Tren Düdükleri

Tren Düdükleri

-“Aman Tanrım, gerçek olabilir mi? İnsan böyle, bağırmadan, çağırmadan, yatağında yatarken ölebilir mi?….

Ay ışığı, kadife perdeye vurup, dokumanın içine sızıyor, akşamdan unutulmuş su bardağını aydınlatıp, dolabın üstünden duvara akıyor. Belli belirsiz bir gölge büyüyor duvarda, tuhaf bir karaltıya dönüşüyor oda. Adam, soluğunu tutmuş, sağ koluyla yataktaki kadına, karısına sarılırken sokak, perdenin yarım kapattığı pencereden usulca, içeri sokuluyor.

Ev, tren yolunun yakınında, üç katlı bir binanın üst katı. Yolu izleyince 5 dakikaya kalmadan istasyona varılır. Gece gündüz öten tren düdükleri yüzünden, S.’ye ilk taşınanlar geceyi ayakta geçirir; ertesi gün, bölük pörçük uykularından uyanırken küfrü basar, yerleşmeden önce, bunu nasıl düşünemediklerine şaşarlar. Ama çok geçmez, bir ay içinde uykular düzene girer, düdük sesleri duyulmaz olur.

Geceleri tren, içinde inmeye hazır, hırsızlar, sarhoşlar ve gece vardiyası işçileri ile kasabanın içine süzülür. Sokaklarda çınlayan ayak sesleriyle bilindik bir uğultu büyür dışarıda. Tren düdükleri, sarhoşlar, hırsızlar . Hırsızlar da sıradandır çünkü.

-“Neredeyse beş dakika oldu……. Soluk almıyor…… Tanrım ?….

Kasabadaki insanların konuşmalarında, şakalarında, randevularında, rüyalarının bir yerinde mutlaka trenler, istasyonlar, tren düdükleri vardır.

Düdük sesleri, balık istifi vagonlara doluşan işçileri, evine dönen gündelikçileri, okulu asan çocukları haber verir insanlara. İstasyonun arkasında camiye gelmeden, kenarı ağaçlık genişçe bir düzlük vardır. Okuldan kaçan çocuklar burada toplaşır, top oynarken ağaçların ardına gizlenip, gelen geçen trenlere taş atarlar. Her gün düzenlenen bu saldırıya karşı, gene de hazırlıksız olan yolcular, istasyona yaklaşınca kapı aralarına sıkışırlar. Vagonda patlayan ilk taş, sanki başlarına gelmiş gibi irkilir, çocuklara, analarına, babalarına, kasabaya, akıllarına gelen her şeye bir güzel söverler. Çocuklar içinse sıradan bir oyundur bu. Sabah okula giderken bindikleri treni, öğleden önce, daha okul kapanmadan taşa tutarlar. Tren, onların yaşamının en büyük parçası, rayların üzerinde kayan, düdüğü ve istasyon amiriyle en canlı oyuncaklarıdır. Gülerken, çelik rayların ışıltısı belirir gözlerinde, bağırışları tren düdüklerine benzer, en iyi bildikleri oyunları anlatırken, kendileri bile duymadan, uzun vagonlarıyla bir tren geçer içlerinden. Ve tren yalnız çocukların değildir.

Düdükler, pencere önünde eski bir sevgiliyi bekleyenler için, sevgilinin ayak sesinden daha parlak bir umut ışığıdır; apansız gelişleri müjdeler. Düdük sesinin ardından, rayların üzerinde kilitlenmiş çelik tekerleklerin, iç gıdıklayan cızırtısıyla bekleyiş başlar: saçlar düzelir, pembelik bulaşır yüzlere, telaş içinde bir koşturmaca başlar evin içinde. Beklenir, beklenir, beklenir… Bekleyiş yavaş, yavaş sessiz bir hüzne dönüşür. Umutlar bir gün sonrasına ertelenir. Yıllar boyunca, daha ileriye değil, hep bir gün sonrasına. Eksile, eksile tükenene kadar ertelenir. O zaman gidip de gelmeyenler, ölüler gibi, evin içinde ulaşılamayacak bir rafa kaldırılır gibi yüreğin bir bölmesine gizlenir. Artık acı verir düdükler; her ötüşünde, derin bir ayrılık çığlığı, sonsuz bir özlemle saplanır yüreklere.

-“Ayakları soğumuş…….. Yoksa, yanılıyor muyum ?………. Tanrım…….

Tepeye doğru gecekondular sıklaşır. Akşamüstleri, kasabaya yukarıdan bakan tepeye, üzerinde binlerce mum yanan bir şamdan asılır. Saatler geçtikçe, birer, birer kapanan ışıklar, ufuktan bakınca gökyüzüne göz kırpan sayısız şekil oluşturur. Bir de sabaha dek ışıyan evler, sesler dökülen, açık pencerelerinden:

– “Şahane oldu lan böyle.”
– “Oğlum, duyduğun her boka inanma.”
– “Bahsetme lan bana o ibneden.”
– “Şahane oldu…”

Kaldırım taşlı mahallelerin pencere önlerinden sokağa sarkan sardunyalar gibi, küfürler dökülür sokağa. İnsan, bu sesleri kimsenin ne dediğine aldırmadan saatlerce dinleyebilir. Karanlığın içine birbirinden habersiz bırakılmış sözcüklerle doludur sokak. Ve bu seslerin ancak bir arada anlamları vardır…..

Karşı binanın yanındaki arsadan, gecenin ritmine uygun tıkırtılar geliyor. İnşaat artıklarının arasında gezinen kediler, ayaklarını ıslatıp, tahtalar üzerinde zıplıyorlar. Kasabanın her köşesine bırakılmış, yarına kalmayacak, kısa ömürlü izler.

Adam, yatağın içinde dönüp duruyor; karısını sarsıp uyandırmaya korkuyor : ya uyanmazsa, ya ilk sarsıntıyla başı arkaya doğru devrilirse. Ansızın, kapı kolları geliyor aklına. Yeni değiştirmişlerdi. Parası yetmeyince, bir aylığına borçlanmıştı ustaya. Kapıyı gösterip “Al” demişti karısına, “çok istemiştin”; “aybaşında maaşı alır götürürüz ustaya, sonra da kıçımıza sokarız kapının mandalını…..” Bu yüzden bağırmıştı ona. Hırsını alamayıp kapıya vurmuştu elini. Şimdi, titreyen avuç içleri ıslak. Alnının kıyısından gözüne bir damla ter düşüyor. Yanan gözleriyle bakıyor karısına. Her fırsatta canına okuduğu, eğer birazdan dirilirse, ilk iş çektirdiği işkenceden ötürü, gözüne yumruğu indireceği karısına, şimdi korkarak bakıyor. Gecenin karanlığı içinde, gitgide kısılan gözleri ile sırtından sarıldığı kıpırtısız bedene bakıyor. Omuzlarında gelecek yılların yalnızlığı, biraz daha sıkıyor karısını, sıkıca sarılmış gibi: tepki yok.

Ya cenaze işleri. Eş dost, tanıdık, hepsi doluşacak. İnsan, yalnızca bu yüzden ölmemeli. Şimdi belediyede bu işleri kovalayacak, eş dostla ağlayacak, kalabalığın içinde bir sağa, bir sola yuvarlanacak gücü nereden bulacak ? Hiç değilse günlerin tekdüze bir akışı vardı. İçi kireç çaydanlık, eski televizyon, yırtık pijamalar, lavabonun kırığı, kurtulmak istediği ne varsa, şimdi aklına geliyor. Düşünceler içinde yitiyor, daha büyük bir güçle sarılıyor karısına…..

Ansızın, geceyi yırtan bir ses duyuluyor. Peşi sıra çalan düdükler, sokaklardaki çamura karışırken, adamın kalbi sıkışıyor. Karısına yasladığı sol kolundan başlayan ağrı, bağırsaklarını dolanıp, ayak uçlarına uzanıyor; göğüs kafesi daraldıkça, gözleri büyüyor. Sancı, tüm bedenini sarsıyor. Soluk almak için açtığı ağzından, salyaların aktığını hissediyor. Bağırmak için zorluyor kendini; garip bir hayvanın hırıltıları takılıyor boğazına:

“Tanrım…..karımın ölüsü soğumadan…..ne için….enikler gibi koyun koyuna…” Gücü tükeniyor, gözü kapanmak üzereyken bir mırıltı duyuyor yanında. Yaşamın çekildiği gözleri, hafifçe aralanıyor. Karısı uyanarak, korku içinde dönüyor ve bir fotoğraf karesi gibi, son kez karşılaşıyor gözleri.

Açık pencereden, sokağın sesleri duyuluyor :

-“Nah gelir o cımbız bacak, buraya.”
-“Her şey şahane……”

Burak Kaya hakkında
Müzisyen, yazar.