
Tepsideki Melek, Esra Kahya’nın İletişim Yayınları tarafından 2025 yılında ilk basımı yapılan romanı. Esra Kahya’nın Tepsideki Melek’ten önce 2023 yılında da bir öykü kitabı yayımlanmış: Benim Rüyalarım Hep Çıkar. Yazarın ilk kitabı ise Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Ödülünü alan Kambur.
Kitabın editörü Duygu Çavuşoğlu. Kapak Seda Mit’e, uygulama Hüsnü Abbas’a, düzelti ise Nebiye Çavuş’a ait.
Ben kapak tasarımını beğendim ancak seçilen renk paleti, kitaptaki dilin cıvıltılarını yansıtmaktan uzak. Arka kapakta kitapla ilgili genel bir bilgi var ama en sondaki vurucu cümleyi aktarmadan olmaz: “Durup durup güldüren deli bir ağlama gibi.” Tarif edilen, isterik bir ağlama mı, ağır bir ruhsal travma mı, yoksa edebiyat yapma sevdası mı bilemedim.
Biz romana geçelim. Tepsideki Melek, kuşaklar boyunca süren bir aile romanı. Kitap 1960’lardan başlayıp 1990’lı yıllara kadar uzanıyor. Romanın belirgin bir olay örgüsü yok, dil oyunları, sezgiler, bilinç okumaları, anımsamalar, iç konuşmalar şeklinde dağınık bir havada ilerliyor. Yazar bir söyleşisinde bir yarışmaya yetiştirmek için romanı hızlıca yazmaya başladığını söylüyor. “Kervan yolda düzülür” misali yazılan Tepsideki Melek ne yazık ki yolda pek çok kazaya uğramış gibi görünüyor.
Romandaki bölümler genel olarak aile üyeleri tarafından anlatılmış. Birkaç bölüm ise dışarıdaki üçüncü bir kişi tarafından aktarılıyor. Romandaki karakterler sahici değil. Yazar romanda kendisini de anlattığını söylüyor ancak sanırım burada söz ettiği, olay örgüsü ve karakterin ana özelliklerinden ziyade Güliş’in konuşma biçimi, şakacılığı gibi şeyler.
Tepsideki Melek, özentili, zorlama bir dile sahip. Sürekli süslü konuşma gayreti okuru yoruyor. Romanda dil anlamında bir tutarlılık yok. Sayfadan sayfaya dil değişiyor. Yalnızca sayfa 18’de geçen eski sözcükler: “Fuzuli, mahcubiyet, mana, evvel, samimiyet, lazım gelmek, vazife, münasip, latife, diyar, hububat…”. Demek yazar o gün eskimiş sözcükleri uygun görmüş. Sayfa 18’deki süslü sözler de bunlar:
- Gözlerindeki yosunları fark ettim ama ses etmedim.
- Balkon kapısını açtı annem, dışarıdaki bahardan çaldık biraz…
- Olduğu yerin ruhunu ne çabuk giyindi annem.
- Aman kere aman.
Kitabın yalnızca bir sayfasına bakarak 215 sayfalık romanın tümünde nelerle karşılaşacağınızı siz hesap edin: Tüh kere tüh, aman kere aman, vah kere vah, hokus kere pokus…
Edebiyat yapma merakına örnek olabilecek cümleler: “Kapı sesi ayaklarımıza can oldu.”, “Keyifsiz başlayan yemekte ben babamın içine baktım.”, “Sağanaktan boşanırcasına bardak bardak, deli bir ağlama tutturdu.”, “… kalbim taziye evi. Gözyaşlarım fıskiye.”, “…günlerden tatilse, aylardan baharsa ve annemin sesinin ardı yumurtalı ekmekse.”, “Ben onu sütledikçe o beni güllerdi.”, “Zamanın ve mekânın terkindeydi.” (Tam editörlerin seveceği türden bir arka kapak cümlesi), “Of, ne fena çığlık, ne kati bağırış.”
Kitapta bir cümbüş havası var. “Hoppala paşam Malkara Keşan”, “çatlak patlak yusyuvarlak kremalı böğrek sütlü çörek” diyerek geçiyor sayfalar. Ateşler içindeki çocuk için gece yarısı doktor çağırılıyor. Yazar bunu şöyle aktarıyor bize: “Ay Enver’im, gecenin bir yarısı yalınayak başı kabak koşa koşa aldı geldi doktor çocuğu.” Kitabın belki de en dramatik bölümü dördüncü bölüm. Nevra çocuğunu emzirirken uyuyakalıyor ve çocuk soluksuz kalıp ölüyor. Ancak biz okur olarak bu bölümü sırıtarak okuyoruz. Çünkü biz hâlâ kitaptaki “terazi lastik jimnastik” havasındayız. Yazar “ıngıra hıçka”, “hıçkıra ınga”, “ınga da ınga”, “zırla da zırla” derken hiçbir şeyi içselleştirmemiz mümkün değil. Haberlerden izler gibi empati yapmadan okuyoruz, Nevra’nın başına gelenleri. Çünkü biz Nevra’yı tanımıyoruz. “Nerde trak, orada bırak” diyerek geçen 80 sayfanın sonunda Gaydırı Gubbak Cemile’nin torunu şakacıktan ölmüş gibi hissediyoruz.
Yazar kendi dilini yaratmak istemiş ancak sonuç bu: “Güneş batıp yeniden doğar olunca gel.”
Esra Kahya pek çok yeni sözcük de türetiyor: “Haykıra höyküre”, “susuşmak”, “sevceleşmek”, “sarışmak”, “yutuşmak”, “çımçırıl”, “şirinlemek” gibi. Kitapta fazlası var. İsterseniz birkaç da cümle aktarayım:
- “Dövünsen de sövünsen de”.
- “Hepsine kusuldu. Tadımız kaçıldı”.
- “Aralarından bir geçmiş geçti.”
- “Annem, babam ve Sentor Amca aklımın kesmediği konularda çaylarca konuşurdu.”
Esra Kahya‘nın Türkçe öğretmeni olması da ilginç bir ayrıntı. Bir Türkçe öğretmeni “ciddili adam” diye yazarsa sosyal medyadaki “korkunçlu”, “komikli” gibi sözcüklere de kimsenin itiraz etmemesi gerekir sanırım.
Tuhaflıklar burada bitmiyor. Sayfa 190’da, sayfa 174’ten bir paragraf var. “Yapay dizgi hatası sanatı” olarak literatüre geçeceğini tahmin ediyorum. Yazarın dilimize kazandırdığı bir başka yenilik de cümle içindeki noktalar. Duraksayarak konuştu demek yerine aşağıdaki gibi yazıyorsunuz: “Hapi.sten.ölüü.üüü.gibi çıktığım vakit”, “Bö.yle sı.sı.cak sıcak…”
Dile hâkim olmak, dille oynamak bu olmasa gerek. Burada çok açık bir yozlaşma var.
Tepsideki Melek’te yer alan karakterler gerçekçi değiller. İsterseniz ilk olarak Nevra’nın önce erkek arkadaşı sonra da kocası olan Aydın’a bakalım. Aydın, sayfa 105’te Nevra’nın annesi ve babasıyla karşılaştığında şöyle konuşuyor:
“Zehra Hanım, Enver Bey. Adım Aydın. Nevra’nın hususi arkadaşıyım. Kabaca malumatınız olduğundan haberliyim. Gıyabınızda sizi tanıyor olmanın verdiği cesaretle siz de beni tanıyın, niyetimi bilin istedim. İstanbul Üniversitesi’nde hukuk tahsili görmekteyim. Ailem Taşköprü’de ikamet etmekte. Annem ev hanımıdır fakat evin içine sıkışıp kalmamıştır. Kız akşam sanatta gönüllü hocalık yapmışlığı vardır. Babam ise kasabamızdaki tek otelin işletmecisi olup aynı zamanda büyük dedesinden el almış usta bir terzidir. Burada matbaa işleten, aynı zamanda Cumhuriyet için haber giren dayımın yanında kalıyorum. Beyazıt’ta zahire ticareti yapan amcam ise tanınmıştır. Belki bahsini duymuşsunuzdur.”
Böyle bir tanışma sahnesi olmayacağını bir yana bırakıp Aydın’ın konuşmasına odaklanalım. Yirmi sayfa ileri gidiyoruz. 123. Sayfada konuşan gene Aydın:
“Anladık tabii lan. Korkak bok soyu. Ne var anlamayacak? Kaz kafalı çocukları benim yüzümden okumuyormuş. Bokun evladı, onların geleceğinin derdindeyiz lan biz. Aklımın içine ben… Bas git, dedin işte. Nezaketle işten kovulmuşum, cepte üç-beş kuruş. Kafam atmış, nevrim dönmüş. Nefes almanın lüzumsuz geldiği bet, yapışkan bir gün. Tek tabanca olsam neyse de emanete halel getirmek yakışmazdı bize.”
“Birileri baba bulaşsa, dağıtsa ağzımı yüzümü. Anamdan doğduğumu pişman etseler. Nevra’yı sevdiğime hiç pişman olmasam. Öyle bombok bir hınçla…”
Arada ne oldu da Yeşilçam’ın efendi damadı bir anda Yusuf Hayaloğlu’nun arabesk şiirlerindeki devrimciye dönüştü bilmiyoruz.
On sayfa daha gidip 139. Sayfaya geldiğimizde ise artık biraz daha mafyavari konuşan, bıçkın bir Aydın var karşımızda:
“Hoop,” dedim. “Ayıp oluyor Cemil kardeş. Puşt muyuz biz? Hem ikinci sigarayı yaktın ama uzun kalırsak ne halt edeceksin? İdareli iç demedik mi sana?”
Aynı kişiyi bırakın bu iki farklı Aydın’ın arkadaş olması bile mümkün değil. İkisi karşı karşıya gelse ancak şöyle bir sohbet olabilir:
1.Aydın: Merhaba ben Nevra’nın hususi arkadaşıyım.
2.Aydın: Hususi arkadaş ne lan, kerhaneci. Adam gibi anlatsana derdini.
1.Aydın: Lütfen, benimle bu şekilde konuşmamanızı istirham ediyorum. Ben Nevra’nın hususi…
2.Aydın: Oğlum hâlâ hususi diyorsun lan. Sana hususi bir dayak atarım, görürsün Nevra’nın kaç bucak olduğunu.
Aydın, Ediz Hun’dan Sadri Alışık’a evrilirken diğer karakterler de yerlerinde durmuyor. Roman ilerledikçe yazar karakterlere de kurguya da hâkim değilmiş gibi hissediyorsunuz. Topunuz, tüfeğiniz eksik olsa bile bir savaşı kazanabilirsiniz ama karargâh olmadan hiçbir savaş kazanılmaz. Tepsideki Melek’in karakterleri karargâhla bağlantısını yitirmiş askerler gibi. Esra Kahya, romandaki karakterleri önceden tasarlamış veya karakterler üzerinde yeterince çalışmış olsa romanın bütünlüğünü daha kolay sağlayabilirmiş. Eğer başta bu tür bir çalışmayı tercih etmiyorsa, en azından yazdıktan sonra kendi romanına biraz tepeden bakarak karakterlerin tutarlı davranışlar sergilemediğini görebilirmiş. Editör de yazarın kendi yarattığı karakterleri tanımadığını gözden kaçırmış olmalı. Şu haliyle Tepsideki Melek’in kahramanları akvaryumda gezinen balıklar gibi: Dünleri, yarınları yok.
Devrimci Aydın’ın devrimciliği de inandırıcı değil. Bu bölümde klişelerden geçilmiyor. Deniz Gezmiş var mı? Var. ODTÜ var mı? Var. Hapishane, işkence, Nazım, Marks? Hepsi var. Aydın tahmin edeceğiniz gibi işkencede konuşmuyor. Arkadaşları ise arada bir gardiyanları dövüyorlar. Daha sonraki bölümde hastalığı ilerleyen Aydın, doktora: “Alt tarafı öleceğim. Mübalağaya gerek yok doktor!” diyor. Esra Kahya, ne kız isterken, ne işkence altındayken ne de ölürken Aydın’ın insanlaşmasına izin veriyor.
Romanda yer alan “Kalp camdandır Aydın oğlum, kırılması bir dokunuşa bakar.” cümlesi bana Camdan Kalp (1993) filmini anımsattı. Ne güzeldir Şerif Sezer’in repliği: “Sen benim kalbimi kırmışsın. Kalp camdandır. Cam yapışır? Yapışmaz.”
Ne yazık ki taslağı, çerçevesi, izleği olmayan bir romanın gelişip serpilmesi de mümkün olmuyor. Tepsideki Melek, günlük yazar gibi her gün bir öncekinin üstüne onar yirmişer sayfa eklenerek yazılmış hissi uyandırıyor.
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “Ama yok illa emir buyuracak.” (Sayfa 26): Emir gereksiz. Buyurmak zaten emretmek anlamına geliyor. Böyle kullanınca emir emretmek gibi oluyor.
- “Babam, Mümtaz Amcayı öyle mahsun, kimsesiz görünce söylenir.” (Sayfa 26): Mahsun değil “mahzun” olmalı.
- “… ayağımda şipidik terlikler” (Sayfa 37): Şipidik değil “şıpıdık” olmalı. Ayrıca “şıpıdık” zaten terlik anlmı taşıdığından “şıpıdık terlik” demek gereksiz, “şıpıdık” yeterli.
- “… kovulmuşlar. O kapıdan. Kaç kerelerce.” (Sayfa 52): “Kaç kere” ile “kerelerce” aynı anlama geliyor. İkisinden biri olabilirdi ancak bu şekilde birlikte kullanılmaları uygun değil.
- “… şehnaz makamınca bir şarkının girizgâhındayken…” (Sayfa 56): “makamınca” değil “makamında” olmalı.
- “Çabuk öğrenir olması, …. Büyükhanım’ı mest eder olmuş…” (sayfa 56): Çabuk öğrenmesi, … Büyükhanım’ı mest etmiş…”
- “Gözlerimizden yaşlar akar olunca durdum.” (Sayfa 65): “Yaşlar akınca durdum”.
- “Bu gece ikinci bu ad unutma mevzu.” (Sayfa 81): “Mevzu” değil “mevzusu” olacak.
- “Vakit vuku bulunca …” (Sayfa 109): Sanırım “vakti gelince” denmek istenmiş.
- “… babam, bu hususta ona sıklıkla akıl veriyor, ihtar çekiyordu.” (Sayfa 109): İhtarname noterden çekilir, burada ise baba, damadını uyarıyor olsa gerek.
- “En iyi ihtimalle ikindiye müteakip.” (Sayfa 146): “İkindiyi müteakip” olmalı.
- “… muavin üçü bir arada getirdi. Granül kahve sordum.” (Sayfa 198): Kahve kültürüm pek iyi değil ama üçü bir arada zaten “granül kahve” değil mi? Sade kahve mi istemiş acaba üçü bir arada yerine?
- “….. bilmem ne gazinosunda Senar dinlemişliği vardı.” (Sayfa 210): Frank Sinatra yerine Sinatra denir ama bizde adet ad soyad bir arada söylemektir. Bir ortamda Müren dinlediğinizi söylerseniz insanların bakışlarından ne demek istediğimi anlayabilirsiniz.
İlk yorum yapan olun