
2025’te İletişim Yayınları’ndan çıkan Kiraz Çiçeği Kolonyası, Mustafa Çiftci’nin ilk romanı. Daha önce öykü kitapları yayımlanan yazarın ilk romanında editör olarak Duygu Çayırcıoğlu ve Emre Bayın var. Kapakta Suat Aksu, kapak illüstrasyonunda Nuray Dugi Ç., uygulamada Hüsnü Abbas, düzeltide Berfin İnan yer alıyor.
Kiraz Çiçeği Kolonyası ilk cümlesi güzel romanlardan. “Servet, okulun en güzel kokan çocuğu idi.” diye başlıyor kitap. Tam okumak istediğim türden bir roman havası uyandırıyor bende ilk cümle. Okurken yüz seksen yedi sayfalık romanın içinde başlangıç cümlesi kadar güzel bir cümle daha buluyorum, o da kitabın son cümlesi: “… hekâye dinliyek, kolonyamızı sürek, varsın dönsün yalan dünya, hiç bilmiyek…”.
Kiraz Çiçeği Kolonyası edebiyat dışındaki tüm dersleri zayıf olan yoksul bir delikanlının yazarlık hayalleri ile acımasız gerçekler arasındaki çatışmayı konu alıyor. Kitabı okurken bir yandan eğitim hayatının çelişkilerine diğer yandan Yozgat’taki küçük bir ailenin yaşam mücadelesine tanık oluyoruz.
Kitabın özellikle ilk bölümüne egemen olan mizah duygusu sanırım o topraklardan Mustafa Çiftci’ye miras. 2020’de yitirdiğimiz Yozgatlı yazarımız İsmail İlhan’ın öykülerindeki mizah ile aynı kaynaktan beslendiği izlenimine kapıldım. Mizah kişisel bir özellikten ziyade bir yörenin kültürel zenginliği gibi geliyor bana. Orada anlatılan hikâyeler, o hikâyelerin anlatılma biçimi kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Ben Isparta’da da buna tanık oluyorum. O coğrafyaya özgü bir mizahi bakış açısı neredeyse herkesin içine işlemiş. Mustafa Çiftci çok iyi bir gözlemci olarak bunu öylesine güzel içselleştirmiş ki, romanda ana da oğul da baba da konuşsa hepsinden kendine özgü farklı bir mizahi durum ortaya çıkıyor. Elbette bunlar yerel ağızda söylenince çok daha güzel bir renk katıyor romana. Kitaptaki mizahi dil için iki farklı örnek:
“Mecit Efendi’nin yaşı bazı mühendislerden büyük olsa da herkes “efendi” der çünkü iş hayatımız müstahdemlere nasıl hitap edilecek sorusuna çok zaman evvel bu formülü bulmuştur. “Abi” deseler olmaz, “bey” deseler, müstahdemden “bey” olmaz. En iyisi “efendi” demektir.”
“Mecit Efendi (telefon numaralarını yazılı olduğu defterden) numaralara bakıyordu. Defterde kimse ad soyad ile kayıtlı değildi. “Çıbıkcının Halil”, “Ayıboğan Memmet” gibi her isim lakabıyla kayıtlıydı. Gülümsedi Mecit Efendi. Hele bir isim çok hoşuna gitti. “Kambır Necati, bahçasında dut ağacı var” yazılıydı.”
Kitap ilk baskı olmasına karşın ne dilinde ne yazımında göze batan hatalar var. Titiz bir çalışmanın ürünü olduğu hemen göze çarpıyor. Ancak kurguda veya konuşmalarda böylesi bir çalışma ya da planlama sezilmiyor. Kiraz Çiçeği Kolonyası’nın öylesine içten bir havası var ki sanki şu konuyla ilgili iki cümle yazayım denilip de işe konulmuş. Farklı bir anlatım tekniği ile daha derin, daha katmanlı bir resim ortaya çıkaralım, şu söz ile bunu simgeleyelim, büyük oyunu bozalım, eleştirel dili eksik etmeyelim diye düşünülmemiş. Ancak bunların hepsini yapmak üzere kotarılmış pek çok romandan da daha iyisini yapmış Mustafa Çiftci. Küçük yaşamların büyük sözlerden daha etkili olduğunu, öyküyü bozacak gösterişlerden kaçınmanın çok daha etkili bir mesaj yaratabileceğini biliyor Mustafa Çiftci.
Ben buna ilişkin bir şey okumadım ancak romanın baş karakteri Servet ile Mustafa Çiftci’nin yaşamı arasında bazı koşut yönler olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce Servet ile annesi arasındaki bağın bir benzeri yazarla annesi arasında da var.
Servet kendisini anlatırken “Ben annemi sevmenin tadını bir kere aldığımdan şimdi iflah olmuyorum. Anne müptelasıyım.” diyor. Mustafa Çiftci’nin de söyleşilerinden annesine olan düşkünlüğünü biliyoruz. Psikologlar anne-bebek bağının güçlü olmadığı durumlarda yaşanabilecek ruhsal sorunlara değindikten sonra ergenlik döneminde yani kişinin bireysel olarak kendini ispat ettiği dönemde bu bağın kopmasının hatta bazen yerini bir çatışmaya bırakmasının kişilik gelişimi açısından gerekli olduğunu söyler. Çocuk büyümüş, serpilmiş ve artık özgürlüğünü ilan etmektedir. Roman kahramanı Servet ise bir yandan iyi bir edebiyatçı olmak isterken diğer yandan annesinin dizinin dibini kendi bağımsızlığına tercih eder gibi bir hava içerisinde.
Edebiyata meraklı olan Servet’in yazara başka bir göndermesi ise “Mesela ben bu kolonyayı koklaya kolaya yazamaz mıyım? Aslında yeteneğim olsa bir kolonya damlasından bir roman çıkarsam mesela.” diyor. Servet’in edebiyat merakı da Mustafa Çiftci’den miras olsa gerek.
Ayrıca romanın ana eksenini oluşturan “Servet’in gitmek ile kalmak arasındaki tercihi” de yazarınkine benziyor. Çevresindeki insanlar kabuğunu kırıp başka denizlere yelken açmayı düşünseler de Servet kabuğunu terk etmek istemiyor. Küçük Kara Balık’ı okuduğumdan beri benim de aklımı kurcalayan bir soru bu. Başarılı insanlar risk alır, doğduğu yeri terk eder ve uzaklara doğru yola çıkar. Genel olarak yaşamı öğrenmenin en doğru yolu da budur: yaşadığın yere arkanı dönüp ileriye bakmak. Mutlu sonla biten hikâyeler hep böyle başlar.
Mustafa Çiftci ve romanın kahramanı olan Servet ise doğduğu yeri bırakmayanlardan. Zorunluluktan ya da parasızlıktan değil bırakmak istemedikleri için. Mustafa Çiftci Yozgatlı bir yazar ancak Abbas Sayar, Gülten Akın, İhsan Oktay Anar gibi Yozgatlı yazın insanlarından farkı onun kısa ayrılıklar ve üniversite dışında neredeyse tüm yaşamını Yozgat’ta sürdürmüş olması. Eskiden yani herkes olduğu yerde dururken bırakıp gidenlerin hikâyeleri bize ilginç geliyordu. Artık göçmenlik hikâyeleri sıradan oldu. Eskisi gibi bilinmeze doğru da gidilmiyor zaten. Artık haritalar hazır. Gitmek istenen yerler, ulaşılmak istenen hedefler listeler halinde internette bulunabiliyor. Doğru reçetelere ulaşabilirsen hangi yolun nereye çıkacağı da belli. Günümüzde ilgi çeken durum doğduğun yere sırtını çevirmek değil orada yaşamını sürdürmek. Bugün Yozgat’ı terk etmek o kadar normal ki, “Mustafa Çiftci Yozgat’ta kalmayı tercih etmiş.” diye okuyan kişi “Vay anasını, bir okumak lazım bu yazarı.” diye düşünebilir.
Romanın dayandığı temel mesele bu: “Gitmek mi kalmak mı?” Elbette işin bir de psikolojik yönü var: Giden kişi yürekli, bağımsız, çekici, zengin ve galiptir. Kalan ise korkak, ana kuzusu, albenisiz, yoksul ve mağlup.
Servet de Mustafa Çiftci gibi Kalanspor’dan. Hatta baş göz edilip Almanya’ya gitme olasılığı belirince yataklara düşecek kadar rahatsız başka bir memlekete gitmekten. En yakın arkadaşı Satı ise Servet’in aksine Yozgat’tan ayrılmayı önündeki bir engeli aşmak, kendini kısıtlayan bir zincirden kurtulmak gibi algılıyor.
Bu arada Satı ile Servet’in arkadaşlığı da oldukça ilginç. İki genç sanata düşkün olmalarının getirdiği bir yakınlıkla sürekli birlikteler ancak Mustafa Çiftci bu yakınlığın doğuracağı olası yakınlaşmaları en başından kesmek istiyor gibi. Satı, sürekli arkadaşına “yeğenim”, “aslanım”, “emmi oğlu”, “koçum” diye hitap ediyor. Servet’in de Satı’ya karşı hiçbir ilgisi yok. Satı bir gün Servet’e “Bak efendi ağa, benden sana yar olmaz.” diyor. Satı’nın ilgisi yok diye Servet’in de içi sevinçle doluyor. Oysa hele küçük bir şehirde yaşadıkları düşünüldüğünde, en azından iki gençten birinde ufak bir kıvılcım olamaz mıydı? Mustafa Çiftci “Allah yazdıysa bozsun der” gibi iki genç arasındaki en ufak yakınlık olasılığını bile daha doğmadan bertaraf ediyor.
“Kiraz Çiçeği Kolonyası”ndaki karakterler elinizi uzatsanız dokunabileceğiniz kadar sahici. Bunun en önemli nedeni Çiftci’nin edebi yeteneği ise bir başka nedeni de ana karakterlerin gerçek kişilerden izler taşıması olabilir.
Mustafa Çiftci’nin ilk romanı “Kiraz Çiçeği Kolonyası” 2025’in en güzel romanlarından. Çiftci içten gelen bir sese ve eşsiz bir anlatım yeteneğine sahip. Yozgat’a taşra demek doğru mu bilmiyorum. Zaten Mustafa Çiftci taşrayı değil yurdunu yazıyor. En iyi bildiği yeri, Yozgat’ı, Yozgat insanını anlatıyor bize.
Sınıfsal bir bakış açısı içermese de romandaki zengin iş sahipleri genel olarak eli uzun, ahlaksız, sözüne güvenilmez kişiler. Yoksul insanları kendi istedikleri gibi kullanabileceklerine inanıyorlar. Okuldaki yöneticilerin ortak noktası ise eğitimden, sanattan, edebiyattan zerre anlamamaları. Mustafa Çiftci büyük sözler etmeden güçlülerin egemen olduğu düzeni eleştiriyor. Yoksulluğun getirdiği umarsızlığı yansıtıyor.
Çiftci muhafazakâr kesime yakın gibi görünen bir isim ancak evrensel bir dile sahip. Bana göre “Evde bir giriş bir de bu yatak odası vardı. Böyle evlerde ayrı bir acı çekmek olmaz. Acılar sıkıntılar hep orta yerde durur.” cümlelerinde anlattığı ev ile Pablo Neruda’nın aşağıdaki şiirinde anlattığı ev arasında bir fark yok:
…
Ama geceler var, Federico
Geceler yıldızlarla doludur
Bir nehrin üstündedir yıldızlar
Yoksul halkın üstüste yattığı
Evler gibidir tıpkı
Camlarında kurdelalar sallanan
(Federico Garcia Lorca için Ode – Pablo Neruda, Çev.Hilmi Yavuz)
— 0 —
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “Sünger suyu nasıl emerse Reşide de öyle dinlerdi radyo ne çalarsa,”-Sayfa 8: Reşide’nin hem radyo ne çalarsa onu dinlemesi hem de sünger suyu nasıl emerse o şekilde dinlemesi cümlede bir karışıklık yaratıyor. “Radyo ne çalarsa” yerine “radyoyu” olsa daha iyi değil mi?
- “Ama sofra mütevazi olsa da, zaten Servet az yer.”-Sayfa 9: “Mütevazı” olacak.
- “Var olan arkadaşları da her fırsatta Mecit Efendi’nin haline, gidişatına laflar eder ona takılırlardı.”-Sayfa 33: “Gidişat” sözcüğü yaygın olarak kullanılsa da Türkçe bir sözcüğe Arapça ek getirilerek türetildiği için yapısal olarak doğru bir sözcük değil. Ayrıca bu cümlede “laflar” yerine tekil halini yani “laf”ı kullanmak daha iyi değil mi?
- “Köprünün adını unuttum, ben balık tutamam, acırım, ama o emeklilere yarenlik ederim.”-Sayfa 37: Arkadaşlık etmek gibi kullanılmış ancak “yarenlik etmek” sohbet etmek anlamına geliyor. “Emeklilere yarenlik ederim” yerine “emeklilerle yarenlik ederim” olması gerek.
- “Sanki çok şey becermiş gibi konuşuyorsun.”-Sayfa 43: “Sanki” gereksiz.
- “Okul müdürü canımı sıktı. Matematikçi kılçık yaptı diye küsüp durmasam.”-Sayfa 70: “Kılçık yapmak” yerine “kılçık atmak” olması gerekmiyor mu? Ya da “kılçıklık yaptı” mı demek istedi yazar acaba?

İlk yorum yapan olun