Yazmalı Defter / Faruk Duman

Yazmalı Defter‘in Alakarga Yayıncılık tarafından 2020 yılında 3. baskısı yapılmış. Kapak çalışması iyi bir çalışma olmuş. Selin Saygılı’yı kutlamak gerekiyor. Faruk Duman’ın yazma ile ölümü eşleştirdiği düşünceye uyuyor kapak tasarımı.

Yazmalı Defter” adlı denemede Faruk Duman, yazı sanat üzerine düşüncelerini aktarırken “İnsan aslında yazarak ne yapar?” sorusunu da sorar. Bir mülakatta da “Önce hem yazarak hem okuyarak kendi ömrümüzü kendimizce güzel geçirmeye, güzel noktalamaya hazırlanırız.” der. Hem yazmayı hem okumayı ölümle bağdaştırıyor. Elbette, çok kişisel bir düşüncedir bu. Deneme de böyle bir şey zaten. Sadece böyle bir şey mi?
Öykü dalında birçok birinciliği var Faruk Duman’ın. Denemeye de soyunmuş.

Yazmak, ruhun derinliklerine bir yolculuktur aslında. Faruk Duman, öyküde kendine özgü dil yaratmış. Özellikle anonim halk edebiyatı ürünlerinden masalın ve türkünün, Dede Korkut’un dilinden etkileniyor. Dil arayışları, postmodern romanda ve “yeni roman”da çok önemseniyor. Bu anlayıştaki yazarlar, masalsı dillin romanı ya da öyküyü var edenin salt bu özellik olduğu yanılgısına düşüyor. Tepki olarak sorulan “Romanda, hikâyede üslup mu anlatılan mı önemlidir?” sorusu da yanlı, yanlış bir sorudur. Sanat sanat için mi toplum için mi?” sorusu da yanlış sorudur önceki soru gibi. “Soru yanlış olunca yanıt da yanlış olur.” demişti biri.

Duman’ın “Yazmalı Defter”i kısa yazılardan oluşan 94 sayfalık bir deneme kitabı. Her denemeye başlık yerine sayı ekleyerek toplam 43 denemeden oluşan kitabına da “Yazmalı Defter” adını vermiş.

Herkes, deneme yazmalı mı ya da yazabilir mi? Herkes, kendince yazabilir. Ama bu “kendince” olan deneme midir? Üstünde durulması gereken de budur. Deneme birikim gerektirir. Yaşanmışlığın süzgecinden geçmiş bir birikim… Yoksa bu, bilgi sahibi olamadan fikir yürütmeye benzer. Deneme, söyleyecek bir şeyi olan yazarların işidir. Derinliği olan bir tür… Söyleyecek bir şeyiniz yoksa deneme, romanda, öyküde ödül almış olsanız bile boş bir çabadan öteye gitmez. Akıl süzgecinden geçirilmeyen her yazı, yazanı üzmeli. Denemde ahkâm da kesilmeyeceği gibi akla gelen her şey de yazılmaz. Sonra kesin ve yanıltıcı yargılardan da kaçınmak gerekir. Düşünceyi ifade etmek ayrı, ona hak vermek ayrı. Aklına geleni yazmak ve buna da inanarak yazmak ancak Voltairece bir ifadeyle karşılaşır: “Senin söz söyleme hakkını savunurum ama sana hak vermiyorum”.

Duman, konulara çok daraltılmış bir açıdan bakıyor, Kitabı okurken düş kırıklığı yaşadım. Oysa deneme de her okunduğunda yeni tatlar bırakmalı okuyucuda. Deneme “Eti budu ne, tadı şahane” bir türdür.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, Tahsin, Yücel, Nermi Uygur, Nurdan Gürbilek, Salah Birsel, Suut Kemal Yetkin, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Haşim, Cemal Süreya… Bu yazarların denemelerini okuyanlar, söylenceler tadında bir aydınlıkla karşılaşır. Bunlar, dil olsun, anlatılanlar olsun; birbirleriyle örtüşen eşsiz başucu kitaplarıdır. Stefan Zweig’ı ve Marcel Proust’u okumaksa bambaşka tat… “Eğer okuduğumuz bir kitap, bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa okumaya niye zahmet edelim ki?” der Kafka. Duman’ın “Yazmalı Defter”inde bu sarsılma, Proust tadı hiç mi yok?

Duman, Yazmalı Defter‘de romanlarına göre farklı ama yanlış bir üslup deniyor. Noktayla biten sözcükleri görünce konuşma dili ile yazı dili arasında kaldığınızı anlıyorsunuz. Bazı cümlelerin diğer cümleyle anlam ilgisini zorla kuruyor okuyan. Bu da akıcılığı bozuyor. Roman dilinden uzaklaşıp denemeye özgü dil oluşturma çabasına girerken denemedeki dil; türkünün, masalın, Dede Korkut’un dilinden büsbütün kopuyor. Dede Korkut, devesi Yelmaya’ya binip Azrail’den kaçarcasına uzaklaşıyor. Yazmaya Dede Korkut’la başlanır ama kendin olarak çıkılır. Üslup da budur.

Cümlenin yapısını bozarak dil oluşturulmaz. Eylemsiz birkaç sözcüğü, yan yana getirerek bunları cümle sanıp nokta ile bitiremezsiniz. Eylemsiz yani eksiltili (kesik)cümle yok mudur? Elbette, vardır ama yarım bırakılmış cümlelerin okuyucunun sezgisine, hayalinde canlandırmasına bırakıldığını belirtmek amaçlı üç nokta konur. Duman ise nokta koyuyor. Noktalama işaretlerinin görevini bilmeden yazmak; noktalama işaretlerinin yazıdaki önemini, yazıya anlam kattığını ya da anlamı bozduğunu bilmemektir. Bir yazarın her şeyden önce bunu bilerek yazmaya başlamalı. Sonra tek sözcükten oluşan cümle uydurmuş kendince. Her eylem(fiil) tek başına cümledir. Bu, dil bilgisi açısından bilinen bir doğrudur. Tek sözcükle, eylemi kullanarak cümle kurulabilir. “Geldim.” tek başına bir cümledir. Duman, eylem kullanmadan tek ya da iki sözcükle diğer sözcük türlerinden (ad, ön ad, adıl, belirteç, ilgeç, bağlaç ünlem) birini kullanarak cümlenin yapısında olamayan bir özelliği “yenilik” sanır. Ad soylu bu türler eylem olmadan cümle oluşturamaz. Cümle oluşturmak isteniyorsa da üç nokta kullanmalı. Buna da eksiltili (kesik) cümle denir.

“…gereksinim maddesidir. Yiyecekler gibi.” Örneğinde “Yiyecekler gibi.” bir cümle değil ancak cümlenin bir ögesi (zarf tümleci ya da ilgeç tümleci) olabilir. Bu sözü, diğer cümleye dahil etmeliydi. Olmadı üç nokta kullanarak (Eksiltili cümle çeşitlerine değinmiyorum bile.) kesik cümleyi düşündürmeliydi.

Yazıda ara sözler ya da ara cümleler ya iki virgül ya da iki kısa çizgi arasına alınır. Duman bu iki noktalama işaretine bir üçüncü noktalama işaretini (!) eğik çizgiyi ekler. TDK’de de Dil Derneği’nde de noktalama işaretlerinin görevi belirtilmiştir. Eğik çizginin böyle bir görevi yoktur. “Ben yaptım oldi.” diye biten fıkra değil söz konusu. “Yazmalı Defter”, eğik çizgili deftere dönüşmüş.

Duman, 24. bölümde “Doğal olarak yazının bir mesaisi yoktur, mesai yazarı memurlaştırır.” der. Yazarın bu düşüncesine katılmak mümkün değil? Çünkü çoğu büyük yazarın yazma saatleri “mesai” saatlerine uygun ama hiçbiri “memurlaşmış yazar” değil.

Kurt Vonnegut, günün belli saatlerinde yazıyor. Ernest Hemingwey’se sabahın ilk ışığından hemen sonra yazmayı uygun bulur. Jane Austen, yazmaya 9’dan sonra başlıyor, saat 15’te bitirir yazmayı. Victor Hugo ise kuşluk vakti yazıyor. Mark Twain, sabah kahvaltısını yaptıktan sonra bir mesai memuru gibi saat 17’ ye dek yazıyor. Stephen King, 8:00-8:30’da başlayıp 11.30’da bitiriyor yazma işini. İki bin sözcük yazmadan da masadan kalkmıyor. Kafka bir memur olduğu için ancak 22’de yazmaya başlıyor, 3’e dek sürebiliyordu yazmayı. Başka zamanı yoktu çünkü. Yazma işi disiplin gerektirir. Ne olacaksa bu “memur mesaisi ve daha çok mesai” ile olur.

Faruk Duman, 2 No.lu bölümde dilin el yordamıyla aranması ve bulunmasına değinir. 23 No.lu bölümde “Ki, sanatın, aslında el yordamıyla oluşmasını çekici bulurum.” diyen yine Faruk Duman.

Dil, el yordamıyla yani deneme yanılma yoluyla aranmaz. El yordamında “fazla bilgi olmadan” anlamı yatar. “Yazı ya da sanat bilmekle yola çıkılan bilinçli bir eylemdir. Yazmak, disiplin işidir ve gerisi saçmalıktır. Yazar el yordamını esas alırken “Bilmek insanı yazmaktan alıkoyar.” gibi bir önerme çıkar ortaya. Önerme de sonuç da yanlış. Mantık bunu söyler. Tutarlı önerme, tutarlı sonuçtur. İnsan bildiği için sanat yapar ya da yazar, çizer, yontar, besteler.

Raymond Carver “ifadenin temel kesinliğini gözetmekten” söz eder “Yazmak Üzerine” adlı eserinde. Raymond, “kazıya kazıya” derken Duman, “el yordamı” diyecektir. Birinde bilinçli bir çalışma diğerinde şans…

Picasso, “Sanat, gereksiz şeylerin ayıklanmasıdır.” der. Bu da sanatın el yordamıyla yapılamayacağının, bilinçli bir çabayla oluşacağının ifadesidir. Gören, sezen, keşfe çıkan, tesadüflere yer vermeyen, sorgulayan bir öz bilincin çabası. “Ben aramam, bulurum.” diyen de Picasso. El yordamının bu cümle karşısında hükmü var mı artık? Üslup, el yordamıyla aranırsa yanlışlıklar da kaçınılmaz olur. Sanatta el yordamıyla ayıklanma nerede görülmüş? Zanaatta el yordamı anlaşılabilir ama sanatta asla! Picasso gökyüzüne, Duman yere bakıyor.

Yazar genellikle yazmakla ilgili klişe cümleler yazıp sonra bu cümlelerle ilgili düşüncelerini aktarıyor: “Yazmak, dünyanın sırlarını keşfetme dürtüsünden kaynaklanabilir.” , “Yazmanın amacı okurun daha güzel ölmesini sağlamaktır.”, “Yazmak bir tür bağımlılıktır.” vs.

1 No.lu yazısında ölmekten bahseder. 4 No.lu yazıda da “Yazmakla ölüm arasında öyleyse nasıl bağlantı kurarız?” sorusuyla karşılaşırız. 9 No.lu yazıda “Yazmanın amacı okurun daha güzel ölmesini sağlamaktır. İyi bir okur öldüğü zaman aklının bir yerlerinde hep canlı cümleler bulur. Bu güzel cümlelerin orada sağlıklı bir biçimde duracağı kesin gibidir. İyi edebiyat bozulmaz. Okur, ölüm günü geldiğinde.” der. Tırnak içindeki sondaki yarım bırakılmış cümlenin kendinden önceki cümleyle anlam bağlantısı yok. “Okur ölüm günü geldiğinde.” sözü, hem diğer cümleden kopuk hem de cümle değildir. 18 No.lu yazısında yine “yazı*ölüm” konusuna değinir. 23. yazıda “Oysa insan en çok kendi hâlinde intihar etmeyi sever.” diyen de Faruk Duman. 26. yazıda “Yazı ölümü kişiselleştirmek anlamına gelir.” diyor. Kitabın diğer bölümlerinde de yazıyı ölümle bağdaştırıyor. Ölüme güzellemenin bu kadarı da fazla!

Prof. Nevzat Kaya “Ölümü düşünerek, ölümün korkunçluğunu, kesinliğini düşünerek insanlık için hiç olumlu bir şey ortaya çıkmaz.” der teatral anlatımıyla. Sonra Thomas Mann’ın “İnsan, insanlığı namına ölümü ölçüt almamalı; herkese aynı mutlulukla ve sonsuz uzunlukta yaşayacakmış gibi davranmalı.” cümlesini fısıldar “Büyülü Dağ” dan. Sonra da “Ölümü baz alırsanız diğer unsurlarla yarışa girersiniz.” der İlker Canikligil:

– Nevzat Hoca’m, kitap yazmak, ölüme karşı koymak değil midir?

Nevzat Kaya:

– Yo, bunu çok dramatize ediyorlar.

Gerçekten de gereğinden fazla dramatize ediliyor. Romantikleştirmeye çalışıyorlar. Yazara bu kadar uhrevi anlam yüklememek gerek.

Faruk Duman, Marc Auge’nin “Yazmak ölmek gibidir biraz.” cümlesinden etkilenir. Tarkovski’nin “Sanatın amacı insanı ölüme hazırlamaktır.” cümlesi de ona ilginç gelir. Var oluş, hikmet, nefis çevresinde dolaşan bu tür cümleler maneviyatın, metafiziğin izidir.

6 No.lu denemsini “Yazmanın amacı hayatta kalmaktır.” diye bitirmiş Duman. Hangi yazar, “Öldükten sonra unutulmayayım.” diye yazar? Ha, öldükten sonra adı unutulmaz, anımsanır o başka. Ama amaç “Öldükten sonra hayatta kalayım.” değildir. “Okuyanlar, okumayanlara göre daha güzel ölür.” diyor Duman. Neden “Daha güzel yaşar.” değil de “Daha güzel ölür.” diyor yazar? Bir yerde üretim varsa tüketim de vardır. Yazarlar üretecek, okuyucularda tüketecektir. Bu da süreklilik, devinim gerektirir yazmak ve okumak gibi. Bunu ölüme bağlamak, yazıya ulvilik, yazara da bilgelik katmaz.

8 No.lu bölümde Stendhal’ı ele alır. Yazarın anlattığı Stendhal ile ne Britannica’nın ne Wikipedia’nın ne de “Sthendal’ın Hayatı” adlı kitabın Stendhal’i örtüşür. Yazar ”Edebiyata girmesi neredeyse bir sürüklenmeye benzer, kendisini orada bulmuştur.” der. Oysa bu üç kaynak da yazmak için Fransa’ya gittiğini yazar. Onun Stendhal’i ile bu üç kaynağın Stendhal’i arasında dağlar kadar fark var. Duman, Marie-Henri Beyle’den mi söz ediyor. Edebiyata sürüklenen, kendini orada bulan biri, iki başyapıt ve onlarca kitap yazabilir mi?

11. bölümde Duman “Görev gereği yazı yazılabileceğini söyleyebiliriz. Neden olmasın? Dışarıdan verilen ya da teklif edilen görevle yazı yazmanın da yazmanın amaçlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın kendi iç etkisini erteleyerek. Kendisine önerilmiş bir yazıyı yazması. Görev gereği yazı. Ama bu, olumsuz bir şey midir? Yani bu tür çalışmadan iyi bir yazı elde edilemez mi? Elbette edilebilir.” Elbette iyi bir yazı elde edilemez. İlkin yazan bunun iyi bir yazı olduğuna inanmaz da ondan. Ismarlamayla yazının saflığın yok ediyorsun da ondan. Ismarlama olmadan kendi kafana göre yazarsan kendine görev alırsın. Yazmaya başladıktan sonra sınırlarını aşarsın. Bir başkasının etkisi, ısmarlaması olmadan “Bunları yazacağım.” der, sınırlar koyarsın. Ama yazdıkça sınırları aşıldıkça aşılır. Çünkü özgürsün. Birilerinin görevlendirmesiyle yazmıyorsun. Görev verilince de emre mahkûm, göreve mahkûm oluyorsun. Sınırlısın, bir şeyi aşmazsın. Sanatın özüne ters düşüyor Duman’ın düşüncesi.
12. No.lu yazıda Faruk Duman “Kompozisyon öğretmenleri, çocukların düş gücünü, yargı yeteneklerini geliştirmek isterler.” diyor. Sayın Duman ilkin Türkiye’de “kompozisyon öğretmeni” gibi bir dal yok. Bu dersi, Türkçe ya da edebiyat öğretmenleri üstlenir. Ayrıca bilmez misiniz kompozisyon için bir ders saati kaldırıldı uzun zamandır. Okullara konuşmaya gidiyorum, diyorsunuz. İnsan bir sorar.

39 No.lu bölüm “İnsan anımsar.” cümlesiyle başlıyor Faruk Duman. Burada bir Karadeniz türküsüne örnek verir: “Ey kemençe kemençe/ Neredeydin dün gece/ Atar kırarım seni de/ Eğlencesin eğlence.” Bu dizelerinin ardından da “Yazarlardan rahatsızlık duyabiliriz ama onların anlattığı hikâyelere de mecburuz. Çünkü anımsama var oldukça bu anımsamanın aktarılması gerekecektir. Deyim yerindeyse anımsamaların aktarılmadığı gün, mutlak ölümün günü olacaktır.” der. Türküyle konunun bağlantısı çok ama çok zayıf duruyor. Güzelim türküye yazık olmuş.
Faruk Duman, yeni bir şey söylemiyor. Şiir tadında bir dil oluşturmak istemiş ama bu, dili akıcılıktan uzaklaştırmakla kalmamış, eksiltili sandığı cümlelerde de anlam uçup gitmiş. Sonra yeni bir düşünceye geçerken yeni bir paragraf oluşturmayı da unutuyor. Bu da cümleler arasında kopukluk yaratıyor. Söz gelimi 30. bölümde bunu görebilir okuyucu.

“… o nedenle yaşadıkları dönemin toplumsal sorunlarını da anlamışlardır. Yine de bunun da akademik bir başarı olmadığını, yani masa başında öğrenilen bir şeyden söz etmediğimizi belirtmek gerekir. Kişisel davranışları…” Bu son cümle “Kişisel davranışları…” aşağıya alınıp paragraf oluşturulmalıydı.

20 No.lu denemde şu cümle ile bitmiş: “Doğrusu, aynaya bakmak cesaret isteyen bir iştir.”

“Ayna” metaforu da kabak tadı veriyor. Hasan Ali Toptaş’ta da var ayna metaforu. “Ayna” mazmun oldu artık. Ta, İranlı Ozan F. Attar’dan bu yana kullanılıyor. Simurg’un kuşları bakmış aynaya. Yeni bir söz ya da metafor gerekli artık. Faruk Duman ve H. A. Toptaş “ayna da ayna” der dururlar. Batılı iç yolculuğuna çıkarken (hareket) bizimkiler aynaya (hareketsizlik) bakar.

Tüm bunlara noktalama işaretlerinin yanlış kullanımı, anlatım bozuklukları, cümle yapısından habersiz olma da eklenince başarısız bir deneme ile karşılaşıyoruz.

Faruk Duman’ın “Yazmalı Defter”inde Kafka’nın söz ettiği o sarsılma ve Proust tadı hiç yok.

Kitaptaki Dil, Yapı, Noktalama, Yazım Yanlışları

  1. “Yazdıkça, çoğunlukla, kendini haklı çıkarmaya çalışır.” (s.9)
    Bağ-fiil, cümlede bir taneyse virgül gelmez. “Yazdıkça çoğunlukla, kendini haklı çıkarmaya çalışır.”
  2. “… kendi savunusu anlamına gelecektir.” dedikten hemen sonra “…bireysel savunma…” (s.9) ifadesini kullanmış.
    Aynı anlama gelen iki sözcüğü art arda kullanmak duruluğa aykırı. Kaldı ki “savunu” tutmadı kullanılmıyor. Türkçe bir sözcük olan “savunma” tuttu kullanılıyor.
  3. “Kalem ona karşı vicdanı harekete geçirebilir. O nedenle. (s.10)
    Bu cümlede özneden sonra virgül getirilmeli. Ayrıca “O nedenle” nokta ile bitirilmiş.” O nedenle cümle olmadığı için de nokta konmamalıydı. Ya kendinden önceki cümleye bağlanmalı ya da üç nokta bırakılmalı.

  4. “Kurmak/inşa etmek ve görünenin…” (s.”3)
  5. Eğik çizgi olmaz. Virgül yeterliydi.

  6. “…yaz boyu küçük laboratuarımda…” (s.13
    Laboratuar değil “laboratuvar” yazılır.
  7. “Ne zaman baksam başka başka şeyler görüyordum onda. Bir robot. Bir havai fişek. Bir zil.”(s.13)
    Örnek veriyor bu nedenle örneklerden önce iki nokta gelmeli. Yazmadığı başka örnekleri de düşündürüyorsa üç nokta, yok sadece üçü varsa “bir zil”den önce “ve” bağlacı gelir, sona da nokta konur:
    “…başka şeyler görüyordum onda: bir robot, bir havai fişek, bir zil…” ya da “…başka şeyler görüyordum onda: bir robot, bir havai fişek ve bir zil.”
  8. “…ne de olsa sağlam, gerçekçi Anadolu yaşamının izinden yürümüştü o yaşına dek, bu iz, bir belirti ister.” (s.15)
    Sıralı cümlelerden birinde ya da her ikisinde virgül varsa ilk cümleden sonra noktalı virgül gelir. Bu nedenle “dek” edatından sonra noktalı virgül gelmeliydi.
  9. “Yazılarımızı kendimizle birlikte sonsuz boşluğa armağan ederek bu dünyadan çekip gideriz.” (s.15)
    Mantık yanlışlığı var cümlede. Sonsuz boşluğa kendini armağan ederek bu dünyadan çekip giden insandır, yazılar kalır “armağan”ı ne kadar mecaz anlamda kullanış olsa bile.
  10. “Yazmanın yolunu, yordamını bilmediğimiz günleri.” (s.17)
    Bu, bir cümle değil. Cümle olmasını istiyorsan ya yüklem getirip nokta koyarsın ya da yüklem getirmeden sona üç nokta koyacaksın.
  11. “Yazı masasına oturan kişi, kalemini eline alıp defterinin üzerine eğildiği zaman.” (s.17)
    Yukarıdaki yanlışın aynısı olmuş.
  12. Sayfa 21’de yine eğik çizgi yanlış kullanılmış. (s.33, 35, 41…)
  13. “Yani zaten gerçek edebiyatın doğduğu yerden.” (s.9, 10, 24, 25,30…)
    Eksiltili cümle olmasına izin verilmiyor, nokta konuyor. Böyle bir cümlede Türkçede yok.
  14. “…okuma-yazmayı kolaylaştırdığı…” (s.28)

    “Okuma-yazma” değil “okuma yazma”dır doğrusu. Araya kısa çizgi gelmez.

  15. “Oysa ne diyorduk; yazının hem yazılması hem de basılması zorunluluktur.” (s.34)
    “Oysa ne diyorduk? Yazının hem yazılması hem basılması zorunluluktur.”
  16. “…birbirinin içindeki, birörnek yaşamlar kıyaslanamaz.” (s.37)
    Cümlede sıfat yapan “ki” eki varsa virgül gelmez, kendinden sonraki sözcükle tamlama kurar çünkü. “Birörnek” de ayrı yazılır.
  17. “Dönersek, yazmanın bize kendimizi anlatmak, kendi dilimizce anlatmak şansını vermesi yetmelidir bize.” (s.40)
    Aynı cümlede iki kez “bize kullanılmış. İkisi de yer tamlayıcı, birine gerek yok. Anlatımı bozmuş.
  18. “Ama romantik ama korkunç biçimde.”, “İşte bu nedenle zaten.” (s. 42)
    Noktayla bitirmiş bu yan yana getirdiği sözcükleri. Bunları da cümle sanıyor. Yüklemi olmadığı için bu en sona üç nokta getirseydi kesik cümle olacak, sorunda olmayacaktı. Üslup kaygısıyla yapılan yanlışlıklar bunlar. Kitap boyunca da rastlanıyor buna. Duman, ne cümle yapısını ne de noktalama işaretlerini biliyor.
  19. “ …kimse kimsenin beynine silah dayamıyor.” (s.47)
    “Kafasına silah dayamıyor.” olacaktı.
  20. “…hedefsiz, menzilsiz yağmur altında yol almışlardır.” (s.49)
    “Yağmur altında” tamlaması, yanlış yerde kullanılmış. Bu da anlatım bozukluğudur.
    “…yağmur altında hedefsiz, menzilsiz yol almışlardır.” olmalı.
  21. Sayfa 52’de iki cümlede “ya da” ile başlamış. Başlanmaz.
  22. Pekala yeni bir ev alabilirsiniz…” (s.53)
    “Pekala”dan sonra mutlaka virgül gelir ve “pekala” değil “pekâlâ” yazılır.
  23. “Dikine pürüzsüz gökyüzüne yükselir…” (s.77)
    Yine sözcüğün yanlış yerde kullanılmasından ötürü yanlışlık yapılmış. Dikine olan gökyüzü değil dağlardır:
    “Pürüzsüz gökyüzüne dikine yükselir.” olmalıydı.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.