Rüzgâr

Rüzgâr

Haftada bir gün izin yapmak için köye inerdi. Bu hafta onun yerine sürüyü otlatacak kişi hastalanıp dağa çıkamamış,o da iple çektiği pazar gününü dağda geçirmişti.

Köye inebilseydi, arkadaşlarıyla konuşacağı o denli çok şey vardi ki… İlkokul dördüncü sınıftayken babası okuldan almış, sürünün oğlaklarını otlatması için dağa çıkarmıştı. Şimdi on yedi yaşındaydı. Yedi yıldır dağlarda dolaşıyordu. İki yıldır da sürünün tamamı ona bırakılmıştı. Kış geceleri davarları köye yakın bir ağıla kapatır, köye inerdi. Bahardan kışa değin, ancak haftada bir gün görebilirdi köyün yüzünü. İki akşamda bir, kendisine azık getiren çocuk sağır ve dilsizdi. Kısa süren el kol devinimlerinden sonra çekip giderdi çocuk. Hiç olmazsa o bari dilsiz olmasaydı diye düşünürdü…

Bugün yine tan yeri ağarırken sürüyü yaymış, serinlikte karınlarını doyuran hayvanları ağıla getirip sağmıştı. Yazın bu günlerinde sütleri azaldığı için kolay sağıyordu keçileri. Şimdi de sıcak bastığı için sürü, büyük meşe ağaçlarının altında yatmış dinleniyordu. Kendisi de dinlenmek istiyor,ancak Garip,izin vermiyordu yatıp uyumasına. Annesi, doğum yaparken ölmüştü beyaz oğlağın. Celâl onu büyütene dek öyle uğraşmıştı ki. Adını Garip koymuştu. Geç doğduğu için de sürünün en küçük oğlağıydı. Celâl’i yatarken görünce hiç dayanamaz, gelip üstüne çıkar, yüzünü gözünü yalardı. Rahatsız olsa da Garip’in yaptıklarına ses çıkarmazdı.

Bir de köpek yavrusu Reşo olmasa daha rahat olacaktı Celâl. Reşo, Garip’i kıskanır, o ne yaparsa enik de aynı şeyleri yapardı. Şimdi yine ikisi birden başındaydı Celâl’in. Garip’le Reşo yüzünü yalamaya başlamadan ayağa kalktı. Garip’e öğrettiği oyunları yaptırmaya başladı. “Elini ver,” deyince ön ayağını uzatıyordu oğlak. İki ayağının üstünde dikiliyor, başını sallıyor, yatıyor, kalkıyor; daha bir sürü hüner gösteriyordu. Onunla birlikte Reşo da aynı şeyleri yapıyor; hatta Reşo’nun, Garip’ten daha becerikli olduğu görülüyordu. Celâl, Garip’e meşe ağacını gösterip “tos vur,” dediğinde, koşup arka ayaklarının üstünde yükseldi ve güçlü bir tos vurdu ağaca. Ondan geri kalmamak için Reşo da aynı şeyi yaptığında, kafası çok acıdı. Enik cıyaklayıp ağlamaya başladı. Celâl, Reşo’nun başını okşayarak onun ağlamasını dindirdi. Gönlünü almak için de “Haydi Garip kuyruğunu salla,” dedi. Oğlak uğraşıyor, ancak, kısa ve yukarı kalkık kuyruğunu sallayamıyordu. Reşo kuyruğunu sallıyor, Garip’e inat yaparcasına önünde durmuş, yaptığı işi ona gösteriyordu. Duruma kızan oğlak öylesine bir tos vurdu ki Reşo’ya, zavallı enik, iki takla atıp yere serildi…

Celâl, dibine oturduğu yaşlı meşe ağacına sırtına dayamıştı.İki yanında yatan Reşo ve Garip, başlarını, onun uzattığı iki bacağının üstüne koymuş uyuyorlardı… Son inişinde köyün kahvesinin önündeki çınarın dibinde oturmuş; biraz sonra da arkadaşları birer birer kalkmışlar, giderken de: “Hiç durmadan konuşuyorsun, başımız şişti,” demişlerdi. Yanında yalnızca amcasının oğlu kalmıştı. Dağdan köye her indiğinde, kendi yaptığı peynirlerden götürürdü ona. Nasıl götürmesin ki? Ne konuşursa konuşsun, peynirlerin hatırına dinlerdi onu amcasının oğlu…

Yine o gün,yazlığa gelen ailelerden birinin kızı oturmuştu karşılarındaki masaya. On yedi, on sekiz yaşlarında gösteriyordu kız. Kısacık, kırmızı bir şort vardı ayağında. Güneşten henüz yanmamış beyaz bacakları öylesine güzeldi ki… Amcasının oğluyla gözlerini dikip yercesine bakıyorlardı kıza. Kız, bir ara onlara doğru bakıp hafifçe gülümsedi. “Sana baktı,” dedi amcasının oğlu. Celâl eliyle saçını düzeltirken, bir yandan da toparlanıp çeki düzen vermişti oturuşuna.Çoban olduğumu bilmiyor diye geçirdi içinden. Sonra da kendisini avutmak için; sürü sahibiyim ben, başkalarının keçilerini güden çoban değilim, dedi içinden. Üstelik de boylu boslu, yakışıklı bir gençti kendisi…

Akşama dek kızın evinin bulunduğu koyda denize girdiler amcasının oğluyla. Biraz ötelerinde denize giren kıza yaklaşmaya cesaret edememişlerdi. O kadarı bile mutlu etmeye yetmişti Celâl’i. Kızın babası gelip onları kovana dek oralarda dolaşmışlardı. Bu arada kızın adını da öğrenmişlerdi. “Çiçek, gir içeriye,” diye bağırmıştı kıza babası. O günden beri çiçeklere baktıkça kızın iri, bal rengi gözlerini görüyordu karşısında. Hepsini bal rengine boyamışlardı sanki çiçeklerin. Bu hafta inebilseydi köye, ne yapıp edip bir demet kır çiçeği gönderecekti kız kardeşiyle ona… Önümüzdeki hafta da iyileşmezse yerime gelecek çoban diye düşündü. Aklından geçen bu olasılık ürküttü onu…

Gözü, yakınındaki kocayemiş dalına konmaya çalışan küçük kuşa takıldı. Kuş, ince bir dala konuyor, dal sallandıkça tutunamayıp kayıyordu. Uçup, epeyce uğraş verdikten sonra yeniden deniyor, ancak, bir türlü başaramıyordu konmayı. Rüzgâr da gittikçe artıyordu. Haziranın sonuydu. Kızıl Erik fırtınası, diye geçirdi içinden. Babası, tüm fırtınaları, belli başlı yıldızları, güneşe ve yıldızlara bakıp saati anlamayı öğretmişti ona. Günün yirmi dört saatini beş on dakika yanılgıyla söyleyebilirdi Celal. Bulutlara bakıp,ya da çakal seslerini dinleyip havanın nasıl olacağını anlayabilirdi. Kızıl Erik Fırtınası giderek artıracaktı hızını. Kuş, ince dala konamayıp, rüzgârın estiği yönün aksine uçup gitmişti…

Fırtınadan etkilenmemek için ağacın duldasına doğru kaydı. Kayarken de rahatsız etmemek için Garip’le Reşo’yu yavaşça kaldırıp, yeniden ayaklarının üstüne yatırdı onları.

Rüzgârın sesini dinlemeye başladı. Büyük meşe ağaçları selam verircesine eğilip doğruluyorlardı. Makiler hırçın devinimlerle, kavga edercesine sallanıyorlardı. Sağa sola kaçışan kuşlar bir an önce kuytu bir yer bulabilmenin ivecenliğiyle boğuşuyorlardı. Tümsekte yatan bir kaç keçi, rüzgârın etkisinden korunmak için, kalkıp kendilerine kuytu yerler bulup büzüştüler…

Rüzgâr içindeki binlerce şarkıyı duymak istercesine seslere yoğunlaşmıştı Celâl. Küçükken, fırtınalı bir havada babasına rüzgar sesinden korktuğunu söylediğinde, babası ona: “Rüzgâr sesi, dünyanın en güzel şarkılarını içinde taşır; öyle dinlersen seversin,” demişti. Rüzgârın uzaklardan önüne katıp getirdiği şarkıları dinliyor, içinde Çiçek’in sesini ayırmaya çalışıyordu Celâl… Uğraştı, ancak duyamadı kızın sesini. İlkin ağlayan bir çocuk sesi duydu, sonra da çocuğu susturmak için ninni söyleyen annenin sesini. Bir süre sonra çocuğun ağlaması kesildi, anne ise ninnisini yanık bir sesle sürdürüyordu…

Hiç böylesini görmemişti. Rüzgâr onu yattığı yerden almış götürüyordu. Altında kayıp giden derelere tepelere baktı,içi bir hoş olmuştu. Oldum olası yükseklik korkusu vardı Celal’de. Rüzgâr aniden durursa ne yaparım diye düşünüp korktu. Parçalarını bulamazlardı düştüğünde. Rüzgar azalır gibi olduğunda Celâl alçalıyor, güçlendiğinde yükseliyordu. Gidiş tam köylerine doğruydu…

Uçarken Çiçek’i düşündü. Tam onların evinin yanına konmak istiyordu. Onun için kır çiçekleri toplamadığı için üzüldü. Nasıl bilebilirdi ki rüzgârın kendisini alıp köye götüreceğini? İndiğinde kızın şaşkınlığını düşündü. Uçan adam sanacaktı kendisini…

Köyün üstüne geldiğinde epeyce yükseklerdeydi. Çiçek’lerin evinin olduğu koya doğru baktığında bir kaç kişi görünüyordu. Çok uzakta oldukları için kim olduklarını ayırt edemiyordu.Yaklaştığında Çiçek’i fark edebilmişti. Bağırıp el sallamaya başladı. Sesi uçup gidiyordu rüzgârla birlikte. Kız, evlerinin önünde oturmuş, arkadaşıyla birlikte, fırtınanın pamuk tarlasına dönüştürdüğü denize bakıyordu. Rüzgârın yavaşlamasını bekleyen Celal, istediği olmayınca umutsuzluğa kapılmıştı. Aşağıya inmek için gösterdiği çaba boşunaydı. Aksine daha da yükselmişti. Denizin üstünde uçuyordu şimdi. Gittikçe uzaklaşıyordu köyden. Arkasına baktığında nokta gibi küçüldüklerini gördü Çiçek’le yanındaki arkadaşının…

Körfezin karşıki sahiline doğru uçuyordu. Tüm istediği kumsallardan birine konabilmekti şimdi. Nasıl olsa konuşup söyleşecek bir kaç kişi bulabilirdi. Zaten, onu görenler koşup geleceklerdi yanına. Uçarak körfezi geçmiş bir kişiyi görmek, onunla konuşmak isteyecekti herkes. Belki gazeteciler bile gelebilirdi kendisini görmeye… Bir ara rüzgâr yavaşlar gibi oldu. Celâl’in ayakları suya değdi değecekken hızlanan rüzgâr yine yükseltti onu. Epeyce korkutmuştu denize düşüp boğulma düşüncesi. Körfezin yarısındaydı ancak; suya düşseydi, bu uzaklığı, hele bu fırtınada havada yüzebilmek çok zordu. Kendi köylerinin önünde denizi yalamaya başlayan rüzgâr, giderek denizi kabartmış, şimdi ise kalın dalgalar oluşturmuştu. Karşıki kıyıda daha da yükselecekti dalgalar. Ancak, yapacak hiçbir şey olmadığını, kapılıp gittiği rüzgârın buyruğuna boyun eğeceğini biliyordu…

İşte bu kötü, diye düşündü Celâl. Karşıki kumsallardan birine konabileceğini düşünürken, rüzgâr hafif yükselerek, sağa, İmralı Adası yönüne doğru sürüklüyordu kendisini. Denizden kurtulup karaya varamıyordu. İmralı Adası sağında, Trilye solunda kalmış uçuyordu. Nereye gittiğini, nerede duracağını bilmeden böyle sürüklenmek onu kaygılandırmıştı. Bir süre uçtuktan sonra Bandırma’nın yakınlarına geldiğinde gayret edip sola doğru yön değiştirmek istediğinde, tüm çabasına karşın bunu başaramayacağını anlamıştı. Erdek’i çok uzaktan görebilmiş, yolunu yine denizin üstünde sürdürüyordu. Rüzgârın sesinden başka ses de duyamıyordu. Fırtına yüzünden denizde bir tek kayık yoktu. Uzaklarda birkaç ada gördü. Hiç olmazsa bunlardan birine inebilsem diye geçirdi içinden…

Bir süre daha sürüklendikten sonra rüzgârın hızı düşmeye başladı. Adaları geçmişti. Uzaklarda küçük bir adacık gördü. Şu anda düşsem küçük adaya dek yüzebilir miyim diye düşünüyordu. Bir yandan yavaş yavaş ilerlerken bir yandan da alçalıyordu. Küçük adanın kıyısına geldiğinde rüzgâr onu uçuramayacak kadar yavaşlamıştı. Suya ayakları değmeden adanın kıyısına konabildi. Çok çabuk alçaldığı için adanın her yanını görememişti. Bir kayanın üstüne koşup çevresine baktı. Çok küçük bir adacıktı bu. Kimsenin yaşamadığı bu adayı dolaşmaya başladı. Bol bol martı yumurtası vardı adada. Bir kaç yumurta kırıp içti. Kayanın arkasından havalanan bir martı ok gibi gelip üstüne çullandı. Nereden çıktıklarını anlayamadığı yüzlerce martı, yumurtaların yanında belirivermişti. Oradan hızla uzaklaşıp adacığın diğer yerlerini dolaşmaya başladı. Eni boyu birkaç yüz metreydi. İşin kötüsü su yoktu adada. Ufukta bir kayık görebilmek umuduyla dört bir yana baktı. Hiç bir şey görünmüyordu. Bir taşa yaslanıp oturdu. Kara kara düşünüyordu Celâl. Ancak bir kayık geçerse kurtulabilirdi. Fırtına yeni dindiğinden kısa sürede bu da olası görünmüyordu…

Bir tek ağaç yoktu altına sığınıp güneşten korunabileceği. İyice susamıştı. Dudakları kurumuş, dili zımpara gibi olmuştu. Biraz uyumayı denedi, olmadı. Uyku tutmuyordu. Bir yandan martıların saldırısından, bir yandan da adanın yakınlarından geçebilecek tekneleri göremeyip kaçırmaktan korkuyordu…

Hem korkusu azalsın, hem de bir insan sesi duyabilsin diye kendi kendine konuşmaya başladı. Usuna ne gelirse söylüyordu. En çok da çiçek sözcüğünü yineliyordu. Bir süre sonra da susuzluktan dilinin iyice kuruduğunu, söylediği sözcükleri kendisinin de anlayamadığını fark etti…

Denize dek gidip bir avuç su aldı. Suyu ağzında bir süre döndürdükten sonra tükürdü. Çok tuzluydu. Tuzlu su susuzluğunu azaltmamış, aksine daha da artırmıştı. Adanın yakınından geçen bir kaç yunus, su yüzüne her çıkışlarında havaya su püskürtüyorlardı. Yunusların çok zeki hayvanlar olduğunu duymuştu balıkçılık yapan amcasının oğlundan. Kendisini görseler bir yerlere haber götürürler mi acaba diye düşündü…

Bir kaya parçasından başka bir şey değildi bu adacık. Dalgaların kıyıya attığı bir odun parçasını görüp aldı; martıların saldırısında silah olarak kullanabilirdi onu. Odunu ele geçirince yavaş yavaş yumurtaların olduğu yere doğru yaklaşmaya başladı. Açlığını, biraz da susuzluğunu giderebilirdi yumurtalar. Birkaç martı tetikte bekliyordu yumurtaları korumak için. Odunu sallayıp onları ürküttü. Cebine doldurduğu yumurtalarla, arkasını martılara dönmeden yavaşça uzaklaştı oradan. Bir kayanın siperine gizlendi. Yumurtaları birer birer kırıp içmeye başlamıştı ki, aniden bir kaç martının tepesinde uçtuğunu gördü. Ne olursa olsun içecekti yumurtaları. Saldırı başlamadan çabukça içip bitirdi yumurtaları. Bu arada tepesindeki martılar çoğalmış, koskoca bir sürü olmuştu havada. İlk saldırıyı püskürttü. Peş peşe gelen saldırılar bunaltmıştı Celâl’i. Böyle giderse kötüydü. Az sonra yorulacaktı. Biraz önce yanından geçtiği büyük kayayı anımsadı Altı oyuk olan bu kayaya sığınabilirse martıların tepesine rahatça pike yapamayacaklarını düşündü. Bir yandan kendisini saldırılardan korunarak bir yandan da geri geri yürüyerek kayaya varmak için uğraşırken ayağı takılıp sırtüstü düştü. Kötü yanmıştı canı. Toparlanıp kalkana dek saldıran martılardan bir kaç gaga darbesi yemişti. Kayanın kovuğunu yakaladığında gözüne doğru akan kanları sildi.

Umduğu gibi olmuştu. Martılar yandan saldıramıyorlardı. Biraz sonra da saldırıyı bıraktılar. Oturup dinlenirken uzaklardan gelen bir motor sesi duydu. Çevresine bakındı. Gitmişlerdi martılar. Kovuktan çıkıp sesin nereden geldiğini kontrol ettiğinde adacığın biraz uzağından geçen büyük bir balıkçı teknesi gördü. Odunu elinden bırakmadan kıyıya doğru koşup bağırmaya başladı. Sesinin çıkmadığını anlayınca ürktü. Olanca gücüyle bağırıyor, ancak sesini kendisi bile duyamıyordu. Korkmuştu, yüreği hızlı hızlı vurmaya başladı. Ellerini kaldırıp sallamayı düşündü. Bu da işe yaramamıştı. Ellerini sallayamıyordu. Yavaş yavaş uzaklaşan motorun ardından bakıp ağlamaya başladı. Denizin kıyısına oturup doyasıya ağlamak istedi. Bir taşın üstüne çökerken ayağı kayıp suyun içine düştü. Bu serinlik iyi gelmişti ona. Suya daha önce girip serinlemediğine pişman oldu. Özellikle yanaklarındaki serinlik içini ürpertmişti…

Başını kıyıya çevirip baktığında Çiçek’i görüp şaşırdı. Suyun içinde sırtüstü uzanmış, kendisine gülümseyerek bakıyordu. “Nasıl geldin?” diye sordu kıza. “Rüzgâr getirdi,” dedi Çiçek. Açık mavi bikinisinin içinde daha da güzel görünüyordu. Çevrede kimse de olmadığına göre, yanına dek gelen bu güzel kıza, kendisi gibi bir çobanın sevgisini küçümsemezse, sevgilisi olmasını önermeyi düşünüyordu. Aynı adaya düştüklerine göre belki de alın yazıları aynıydı. Ne olursa olsun söyleyecekti düşündüklerini. Yüreği çarpmıyor değildi ama, olsun. “Ben” dedi. Celâl. Konuşmasının nasıl sürdüreceğini düşünürken; kız: “Anlıyorum” dedi. “Ben de onun için gelmiştim zaten…”

Celâl’e yaklaşıp onun dudaklarını yanaklarını, gıdığını öpmeye başladı. Öylesine mutluydu ki Celal. İlk kez bir kız tarafından öpülüyordu. Rüya gibi diye düşündü… Olanlara inanamıyordu bir türlü. Kendisini kızın kollarına bırakmış, ilk kez tattığı bu mutluluğun bitmesini istemiyordu…

Bir teke zortlatmasıyla uyandı Celal. Sürünün en yaşlısı ve irisi olan kır bir teke, ayak ucunda durmuş ona bakıyordu. Celâl’in gözlerini açarak tuhaf tuhaf çevresine bakınması hiç ilgilendirmemişti Garip’i; durmadan yalıyordu sol yüzünün her yanını. Reşo da ondan aşağı kalmamak için o da yalıyordu yüzünü Celâl’in…