Gri Anılar-IV-: Sovyetler’in Mirası, Nataşalar (Mavi Anılar)

Nataşa

(Yazının üçüncü bölümü için tıklayın.)

Nesi farklı?
Niye bu Nataşalara düşkünlük, sadece uçkur mu?
Nasıl oluyor da peşlerinden koşturuyorlar tüm dünyanın erkeklerini?

İşte cevaplar…

Sovyet sisteminin çöküşü ile sistemin dışında kalan dünya sürprizlerle karşılaştı. Çünkü, Sovyet sisteminin dışında kalan gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarında ne kadar kültür farklılıkları bulunsa da yaşam çizgileri birbirine çok yakındı. Sovyet sistemi kendi içinde büyürken dış dünyaya kapalı olduğu için kültürünü sakladı. Ayrıca Sovyet sistemi ve kültürü, diğer blokta gelişen kapitalist yaşam tarzı ile hiç temas etmediğinden kendi içinde bağımsız büyüdü. Duvarların yıkılması ile bir anda birbirinden hiç etkileşememiş bambaşka iki kültür birbirlerini karşı karşıya buldu.

Kapitalist sistemde, erkeklik ve kadınlık birbirine karışma yolunda idi. Kadınlar pantolon giydi, erkekler küpe taktı. “Unisex” diye tabir edilen kıyafetler ortaya çıktı. Kadınların duygusallığı erkeklere, erkeklerin yöneticiliği kadınlara aşılandı. Erkekler kendilerini nazik ve duygusal olmak zorunda hissettiler. Kadınlar cinsel ilişkiyi erkeklere güç ve şantaj unsuru olarak kullandılar ve erkekleri bastırmaya çalıştılar. Bu arada dişiliklerini kaybetmeye başladıklarının farkına bile varmadılar. Dişi kadın kayboldu, “light” erkekler moda oldu.

Dünyanın öbür yakasında ise, kadın ve erkek yapıları daha ilkel düzeydeydi. Kadın geleneksel dişiliğini kaybetmezken erkek hep o bildik kaba ama korumacı erkek oldu. Kadının şeytanlığı erkeğe, erkeğin dürüstlüğü kadına bulaşmadı. Erkekler pantolonlarında hiç düğme kullanmadı hep fermuarlı pantolon giydiler. Kadınlar mini eteği, pantolona tercih etti.

Sonra yıkılan duvarların ardından kapitalist kadının hiç hoşlanmayacağı bir dişilik fışkırdı. Özünde ve doğasında olan erkeklik değerlerini yitirmeye yüz tutmuş kapitalist erkek ise dişiliğin bu basit ve doğal kalmış haline hayran oldu.

Bizde ise nice evlilikler sona erdi Nataşalar için ve nice evlilikler kuruldu Nataşalar ile. Coğrafya itibariyle Sovyetlere en yakın bölgeler olan Karadeniz, Marmara ve Trakya bu rüzgardan en çok etkilenen bölgeler oldu. Bavul ticareti ile başlayan ilişkimiz her açıdan büyüdü, büyüdü, büyüdü.

Salih Amca ve Nataşa (Ukrayna / Kasım 1997)

Dünyanın en güzel şehirlerinden bir tanesidir Yalta. Ukrayna’nın güneyinde Karadeniz kıyısında. Bizim Sinop’un karşısına düşüyor. Sovyetler’in en önemli turizm merkezlerinden bir tanesi. Tarihinde bir çok medeniyete ev sahipliği yaptığı için mimarisi, kültürü ve halkı Sovyet griliğinden uzak.

Her gittiğimde Yalta Oteli’nde kalıyorum. Otel klasik Sovyet tipi, çok büyük. Odalarını saymaya kalksanız otelde geçirmeyi düşündüğünüz zaman uçup gider. Her katındaki koridora bir ucundan baktığınızda diğer ucunu göremezsiniz. Böyle bir otelde görevliler tarafından tanınmak ise ayrı bir keyif olsa gerek.

Sabahın köründe samimiyetten dolayı çalan telefonlar bazen unutulmaz anılar da bırakabiliyor.

– Ercan Bey, yardımınıza ihtiyacımız var. Aşağıda bir Türk var, bize tercüman olabilir misiniz?

– Kusura bakmayın sabahın ikisinde size zaman ayıramam. Yarın sabah işim var, uyumam lazım. Eğer sabah sekizde kahvaltı odasına gelirse yardımcı olurum.

– Hayır, durum farklı. Polisi çağırıp, kendimizi de sıkıntıya sokmak istemiyoruz. Siz gelirseniz bu sorunu çözebiliriz. Aşağıda sorun çıkaran yaşlı bir Türk var. Anlaşamıyoruz.

Salih Amca beni görünce yanaklarımdan öpüyor.

– Oğlum, Allah seni karşıma çıkardı. Ne olur bana yardım et.

Salih Amca hafif alkollü ama kendinde. Fakat çok sinirli. Masamıza hemen bir kahve ve otelin müdürü geliyor. Salih Amca’nın hikayesini dinliyorum. Amca Karadeniz’den. Birazdan anlayacağınız nedenden dolayı hangi şehir ve kasabadan olduğunu belirtmeyeceğim. Salih Amca tüccar. İki yıl önce bir Rus bayan ile bavul ticaretine başlıyor. İlk önce peşin başlayan ticaret büyüdükçe hafif hafif açık hesaba dönüşüyor. Üç ay önce ise Salih Amca bayana yüz bin dolarlık malı para almadan teslim etmiş. Parayı hep bir ay sonra getiren bayan ise ortada yok. Amcanın elinde kızla birlikte sarmaş dolaş çekildikleri bir fotoğraf da var. Nasıl olduysa bu otele gelmiş, resmi gösterip kızı arıyor.

– Kızın adı Nataşa oğlum. Bana yardım et. Buralara kadar onu bulmaya geldim, sana da ne istersen veririm.

– Amca adresi, telefonu var mı?

– Yok. İsmi Nataşa.

– Amca, Nataşa diye bir isim yok. Bir çok Slav ismi “Na” ile başlar bu isimlerin hepsi Nataşa diye anılır. Örneğin Natalya ismine de Nataşa diyebilirsin. Kız Yalta’dan mı?

– Bilmem, Ukraynalı. Ben atladım gemiye geldim buralara.

Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Diğer yandan ortam gergin çünkü başımızda bekleyen otelin güvenlik ekibi zaten amcayı hafif tartaklamış. Aç kurt gibi bekliyorlar. Çünkü amca barda hafiften dağıtmış.

– Ya, Salih Amca bu kadınla iki yıldır çalışıyorsun. Herhalde kaptırdığın para kadar kazanmışsındır. Zararını, eski kazancına saysan. Hâlâ zararda olduğunu düşünüyorsan da unut o parayı, bu kızı bulmak mümkün değil.

– Oğlum, ben para peşinde değilim. Parayı çoktan unuttum.

– Eee, niye arıyorsun o zaman kızı?

– Öldüreceğim.

Şaşkınlıktan nutkum tutuluyor. Salih Amca ise devam ediyor.

– Oğlum bizim oralar küçüktür. Herkes birbirini tanır. Rezil etti bu kadın beni. Ben kendime “Karıya para kaptırdı” dedirtmem. Bu olay olduğundan beri ne dükkâna, ne sokağa, ne kahveye gidebiliyorum. Ben artık nasıl yaşarım? Namusumu temizlemeliyim.

İşte böyledir bizim buraların namus anlayışı. Adamı Nataşa’nın peşinden Yalta’ya kadar sürükler.

Salih Amca ile art arda iki akşam birlikte dertleştik. Bulamadı Nataşa’sını. Aylar sonra beni Türkiye’de aradı teşekkür etmek için. Çünkü verdiğim fikir sayesinde kağıt üzerinde temizledik namusunu Salih Amca’nın.

– Amca sen şimdi Türkiye’ye git. Fakat, beş ay kadar memleketine gitme. Sonra memlekete dön. Herkese temizledim Nataşa’yı dersin. İnanmayan olursa benim telefonumu ver. Ben senin yalanına ortak olurum.

Uyanış… (Türkistan/1993)

Dönüp bakarsınız arkanızda bıraktığınız yıllara kimileri tatlı, kimileri de acı anılardır aklınızda kalan. Bazı yıllar vardır ki, ne tatlı ne de acı hiç bir şey yaşanmamıştır. Boşa giden bir yıldır o sizin için. Bazı yıllarda vardır, o kadar dolu dolu yaşanmıştır ki kalan tüm yaşamınızda bu kadar anıyı zor elde edersiniz. İşte o yıldır sizin için milyar dolarlara satın alınamayacak zaman. Kazakistan’da yaşadığım 1993 yılı da benim için işte böyle güzel bir yıldı.

Haydi dünyadaki tüm paraları ver de, tekrar yirmi üç yaşında ol, tekrar Sovyetler Birliği gibi bir sistemin çöküşünü yaşa. Ne mümkün.

İnanıyorum ki, o yıl yalnızca benim için değil, Kazakistan’daki çalışma arkadaşlarım için de aynı derecede keyifliydi.

Şantiyemizde çalışan ustalar tarihi binaların restorasyonu üzerine uzmanlaşmış bir ekip. Ekip diyorum, çünkü Türkiye’deki bir çok çalışmayı birlikte yapmışlar. Bir çoğu ilk okul mezunu olmasına rağmen oldukça nitelikliler. Hepsi birbirini yıllardır tanıyor. Hatta ailece dahi samimiler.

O yıldan sonra çalıştığım şirketler, takım çalışmasını öğretmek için beni bir çok eğitime gönderdi. Oysa ki, Türkistan şantiyemizde arkadaşlarım takımın anlamını bana bir kış günü öğretmişti bile. Kış nedeniyle işlerin azalmasından dolayı ekibin yarısı Türkiye’ye dönüyordu. Lapa lapa kar yağarken Türk filmlerindeki acıklı sahneleri kıskandıracak kadar birbirimizi kucakladık, gözlerimizden süzülen yaşlar keskin soğuktan dolayı bize ayrıca bir acı verdi. O zamana kadar birbirleriyle tartışmış olanlar, bir değil iki kere kucakladılar birbirlerini.

Şantiyeyi bir hüzün havası kapladı tüm gün. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Ustaların bazıları ara sıra kaçamak yapardı, bilirdim. Ama çoğu akşamları şantiyenin sadık bekçileriydi. Bu yüzden şantiyenin hep güvende olduğunu hissederdim. Akşam morallerini düzeltmek için odalarını ziyarete gittiğimde hepsinin kapısında kalınca bir kilit buldum. Şantiye bekçilerine sordum, hava kararınca hepsinin gittiğini öğrendim.

Bir kaç gün hiç sesimi çıkarmadan pusuya yattım. Gündüz matem havası devam ederken, gece hiç kimse kalmıyordu. Akşamları bir ben, bir de Ali. Ali de şaşkın.

– Yahu Ali, bir şey biliyorsan söyle. Bunlar kızlara mı gidiyor?

Ali kesin biliyor ama söylemez.

– Kendilerine sormak lazım.

– İyi de bu koca şantiye de yalnız kaldık, ben korkmaya başladım ha.

– Öyle vallahi.

Birinci sessiz haftanın sonunda gece sokağa çıkma yasağı ilan ettim. Keyfim yerine geldi, herkes odasında. Bir süre sonra sırayla aralarından bir tanesinin odasına akşamları toplanıp sohbet etmeye başladılar. Yanlarına ben gelince ortalık sessizleşiyor. Artık kendimi takımın bir bireyi olarak hissetmiyordum, yasağım hoşlarına gitmemişti.

Üçüncü hafta sonunda toplantı talep ettiler, sözcüleri Fahri Usta açıkladı tüm olanları.

– Şefim biz ekip olarak ailecek görüşürüz. O yüzden ekibin yarısı gidene kadar hiç kimse kızlara gidemedi. Kalanlar anlaştık, artık sırrımız birdir. Ben sana açık söyleyeyim bu gördüğün insanların hepsi karanlıkta yapar o işleri. Ayıptır bizde. Kadın ve erkek tamamen bile soyunmaz, sadece gerekli yerler. Burada öyle mi ya. Utanıyorum ama burada yaşadıklarımız çok farklı. Her şey özgürce, anlatabiliyor muyum? Bizim artık burada kız arkadaşlarımız var. Senin yasağın yüzünden burası kışlaya döndü biz memnun değiliz.

Şeref Usta heyecanla devam ediyor;

– Şefim saldırıyorlar. Biz hiç erkek olmamışız meğer. Ne güzel şeymiş bu yaşadıklarımız. Ayrıca bu kadınlarda ne kapris, ne kıskançlık ne de kavga dövüş var.

Ahmet Usta atıldı;

– Bugüne kadar yaşamamışız, bırak da şimdi yaşayalım be şefim.

O günden sonra yasak kalktı. Nöbetleşe beklendi sessiz şantiye. Bir kısmı hala Kazakistan’da yaşıyor, dönmediler Türkiye’ye çoluk çocuk var demeden. Bir tanesi orada doğan çocuğunu ve Türkistan’daki hanımını da alıp döndü ailesinin yanına. Bir kısmını zaten erken gönderdik Türkiye’ye, bulaşıcı hastalıklara yakaladıklarından dolayı.

Bu yaşananlar ve sonuçlar yalnızca bizim şantiyemizde olmadı. Bir çok gelin aldık dağılan Sovyet Ülkelerinden.

Ben mi? Ben sözlümün yanına döndüm tıpış tıpış ve evlendim.

Umarım hepsi mutludur benim gibi Türkistan’da yaşadıklarından ve verdikleri kararlardan.

“Ne güzel komşumuzdun sen Margarita Abla” (Kentau/1993)

Kentau şehri, şantiyemizin bulunduğu Türkistan şehrine otuz kilometre uzaklıkta. Yatırım hep Kentau’ya yapıldığından Türkistan’a göre çok daha modern bir şehir. Bu yüzden çalışma şehri Türkistan, yaşama şehri Kentau.

O zamanlar, bizi tanıyanlar bizden bir dolar ödünç alıp, fotokopisini evlerindeki büfeye koyarlardı. Sistemde hala para diye bir kavram yok. Maaşımızı sorduklarında ıkına sıkıla elli dolar diye yalan söylüyoruz, şaşırıyorlar ve bize zengin gözüyle bakıyorlar. Ortalama maaş on dolar. Yaşadığınız ortamda para olmazsa, ne olur? Sadece yalın, sıcak bir dostluk. İşte çevremizdeki komşularımızla ilişkimiz de böyle.

Karşımda Tatar, bir yanımda Özbek, bir yanımda Kazak aile oturuyor. Eve hafta sonları çalışma arkadaşlarımla birlikte geliyoruz. Tüm gözler üzerimizde, bizi tanımaya çalışıyorlar. En büyük keyfimiz mangalda et pişirip bahçede yemek yemek. Bahçe sefalarımıza komşular ufak tefek yiyecek göndermeye başladı, biz de onlara et ikam ettik. İlk samimiyeti kurduğumuz kişi yan komşu Özbek “Apsattar” oldu. Daha sonra da karşımızdaki Tatar komşumuz Margarita…

Hiç unutmuyorum bir kış günüydü, karşı komşunun arabası bozulmuş. Sabah erken üç kişi eve girmek üzereyken göz göze geldik. Omuz verdik arabasına ittirdik. Adamcağız çok memnun kaldı, defalarca teşekkür etti. Aradan iki saat geçmişti ki kapı çaldı, öğle yemeğine evlerine davet edildik. Nazik tekliflerini geri çeviremezdik. Evlerine girmemizle birlikte mutfaktan gelen nefis kokular, keyifli bir yemeğin habercisiydi.

Mükemmel bir ziyafetti bizim için. Ev yemekleri yemenin mutluluğunu hissederken hafif hafif göbeğimizi ovalıyorduk. Bir arkadaşımın sorusuyla başladı maceramız.

– Ev çok sessiz kaç çocuğunuz var?

– Tanrı bize çocuk vermedi……

Küçücük ama çok gizemli cevap bir an ortamı durağanlaştı. Evin beyi ayağa kalktı ve tuvalete gitti. Margarita saçını hafif örten bandanayı çıkarttı. Margarita’nın güzelliğini anlatmak için yazar değil, şair olmak gerekir. Sarışın, mavi gözlü, otuz iki veya otuz beş yaş arasında, bir yetmiş beş boy var, çok düzgün bir fizik ve yüz güzelliği.

– Bizim çocuğumuz olmadı, ben çok üzülüyorum. Kocamı da çok seviyorum. Sizler yabancısınız bunu anlamanız zor. Bizde çocuk olmazsa evlilik olmaz. Sizler buradan göçüp gideceksiniz. Bizim ihtiyacımız da bir çocuk. Siz bizim için en iyi komşusunuz. Çünkü, eğer ben çocuk yaparsam sizin hiç haberiniz olmaz.

Donup kaldım. Mesajı doğru mu algıladım, yoksa Rusçam mı beni yanıltıyordu. Kendimi alamadım ve sordum.

– Peki bu işe kocanız ne der?

– Zaten bu kararı onunla birlikte verdik, bu durumda o da size teşekkür edecektir.

Sovyet sisteminde aile, en çok hırpalanan kurum olmuştu. Kadın ve çocuklar ailenin temelini oluşturuyordu. Baba ise değişken. O yüzden kadın için çocuk sahibi olmak önemli.

Çocuklar ergenlik çağına geldikten sonra oldukça serbest, eve kaçta geldin, neredeydin yok. Tabii ki bu yaptığım genellemenin dışında olan aileler de var. Fakat, benim bahsettiğim ortalama Sovyet Ailesi.

Votka evlilikleri olumsuz etkileyen başka bir unsur. Kadınlar da votka içiyor ama erkekler kadar değil. Aşırı alkol, eşlerin birbirlerini aldatmasına veya kadınların dayak yemesine ortam yaratıyor.

Margarita’nın güzelliğine güzellik gelmişti bir kaç ay sonra, sokakta karşılaştık dayanamadı söyledi, “Yolda geliyor” diye. “Hayırlı olsun, bizim Türk şantiyesinden mi?” diye soracak oldum. Yüzü kızardı “Yok, tanrı dualarımızı kabul etti”…