüsünün sırt manzarası eşliğinde Varanasi caddelerinde ilerlemeye başaldık. Her geçen dakika heyecanım ve şaşkınlığım artıyordu. Geçtiğimiz caddelerde modern yapı yoktu, etrafımızda balkonlarında maymunların gezdiği yıkık dökük evler. Aslında ilerlediğimiz yola da yol demek oldukça güç.

İnekler, öküzler, köpekler, Rikşa’lar, bisikletler, motosikletler, insanlar ve az da olsa arabalar. İğne atsan yere düşmüyor. Tam bir cümbüş. Ne yaya yolu, ne de sizin anladığınız bir trafik. Her şey birbirine girmiş tam anlamıyla bir karmaşa. Kornaların uçuştuğu yolda toz duman yetmiyormuş gibi korkunç bir egzos kokusu. Yol kenarında ne sattığını anlamakta güçlük çekeceğiniz satıcılar, insan dişleri satan işportacılar, insanları çömeltip oracıkta saç sakal tıraşı yapan berberler, dilenciler ve sadece etrafa bakan üstleri ve vücutları pislikten geçilmeyen bir çok insan.

Bu manzarayı tüm yol boyunca soluksuz seyrettim. Zaten aldığım her soluk, toz ve egzosdan ibaretti.

Şaşkınlığım son aşamadayken ve “Aman Tanrım ben nereye geldim?” demeye başlamıştım ki Ganj’a ulaştım ve anladım ki aslında daha hiç bir şey görmemişim.

Onca karmaşadan sonra başka bir insan yığınına dalıveriyorum ama burası farklı. Şehrin o karmaşası ve gürültüsü kayboluveriyor.

Ganj’da sessizlik, gizem ve huzur size kucak açıyor.

 

Mavi ile kahverengi arasındaki bir renge sahip bu kocaman nehre insanların rengarenk kıyafetleri canlılık katıyor. Yeşiller, kırmızılar, pembeler ve sarılar…

Ganj kenarına serpişmiş insanları görünce bunlar benim cebimdeki parayı almadan beni bırakmazlar diye içimden geçirdim. Ama öğreneceğim daha çok şey vardı.

Çevremi saran üç beş çocuk satıcının ve dilencinin dışında Ganj kenarındaki insanların parayla işi yok. Bu oldukça fakir görünümlü insanlar, sadece ve sadece Tanrı’ya yaklaşmak için buradaydılar.

Caddelerinde pislik ve karmaşadan geçemeyeceğiniz bu şehrin bacasından tarih, mistizim, huzur ve ruhanilik tütüyor.

Bir kayık kiraladım ve asıldım küreklere. Hep bu anı hayal etmiştim. Kıyıda “GAT” olarak anılan hacıların toplandığı basamaklar, sislerin içinde rengarenk kıyafetleriyle ne yaptıklarını anlayamadığınız insanlar.

Derken güneş batıyor ve o hiç unutamayacağım o 10 dakika. Pembe, ancak bu kadar güzel olabilir. Her yer alabildiğine pespembe.

Deklanşörüme basmaya başlıyorum. Elim takılıyor fotoğraf makinesine, yanlışlıkla nehrin sularını tepeden çekiyorum. Çıkan görüntü inanılmaz; dumansı bir görüntü ile karşılaşıyorum çektiğim resimde. Oysa ki o görüntüyü yaratacak o kadar yoğun bir sis de yok ortalıkta. Biraz inceleyince bir fil silueti görüyorum resmin içinde, kayıkçıya gösteriyorum, hiç yadırgamıyor bu görüntüyü.

– O “Ganej” bizim Tanrı’mız, şans getirir sana. Ara sıra kendini gösterir işte böyle.

Birden ürperiyorum. Ganj nehrinde “Ganej” bana merhaba diyor. Hindu inanışında en az 33 milyon Tanrı var. Bir tanesi ile karşılaşmış oldum, geriye kaldı…

Hava kararmaya başlıyor, seni YANAN GAT’lara götüreyim diyor kayıkçı. Daha önceden okuduğum için biliyorum neyle karşılaşacağımı. Ürkerek yutkunuyorum ve haydi diyorum. Belli bir mesafeden sonra resim çekmek yasak.

Birbirlerinden belli mesafelerde ayrılmış kamp ateşleri gibi gözüküyor uzaktan. Her bir öbek ateşin aksi Ganj’da kırılarak etrafa yayılıyor. Bu her bir öbekte bir ölü vücudunun yandığına inanmak ne kadar da zor.

Artık karaya varıyoruz. En yakın ateş öbeği üç beş metre uzağımda ama ben kayıktan inmiyorum.

Ne garip, yanık kokusu almıyor burnum. Zaten oldum olası kokuya duyarsızımdır. Gerçekten öyle mi acaba? Yoksa ortamın gerginliğinden dolayı beynimin koku duyularını geçici olarak kapadım mı bilemiyorum, çünkü yandaki kayıkta bulunan turistler burunlarını tıkamaya çalışıyor.

Kayığıma biri yanaşıp bana burayı anlatmaya başlıyor.

– İnsanlar öldüğünde tekrar doğarlar ve bu acı hayata tekrar gelirler. Hayattaki amacımız ruhumuzun değerini arttırarak, ruhumuzu tekrar dünyaya getirmeyecek düzeye ulaştırmaktır. İşte tüm gayemiz budur. Böylece artık bir daha doğmayız ve doğmayan ruhların yanında huzura kavuşuruz. İnanışa göre ölmüş vücudu burada yakılıp, külleri Ganj’a savrulan ruhlar tekrar doğmayacaktır. İşte bu yüzdendir ki, bu çevredeki evlerin içinde bir çok yaşlı insan, aç susuz burada ölmeyi bekliyorlar.

Benden bu insanlar için “Karma” yapmamı bekliyor, yani özetle yardımlaşma. Muhtemelen verdiğim para onlara gitmeyecektir, çünkü zaten onların paraya ihtiyacı yok. Ölmek isteyen bir insanın paraya niye ihtiyacı olsun ki. Ama bu kimin umurunda.

Hani unutulmaz anlar vardır ya, işte bu da onlardan. Ben, kayıkçı ve o adam ateş öbeğinin az ilerisindeyiz. Ateş öbeğinin etrafında merhumun ağlaşan erkek akrabaları. Bayanlar bu ritüeli uzaktan seyredebiliyor.

Tüm Hindistan gezim boyunca ilk defa pazarlık etmeden cebimden paraları kusuyorum. Adam ısrar ediyor, kayıktan ineyim ve içerileri gezeyim diye.

“Ganej” kulağıma fısıldıyor;

– “İnme, inersen öleceksin”

İçimi çok garip duygular kaplıyor, ürküyorum, adamın anlattıkları ve bu ortam beni çok geriyor. Kulağımda “Bu adam güvenilmez, uzaklaş buradan” fısıltıları. Kayıkçıya “Gidiyoruz” diyorum. Adam istemeye istemeye uzaklaşıyor kayığımızdan.

Belki de gelir gelmez Ganj’a saldığım çiçekler içindeki iki mumum Tanrı’ya ulaşmıştı. O yüzden bana Ganej’i gönderdi.

Kendim, akrabalarım tüm sevdiklerim için yalnızca tek bir şey dilemiştim; sağlık.

Karaya çıktığımda şaşkınlıktan kendime gelmeye çalışıyordum ki, birisi kolumdan tutup haydi gidiyormuyuz diyor. Ben bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyor, bir yandan da kolumdan tutan adamı hatırlamaya çalışıyorum.

Adamın rişka sürücüsü olduğunu anlamam bayağı uzun bir zaman aldı, tüm yol boyunca adamın kafasının arkasını gördüğümden yüzü hiç tanıdık gelmemişti.

Biraz daha zaman istedim ondan. Bol bol fotoğraf çektim.

Otele vardığımda hemen saatimin alarmını kurdum, çünkü rişka sürücüsüyle tekrar buluşamama çok az kalmıştı. Sabah beşte yola çıkacak ve bu sefer Ganj’da gün doğumunu izleyecektim.

Otuzaltı yaşında hayatı anlamaya çalışmak, yolun yarısındaki vücudu zorlu bir sınava sokmuştu.

Alarm çalmadan 5 dakika önce aniden gözlerimi açtım, beyin saatim alarmdan önce kaldırmıştı beni.

Beni en az Ganj kadar şaşırtan, benim rişka sürücüsünün yeni bir 2 dolar için de sabahın beşinde söz verdiği gibi otelin kapısında hazır olmasıydı.

Bir önceki günden yola alıştığım için yol çevresine çok şaşırmıyorum. Gerçi sabah çok erken olduğu için yol inekler ve öküzler haricinde sakindi.

Ganj’a yaklaşmıştık ki, çıngıraklar çalıp, bağrışan bir grup yanımızdan geçti, ölülerini Ganj’a götürüyorlardı.

Ganj beni karanlıklar içinde bir sisle karşıladı. Hava biraz serin olduğu için insanlar, Gat merdivenlerinde ateş yakmış, ısınmaya çalışıyorlardı. Sabah ritüelleri için hazırlanan insanların bir kısmı hemen oracıkta yere çökmüş saçlarını kazıtıyorlar, bir kısmı bir tür tahtayı ağızlarına sokarak diş fırçalıyorlar, büyük bir kısmı ise sadece oturuyor ve güneşin doğmasını bekliyordu.

Güneşin doğuşunu kiraladığım kayığın içinde karşıladım. Daha sonra karaya çıkarak fotoğraf çekmeye devam ettim. Fotoğrafını çektiğim insanlar ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bu beni hem rahatlatıyor, hem de fotoğrafın doğallığını bozmuyordu.

İnançları gereği insanlar son derece ılımlı ve hoşgörülüydü. Öyle ya onların inanışına göre fakir doğan ve eziyet çekenler bir önceki hayatlarında kötülük yaptıkları için bu durumdaydı. Şimdiki hayatlarında dingin bir ruha sahip olmalılardı ki yeniden doğduklarında daha iyi bir hayat hak edebilsinler. Bu felsefe onları kavgadan uzak tutuyordu.

Kutsal adam diye anılan “Sadu”lar, boylu boyunca dizilmiş dileniyorlardı. Elini ayağını dünya işlerinden çekmiş bu insanlar, dilenmelerini sızlanarak da yapmıyorlar, sanki gururlu bir dilenci görünümündeydiler. Dilenmenin son derece olağan kabul edildiği Hinduizm ve Budizm’de “Sadu”lara yardım bir tür sevap kabul ediliyor.

“Baba” kelimesi Hintçe’de de “Baba”. Güneşin doğuşunu izleyen “Sadu” Baba’ya rastlıyorum. Herkes ona Baba diyor. Oturup uzun uzun konuşuyoruz. Gözlerinde yılların yorgunluğu, ruhunda ise bilgelikten kaynaklanan bir dinginlik vardı.

Bana Varanasi kelimesinin, şehrin “Assi” ve “Varuna” nehirleri arasında kaldığından dolayı yakıştırıldığını aslında şehrin isminin “Benares” olduğunu söylüyor.

Şehrin 5000 yaşında olduğunu ve yazar Mark Twain’in bu şehir hakkında “Benaras tarihten daha eskidir, geleneklerden daha eskidir, hatta efsanelerden de eskidir ve bunların hepsini bir araya koyun hepsinden iki kat daha eski gözükür” dediğinden bahsediyor.

Sabah ritüellerine doyduktan sonra Varanasi’nin ara sokaklarına daldım. Hintlilerin ineği neden kutsal saydığını anlamıştım artık. Ben hayatımda böyle bir pislik görmedim. İnsanların yaşam alanı, hayvanların yaşam alanından farklı değildi. Bu ortamda inek onlara hiç de itici gelmeyen fakat onun sütünden faydalanabilecekleri bir canlıydı.

Baba’nın bahsetmediği bu şehrin başka bir adı ise Kashi. Hinduların en önemli Tanrılarından biri olan Shiva’nın kenti olarak bilinen Kashi’nin anlamı Hintçe’de ışıldayan yer anlamına geliyor. Hindu felsefesine göre “ışık” önemli bir anlam taşır. Zira ışık, cehaletin karanlığını yok eden bilgeliğin simgesidir. Hindu inançlarına göre günah ve kötülük hep cehaletten kaynaklanır.

Günah yalnız yıkanarak ya da dua ederek silinemez, bu ancak ışık yani bilgelikle mümkün kılınır.

Bu nedenle, ışıldayan kent Varanasi “sonsuz bilgeliğin” kenti olarak adlandırılır.