Mahsus Mahal

“Düşünce tarihinde mucize olmaz”mış ama aşkın tarihinde düşünen iki sevdalının mucizesi olur. Biri Ruhi, diğeri Sıdıka… Düşünce tarihinin akıl, aşkın tarihinde hem akıl hem yürek olur. Hem düşünen hem sevdalı iki yürek… Biri Ruhi, diğeri Sıdıka…

“Benim hayatım bir roman” diyenlere rastlarız. Romanı roman yapan şeyden habersiz söylenmiş bir tümce… Birinin yaşamı roman olacaksa bu, Ruhi Su’ yun yaşamı olur ancak. Mucizelerin, imgelerin, çiçeklerin, hüzünden daha ağır duyguların oluştuğu yaşam… “Oyun denen şeyin var olduğunu 10 yaşımda öğrendim.” diyen birinin “yitirtilmiş çocukluğu” roman olmaz da ne olur? Yitirtilmiş çocukluğun nasıl köz olduğunu da psikologlar, psikiyatrlar dillendirsin. Yerine konulmayan, boşluğu doldurulmayan “şey” kabuksuz yaralardandır. Yarasındaki tuzlarla yaşama sarılır bala Ruhi.

Anne ve baba ölünce bir ailenin yanına verilir. Amca, yenge dediği kişilerin yanında sığıntıdır artık. Ruhi, bu kişilerle Van’dan Adana’ya gelen kafilenin arasındadır. Adana’yı Fransızlar işgal edince ailesiyle kafileye katılıp Toroslara kaçarlar. Yengesi, Ruhi’nin eline testi verir: “Su bul, gel.” der. Ruhi, saatlerce su arar dağ başında. Suyu bulunca döner ama kafile gitmiştir. Günlerce incir ağaçlarında yatar küçük Ruhi. Daha 6 ile 10 arasında bir bala… Ruhi bebe, Ruhi belengaz… Dağın börtü böceği var, yılanı var, kurdu var, haini var. Dağda yalnız kalmak, bir çocuk için tanımlanamaz bir korku… Ruhi, daha sonra amcasını, yengesini bulur. Amcası, ağlayarak sarılır Ruhi’ye ama yengesi sarılmaz, sevinmez. Suya bilerek gönderilmiş olduğunu anlayınca bir darbe daha alır bala Ruhi. Çocukluğu bilmeden büyür. “Oyun denen şeyin var olduğunu 10 yaşımda öğrendim.” diyen birinin “yitirtilmiş çocukluğu” roman olmaz da ne olur? Yerine konulmayan, boşluğu doldurulmayan “şey” kabuksuz yaralardandır. “Yaraya Tuz Basmak” ve Ruhi Su…

Batı’nın tragedyaları Ruhi Su’nun öyküsünün yanında bir hiç. Onlarda bu zorluklarla büyümüş bir değer olsaydı filmlere, romanlara, operalar konu olurdu. Oysa ne romana ne de filmlere sığdırabildi değerli bas bariton. Beton çatlaklarında yeşil, incecik bir dal çıkar hani, sapsarı çiçek açar sonra. Mucize gibi… Acıların arasında yetişmiş bir al güldür Su. Kendini sulayan, budayan bir top al gül…

12 Kasım 1952’de Tutuklamalar başlar Ankara’da. Tutuklular arasında Sıdıka Su da vardır. Ruhi Su’yu tutuklamak için evine gidilir; Ruhi Su, polisleri atlatır. Film şirketinden alacağı parası vardır. İstanbul’a gider, parasını alır, Ankara’ya döner. Opera binasındaki odasında kişisel eşyalarını toplarken bir sanatçı(!) Ruhi Su’yu ihbar eder. Bir darbe daha! Yolda yakalanıp Sansaryan Hanı’na getirilir.

Ruhi Su ve Sıdıka Su daha önce den tanışırlar ve sevdalıdırlar birbirlerine. Ruhi, gülünü bulmuştur; ötme zamanıdır artık.

Sansaryan Hanı, işkence yeri. Kimse, kimseyi görmez ama gözaltına alınanlar seslerinden tanırlar birbirlerini. Ruhi Su da sesinden tanır sevdiği kadını duvarlar arkasında, Sıdıka da öyle. Dayanılmaz insanlık dışı bir yaşamın içindeki bu sesler mucizedir. Gülle bülbül aşkı mucizedir işte. Hapishanede evlenirler daha sonra.

“Mahsus Mahal” sözü Ruhi Su’ya ait değil. Bu adla yaratılan türkünün sözleri ve ezgisi onun. Sansaryan Hanı’ndaki hücrelerden “Tabutluk” diye söz edilince dönemin hâkimi Halil ölçer, “Oranın adı Mahsus Mahal’dir.” der. “Özel yer” anlamına gelir Mahsus Mahal.

Düşünce tarihinde rastlanmayan şeye burada rastlanır. Ruhi Su “Mahsus Mahal” ezgisini ve sözlerini burada yaratır. Sözler; acının, yalnızlığın, naçarlığın, sevdanın, bütün insan kardeşlerin çığlıklarını duyurur bize. Ruhi Su, acıdan azat değil. Duvağı açılmamış pencereden, ışığı dağlanmış günden, kendini ısıtamayan güneşten uzak bu çığlığın altında biri var. Ruhi Su.

Kays’ı Mecnun kılan aşktan çok ayrıdır Su’yun aşkı. Kays, Leyla’sını unutup başka aşka döner. Ruhi Su’daki yürekse “Sıdıka” diye atar. Duvarın arkasından Sıdıka’sının sesini duyar. Mucizedir bu. Bukağı, yüreğe takılmış olsa da sevda kırar o halkayı. Anasının sütünü emmemiştir Ruhi ama yine de olmayan sütü burnundan getirirler. O acılara kıdemli… O, “acıyı bal eyleyerek” büyür de Sansaryan Hanı’nın acılarına mı dayanmayacak? Pınar dereye, dere çağlayana, çağlayan deryaya, derya Ruhi Su’nun yüreğine, beynine…

Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İk’elleri kızıl kandadır kanda
Aman ölürüm kardeş aklım sendedir
Aklım sendedir

Artar eksilmeyiz zindanlarında
Kolay değil derdin ucu derinde
Kumhan Irmağı’nda Karaburun’da
Aman bulurum, bulurum kardeş; öfkem kındadır
Öfkem kındadır

Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim
Benim beyaz unum ak güvercinim
Aman bilirim bilirim kardeş
Gelen gündedir

Türkü, 11’li hece ölçüsüyle yazılmış. Halk adamı, geleneğe yüz çevirmez. “İki elleri” deseydi hece 12 olacak, bu da hece sayısına uymayacaktı. “İk’elleri” diyerek bir ünlü düşmesi oluşturur bu nedenle. Koşmanın nazım türü olan “ağıt” a benziyor ilk iki dörtlük. Son dörtlükteki tam bir güzelleme. İmgenin büyüsü yine halkın zevk anlayışına yakın.

“Benim beyaz unum, ak güvercinim” dizesi, bir halk adamının seslenebileceği en güzel hitap. Anadolu insanı, yere düşmüş ekmek parçasını alıp öptükten sonra bir duvarın üstüne bırakır. Buğday, uzun zaman alan emek sonucu oluşup ekmeğe dönüştüğü için kutsallaşır halkın gözünde. Bu kutsallığı kadınına aktarır Ruhi Su. Sıdıka’da öylesine değerli ve kutsaldır gözünde. Beyaz unudur onun.

Sadece “unum”, sadece “güvercinim” deseydi ozan, diğer benzetmelerden farklı olmayacak, imge derinleşmeyecek, yaratıcılıktan uzak bir “mazmun” olarak kalacaktı. Sadece “güvercinim” de öyle ve biraz da çapkınlık sırasında söylenen sözü da akla getirecekti. Ama “ak güvercinim” le temiz, saf bir istiareye dönüşür hitap. Aynı dizede anlamdaş sözcüklerin-beyaz, ak- kullanılması da ilginç. Ruhi Su, elbette bilir anlamdaş iki sözcüğün aynı dizede ya da cümlede kullanılmayacağını. Ama una “beyaz”, güvercine” ak”, der Anadolu insanı.

Halk Ozanı Su, sevdasına tüm insanlığı katar. Aşkın büyüsüne kapılarak yaşadığı coğrafyadan, dünyanın bir yerinde yaşanan acıdan elini ayağını çekmez. Kumhan, Karaburun onun yerellikten evrensele uzanan ozan olduğunun kanıtı. Zalime tokattır “Mahsul Mahal” türküsü.

Sanat, kötülüklere, acılara direnirken çıkış yolunu da yaratır. Sevincin düğünü, acıların ağıtı… Ruhi Su da yarasını örtecek türküyü yaratır. “Auschwitz’ten sonra şiir yazılmaz.” diyerek acının büyüklüğünü, bu acıya şiirin de yanıp tutuştuğunu belirten Adorno; gaddarlığın duyguyu öldürdüğünü duyumsatacaktır Auschwitz’i gördükten sonra.

“Sansaryan Hanı’dan sonra türkü yakılmaz.” deyip bu gaddarlığın duyguları yok ettiğini düşünebiliriz ama “mucize” pes etmez. Mahsus Mahal’ dan, Auschwitz’ten sonra da şiir yazılmalı, yazılmalı ki unutulmasın.

Ruhi Su; çığlıklara, zindanın bunamış duvarlarına, duvağı hiç açılmayacak pencerelerine rağmen ayakta kalmışsa nedeni ürettiği sevgidir.

“Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar.” (Adorno)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.