
Sândor Mârai’nin ilk baskısı 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Buda’da Bir Boşanma romanını Tarık Demirkan Türkçeye çevirmiş. Ben kitabın 2025’te yapılan altıncı baskısını okudum. Dürrin Tunç’un editör olarak yer aldığı romanda düzeltiyi Ömer Şişman üstlenmiş. Kapak tasarımında Davut Yücel, sayfa tasarımında Mehmet Ulusel ve grafik uygulamada Merve Çakıroğlu’nun adı var.
Bir yargıç peruğunun yer aldığı kapak tasarımını ben yaratıcı buldum ancak neden Yapı Kredi Yayınları Sândor Mârai kitapları için ortak bir tasarım belirlememiş bilemiyorum. Bir düzen merakından değil ama yazarın her kitabında dil, anlatım, kurgu gibi öğelerde nasıl ortak bir yan varsa tasarımda da bunu vurgulayan bir benzerlik sağlanabilirdi.
Buda’da Bir Boşanma’nın özgün baskısı 1935 yılında yayımlanmış. İki dünya savaşı arasında yazılan roman arka planda hem önceki savaşın henüz sarılmamış yaralarını hem de yeni bir tehlikenin işaretlerini taşıyor. Kitabı iki bölüme ayırmak olası. Birinci bölüm kitabın ana kahramanı olan Yargıç Kristôf Kömives’in çocukluğundan başlayarak nasıl bugünlere geldiğini aktarırken bir yandan da bir küçük burjuva ailesinin yaşamını önümüze getiriyor. İkinci bölüm ise biraz daha insana, insanın ruhsal dünyasına ve duygusal ilişkilere dönük.
Birinci Bölüm: Budapeşte’den Küçük Burjuva Manzaraları
Küçük burjuva aileleri ne feodal bir ailenin zevklerine ne de kapitalist sistemin kazançlarına sahiptir. Yaşam tarzı olarak pahalı zevklerin peşinde koşmak isteseler de kazançları buna yetmez. Yaşamları bu özentiyle yetiştirememe arasındaki çatışmanın görüntüsünü yansıtır. Küçük burjuva evleri için “Buradaki herkes, çevredeki köşklerin hayat tarzını taklit etmeye çalışırdı.” diyor Sândor Mârai. Evlerinde “Türk işi bir örtüyle süslenmiş piyano”, “ayaklı okuma lambası”, “Bosna işi sehpa”, “gümüş bir sigara kutusu” vb. gibi eşyalar ile tarif edilen üst sınıfa ait zevkler olsa da roman kahramanı Kömives’in sigara kutusunda iki farklı sigara var. Biri kendisi için hazırladığı ucuz tütünden sigaralar, diğeri ise konuklara ikram etmek üzere özel dükkânlardan alınmış ucu altın sarılı sigaralar. Kömives için gösteriş budalası demek doğru değil ancak ait olduğu sınıfın uyması gereken kuralların farkında olduğu söylenebilir. Konuklara ikram edilecek özel sigaralar masraflı da olsa, Kömives bunun uyulması gereken bir “gösteriş” olduğunu biliyor.
Kömives her şeyi motorlarla halletmeye çalışan modern çağ insanını anlamaya çalışıyor ancak teknolojik gelişmeyle artan yozlaşmanın da farkında. Acaba önlerinde gerçekleşen bu gelişmenin kendine özgü bir ahlakı var mıdır: “Para peşinde koşan, hayatın zevklerini, iktidarı ve gücü eline geçirmeye çalışan bu büyük, bu suçlu, bu hastalıklı şehre baktı. Hem ne kadar tanıdık hem ne kadar meçhuldü bu şehir!”
Mahfi Eğilmez, Türkiye’deki küçük burjuvayı tanımlarken şöyle yazar: “Küçük burjuvalar, gelirinin etkilenmemesi için birçok şeyden vazgeçebilecek eğilimdedir. Ne burjuvazi kadar güçlü ne de işçi sınıfı kadar devrimcidir.” Sândor Mârai’nin Budapeşte’den aktardığı görünüm bu tanıma uymakla birlikte bu tarife psikolojik bir boyut da ekliyor. Romanın kahramanı Kömives toplumsal değişimleri anlamaya çalışsa da bunlara ayak uyduramamış, değişimin dışında kalmıştır. Parasal olarak da statü olarak da gücü giderek azalmaktadır ancak Kömives karşı koymak yerine içe kapanır. Kömives yasaların gücünü, geçmişten gelen mimariyi, gelenekleri, kutsal emanetleri, aileyi, asaleti temsil etmektedir. Nehrin sol tarafında ise dev beton binalarıyla yeni bir şehir yükselmektedir. Para hırsıyla yoğrulmuş yeni bir güçtür bu. Kömives en baştan yenilgiyi kabul eder: “Eski kuşaklar bir lütuf gibi sundukları, ama artık etkisiz kalan sözümona iyiliksever yardımlarıyla bu yükselen dalgayı önleyemeyeceklerdi. Yukarıda olsun aşağıda olsun bir yerlerde, burjuva evlerinin bulunduğu apartmanlarda gençler bir şeylerin hazırlıklarını yapıyorlardı.”
Sândor Mârai, küçük burjuva yaşamlarını anlatırken Kristôf Kömives’i bu sınıfın tipik bir örneği olarak karakterize ediyor. Küçük burjuva ailelerinin giderek gücünü yitirmesiyle Kristôf Kömives’in babasının yaşamı arasında da bir koşutluk var. Kömives ailesinde yargıçlık babadan oğula geçen bir meslek. Kristôf, yüksek yargıçlardan oluşan soyağacının son halkası Baba Gabor Kömives’in ikinci evliliğinden doğmuş. Ne yazık ki bu evlilik talihsiz bir biçimde sona ermiş. Elli yaşından sonra ikinci evliliğini yapan Gabor Kömives’in karısı, Kristôf henüz altı yaşındayken evi terk edip bir mühendisle yaşamaya başlamış. Sândor Mârai’nin penceresinden baktığımızda “yargıç” ile “mühendis”in iki farklı çağın insanını simgelediğini fark ediyoruz. Geçmiş, geleneksellik ve soyluluk yargıca, geleceğin dev yapılarıyla otomobilleriyse mühendise ait.
Gabor Kömives bu ayrılığın üstesinden gelemez ve içine kapanır. Evinden ayrılan anne ise birkaç yıl içinde hastalanarak ölür. Kristôf Kömives’in çocukluğunun tablosundaki ana figürler ölü bir anne ile terk edilerek hayata küsmüş bir baba. Daha sonra yatılı okula gönderilen Kristôf kendine bir çıkış noktası bulsa da ruhunun derinliklerinde, çocukluğundan kalan bu derin izleri hep taşısa gerek.
1986’da bir televizyon programında Doğan Hızlan, Cemal Süreya ile söyleşisinde Süreya’ya kendi biyografisinden notlar okur ve buna eklemek istediği bir şey olup olmadığını sorar. Şu tarihte Diyarbakır’da doğdun, şu tarihte Mülkiye’yi bitirdin gibi klasik bir biyografidir bu. Cemal Süreya, Hızlan’ı dinledikten sonra sadece şunu ekler biyografisine: “Evet 1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü.” der. Bir şairin kendisini anlatırken başladığı yerdir annesinin erken ölümü. Edebiyat tarihçileri es geçse de Cemal Süreya için diğer bilgilerden daha önemli olsa gerek.
Sândor Mârai, toplumsal değişimlerle psikolojik çözümlemeleri harmanlayarak romanı adım adım geliştiriyor. Sayfalar ilerledikçe biz hem Kristôf Kömives’in iç dünyasını hem de onun yaşadığı toplumu yani dış dünyayı öğreniyoruz.
İkinci Bölüm: Bir Aldatmanın Peşinde Ruhsal Çözümlemeler
Yazının başında kitabın iki ayrı bölüme ayrılarak incelenebileceğini yazmıştım. İkinci (hayali) bölüm, kitabın on birinci (gerçek) bölümünde başlıyor. Burada roman tümüyle çehre değiştiriyor ve bir cinayet ve aldatma öyküsünün çevresinde ruhsal çözümlemelere evriliyor. Dostoyevski romanı tadındaki bu bölüme damgasını vuran diyaloglar tam bir usta işi. Yargıç Kömives’in eski okul arkadaşı olan Dr.Imer Greiner’ın eşi, Greiner ile evlenmeden önce Kömives’le birkaç kez buluşmuştur. Bu masum buluşmalar bir sonuca ulaşmamış, ikili arasındaki duygusal yakınlaşma daha başlamadan bitmiştir. Ancak Greiner mutlu olduğunu düşündüğü evliliğinde bir gün eşinin tümüyle kendisine ait olmadığını hisseder. Onun duygu dünyasında adını koyamadığı bir boşluk vardır. Bu çatlak zamanla derinleşir ve ikili boşanmaya karar verirler. Boşanma davasına yargıç Kömives bakacaktır. Davadan bir gün önce doktor Greiner, yargıç Kömives’i ziyarete gelir ve ona rüyasında hiç eşini görüp görmediğini sorar.
Sândor Mârai, eşinin rüyalarında eski bir sevgilinin izini arayan takıntılı kocayı öylesine incelikle resmetmiş ki hayran olmamak olanaksız. Buda’da Bir Boşanma aldatma kavramını tensel bir boyuttan alıp rüyalara yönelen, eşler arasındaki sorunları cinsel soğukluktan yola çıkarak insan benliğinin derinlerinde arayan çok ilginç bir metin. Romanın başında yer alan “Gündüz bina ettiğin, gece yıkılır.” sözü de rüyalara bir gönderme.
Sândor Mârai’nin kurgusunda Freud’un izleri kendini belli ediyor. Freud, bastırılmış cinsel arzuların rüyalarda farklı görünümler ile ortaya çıktığını ileri sürüyor, rüyalardaki sembolleri inceleyerek buradan cinsel anlamlar çıkarıyordu. Sândor Mârai’nin metninde ise bu kez tersten, yani tümdengelim yöntemiyle bir cinsel çekimin kanıtlanması için rüyalar taranıyor.
Zekice örülmüş bir roman ancak kurguyla ilgili aklıma bir soru geliyor: Tensel bir aldatmanın izini iki kişide sürebilirsiniz. Yani A kişisi ile B kişisi aynı anda bir otel odasındaysa burada en azından bir kuşku olarak aldatmadan söz edilebilir. Ancak söz konusu olan bir rüyaysa, karınız bir kişiyi rüyasında gördüğünde karşı tarafın da benzer bir rüya görüp görmemesinin bir anlamı var mı? Rüyalar tek kişi tarafından görüldüğüne göre sorumluluk da gören kişiye ait olmalı. Partnerin de benzer bir rüya görmesinden bağımsız olarak Greiner’in karısının rüyasında sürekli Kömives’i görmesi zihinsel bir aldatma için yeterli kanıt sayılmaz mı? Karşı tarafın göreceği benzer veya karşıt bir rüyanın mantıksal olarak buradaki sonucu değiştirmemesi gerekirdi. Açıkçası Dr.Greiner’in neden bunun peşine düştüğü sorusu biraz muğlak duruyor. Ancak diğer yandan, takıntılı bir karaktere sahip olan Greiner’in sırf meraktan bunun izini sürüyor olması bile kabul edilebilir.
Sândor Mârai, diyaloglarda bazı boşluklar bırakarak okuyucuyu kurguya dahil ediyor. Örnek vermek gerekirse, romanda iki yanıtsız soru var. Birincisi yargıcın doktorun dini inancını sorguladığı bölüm. Doktor bu soruya yanıt vermek istemediğini söyleyince biz okur olarak doktorun dini inancından kuşku duyuyoruz. İkincisi ise doktorun yargıca başkası ile sevişirken kendi karısını düşünüp düşünmediğini sorduğu bölüm. Burada da yargıç soruya yanıt vermek istemiyor. Okura bu tür alanlar açmak hem okuma zevkini artırıyor hem de kurguyu değişmez bir metin olmaktan çıkarıp okurun olasılıklar üzerine kafa yormasını sağlıyor.
Buda’da Bir Boşanma, ilk bölümünde tarih, toplumsal değişim ve yozlaşma, ikinci bölümde ise psikanaliz, evlilik, aldatma, rüyalar gibi pek çok kavramla ilişkili çok katmanlı bir roman. Tarık Demirkan’ın titiz çevirisiyle, okura müthiş bir edebiyat zevki yaşatıyor. Eğer okumadıysanız kaçırmayın.
— 0 —
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “… başkentin ünlü hastanelerinden birinin laboratuar şefiydi.”-Sayfa 7: “Laboratuar” sözcüğü yanlış yazılmış. “Laboratuvar” olmalı.
- “Davanın hazırlık evrakları tamamdı…”-Sayfa 10: Evrak sözcüğü “belgeler” anlamı taşıdığından zaten çoğul, “evraklar” olarak kullanmak hatalı.
- “Bu ‘bir süredir’ kavramı onun özel hayatının ilginç takviminde somut bir olayla başlayan bir süreçti.”-Sayfa 16: “Bir süredir” sözü bir kavram değil. Cümlenin sonrasındaki ‘süreç’ sözcüğünün kullanımı da hatalı. Süreç, yinelenen hareketlerin oluşturduğu bir dizge için kullanılmalı. Burada ise art arda gelen olaylardan söz ediliyor.
- “… kendine dair hiç de arzulamadığı bir gerçeğin ortaya çıkabileceği paniklemesi artık geride kalmıştı.”-Sayfa 17: “Paniklemesi” yerine “korkusu” daha iyi değil mi?
- “… istek ve taleplerini sürekli haykıran…”-Sayfa 17: “İstek” ile “talep” eşanlamlı sözcükler olduğundan bu iki sözcüğü “ve” bağlacı ile bir arada kullanmak hatalı. “Talep”, “istek” sözcüğünün Arapçası.
- Onlar da, şimdi artık söz konusu olanın, bazı alanlar değil, “bütünün tamamı” olduğunun bilincindeydiler.”-Sayfa 20: Aynı sorun burada da var. “Bütün” ile “tamam” aynı anlama geldiği için “bütünün tamamı” sözü “bütün” sözcüğünün ötesinde bir anlam içermiyor. “Parçanın parçası” olabilir ancak “bütünün tamamı” kulak tırmalıyor. Ayrıca bu cümlede bu kadar virgüle gerek var mı?
- “Kale bölgesinin altındaki parkın renk cümbüşüne baktı, nehir kıyısındaki kestane ağaçlarında göz gezdirdi.”-Sayfa 21: “Kestane ağaçlarında göz gezdirdi.” yerine “kestane ağaçlarına göz gezdirdi.” olmalı.
- “Acılar çektiren uzun bir hastalığa…”-Sayfa 30: “Acılar” yerine “acı” olsa daha iyi değil mi?
- “… bedeninin bu dünyaya vedasına sanki olur vermiş gibiydi.”-Sayfa 30: “Sanki” ve “gibi” aynı anlamı içerdiğinden birinin olması yeterli. Aynı sorun kitabın pek çok yerinde var. Örneğin sayfa 60’ta “… sanki şöyle der gibiydi…” veya sayfa 86’da “Sanki birini bekliyor gibiydi.”
- “… bir daha asla da oradan çıkarmazdı.”-Sayfa 33: “… bir daha da asla oradan çıkarmazdı.” olsa daha iyi değil mi?
- “Asla savurgan ve zengin bir hayat sürdürmezdi…”-Sayfa 41: “Sürdürmezdi” yerine “sürmezdi” olmalı.
- “… o serinkanlı, ılımlı iklim düzeni sanki bir daha geri gelmeyecekti.”-Sayfa 46: “İklim düzeni” kulak tırmalıyor. “İklim düzeni” yerine “iklimi” olsa yeterli olurmuş.
- “Bu durumun onlar üzerinde yarattığı, ruhlarındaki sefaleti kabul ediyor…”-Sayfa 49: “Bu durumun ruhlarında yarattığı sefaleti kabul ediyor…” daha iyi değil mi?
- “Hepsi bir an önce boşanmak istiyor, mahkemelerde yalabıklardan geçilmiyordu.”-Sayfa 49: “Yalabık” sözcüğünün hiçbir anlamı bu cümleye uymuyor.
- “Küçük bir çocuğun dadısıyla konuşması kadar içten ve samimi olabildiğini hissediyordu.”-Sayfa 54: “İçten” ile “samimi” eşanlamlı olduğundan bu şekilde kullanılmaları uygun değil.
- “Herkese bir iki lafı vardı, ama içi boş, laf ola söylenmiş şeylerdi.”-Sayfa 74: “Laf ola söylenmiş şeylerdi” sözü “laf ola beri gele” veya “laf olsun âdet yerini bulsun” sözlerinden kısaltılmış olsa gerek ancak doğru bir kullanım değil.
- “Eğer her şey yok olacak olursa”-Sayfa 82: “Eğer her şey yok olursa” daha güzel değil mi?
- “Sokak başındaki meyhanede şarap alan müşteriler vardı.”-Sayfa 87: Bu söz “ben şarap alayım” veya “şarap alır mısınız?” şeklinde kullanılabilir ancak “meyhanede şarap almak” şeklinde kullanıldığında kulağa hoş gelmiyor. İçki dükkânından şarap (satın) alınabilir ama meyhanede şarap içilir.
- “Bilirsin bazen aile arasında olur bu tür kara nefretler.”-Sayfa 110: “Karasevda”dan hareketle “kara nefret” denmiş sanırım ancak böyle bir söz yok. Eğer kullanılmak istenirse “karasevda” gibi birleşik yazılmalı.
- “Ondan bana yansıyan bir şeyler benim bu beceriksiz bedenimi bu kadar yetenekli, bu kadar esprili ve tükenmez enerjili kılıyor.”-Sayfa 119: “Tükenmez enerjili” kulak tırmalıyor.

İlk yorum yapan olun