Yok Yolcu / Kâmil Erdem

Yok Yolcu, Kâmil Erdem’in 2021 yılında Sel Yayıncılık tarafından basılan üçüncü kitabı. Yazarın 2016 yılındaki Şu Yağmur Bir Yağsa ve 2018’deki Bir Kırık Segâh adlı öykü kitaplarının ardından yayımlanmış.

110 sayfalık 10 öyküden oluşan Yok Yolcu’nun editörü Bilge Sancı. Kapak görseli Günay Erdem Balkış’a, kapak uygulaması Aslı Sezer’e, sayfa tasarımı ise İklime Yılmaz’a ait.

Ben kitabın Kasım 2024’te yapılan 4.baskısını okudum. Yok Yolcu, 2022 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı ve Yunus Nadi Hikâye Ödülü‘nü kazanıp öykü okunmaz denen bir ülkede dördüncü baskıya ulaşarak rüştünü ispat etmiş bir öykü kitabı.

Kâmil Erdem 80’li yıllarda edebiyatla uğraşsa da hayat onu başka yerlere sürüklemiş ve Erdem’in yeniden eline kalem kâğıt alması emeklilik dönemini bulmuş. İlk kitabı yayımlandığında 71 yaşında olan bir yazarı düşünerek ülkemiz koşullarının bir yazar için ne kadar elverişsiz olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Sözü fazla uzatmadan kitabımıza geçelim. Ben kapaktaki görseli ve renkleri beğendim ancak kitabın adına göre bir şey çiziktirmektense kitabın içeriğine, duygusuna hatta satır aralarına odaklanmış bir kapak tasarımı daha güzel değil mi? Burada “kitabın adında yolcu varsa, kapağa da en iyi tren gider” diye düşünülmüş sanki.

Arka kapağa gelirsek arka kapağın yazarı kitabı anlatmak yerine kendisi bir edebi metin oluşturma gayreti içine girmiş gibi görünüyor:

“Üçüncü öykü kitabı Yok Yolcu da böyle müphem öyküler barındırıyor; sonsuz bir sonsuzluktan, derin düşüncelerden (…) dileyen dilediği kadarını alıyor.”

Bu cümledeki “sonsuz bir sonsuzluk” ifadesi acaba ne anlama geliyor diye bir süre düşündüm, sonra da kendime kızdım acaba cümleyi yazan kişi bu kadar düşünmüş müdür diye. Tuhaf bir tuhaflık işte…

Sonraki paragrafı da birkaç kez okudum, kolayca giderilebilecek bir anlatım bozukluğu var cümlede: “Bütün caddeleri, sokakları, evleri, evlerinin içindeki insanları, insanlarının arasındaki ilişkilerin yıkıldığı ve yeniden kurulduğu, bozunuma uğradığı ve onarıldığı, duvarlar ya da sular altında kaldığı Beyoğlu’na da incelikli bir ağıt yakıyor.”

Ayrıca, “bozunma” bir maddenin bileşenlerine ayrılması anlamında bir kimya terimi. Radyoaktif bozunma ise daha farklı bir fiziksel değişim. Buradaki kullanım ise yanlış, “bozunuma uğradığı” yerine “bozulduğu” olmalıymış ancak bu haliyle de ne yazık ki yeterince “havalı” değil.

Amerikan kitaplarında arka sayfada “Vay canına diyeceksiniz”, “Böyle kitap okumadınız” gibi abartılı yorumlara yer veriyorlar. Ülkemizde ise arka kapaklar editörlerin edebiyat heveslerini gidermeleri için kullanılıyor. Buralarda genellikle okura “vakitsiz”, “tekinsiz”, “mecalsiz”, “zeminsiz”, “ıssız” bir “okuma deneyimi” sunuluyor. Ben arka kapakta bu sözcüklerden en az birini göremezsem derhal paniğe kapılıyorum.

Kitabı okumuş birisi olarak Kâmil Erdem’in öykülerinin “köpürtülü, gürültülü ve tekinsiz bir çağlayan” ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı konusunda sizi uyarıp arka kapak yazarını da Allah’a havale ederek kapak konusunu kapatıyorum.

Kâmil Erdem bir eski tüfek ve öykülerin dokusunda bu devrimci bellek var. Özellikle “Sıradan Bir Akşam”, “Çıkmaz Sokak”, “Sislerin Arası”, “Havalar Yine Isınacak”, “Son Görüşme” öyküleri yazarın devrimci geçmişinden izler taşıyor. Öykülerin kahramanları Beyoğlu’nda gezerken veya evinde patates kızartırken su yüzüne çıkıyor bu bellek. Ancak sorgular gibi değil de tarihe bir not düşer gibi. Bir sinema filmi tadında, siz sokakta dondurmanızı yalarken arka planda birisi vuruluyor gibi. Elbette dokuz, on sayfalık öykülerin arkasına tarihsel bir dönemi bir bütün olarak yerleştirmek mümkün değil ancak yazar da ilginç bir şekilde bir anekdot veya bir ânla yetinmeyip kronolojik olarak gençlik eylemlerini, sıkıyönetimleri sıralamayı yeğlemiş. Özellikle Havalar Yine Isınacak’ta bir romanın arka planını kapsayacak genişlikteki olaylar öyküye biraz dar gelmiş gibi duruyor.

Son Görüşme, çok ilginç bir öykü. Kâmil Erdem ve bir arkadaşı köylüleri örgütlemek ve halka devrimi anlatmak üzere Pülümür’e gidiyorlar, burada on bir köy gezip köylülerle sohbet ediyorlar. Bu bölüm Türkiye’de devrimin neden gerçekleşemediğini de anlatıyor bir bakıma. Kâmil Erdem, merkez karargâhta teorik çalışmalar yapması gereken bir kişi olarak köylüleri ikna etmeye gönderiliyor. İlkokul Türkçe dersine öğretmen olarak Ece Ayhan‘ın girmesi gibi absürt bir durum.

Kâmil Erdem bir röportajında “anlaşılmak üzere yazdığını” söylüyor ama ben kitapta yazarın tam tersini amaçladığını düşündüm. Elbette yazı dili konuşma dilinden daha karmaşıktır, elbette edebiyat herhangi bir yazıya göre daha seçkinci (elitist) bir tavra sahip olmalıdır ancak nihayetinde bir yazar -az kişi tarafından da olsa- anlaşılmak ister. Kâmil Erdem ise uzun cümleleri, kimsenin kullanmadığı eskimiş sözcükleri, bilinç akışına kapılmış iç konuşmaları ve bellek yansımaları ile neredeyse anlaşılmamak üzerine kurgulamış metinlerini. Şöyle de ifade edilebilir: Yazar daha iyi anlaşılabilmek için hiçbir fedakarlıkta bulunmamış, anlaşılır olmayı pek umursamamış. Elbette, değerli bir yapıtı herkes anlayamayabilir ancak bunun tersinin de geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Yani “herkesin anlayamayacağı, karmaşık bir metin yazarsam bu değerli olur” diyemeyiz.

Türkçede eylem sonda olduğundan, uzun cümle kullanımı henüz anlam oluşmadan bu cümlelerin art arda birikmesine neden oluyor. Cümleyi anlayabilmek için bir sayfa bilgiyi aklınızda tutup eylemi okuyunca hepsini bir anda yerlerine koymanız gerekiyor. Derdiniz anlaşılmak ise eylemi başa alarak ya da bir ipucu vererek okurun anlaya anlaya yani aşama aşama ilerlemesine olanak tanıyabilirsiniz. Diğer türlü, -eğer titiz bir okursanız- sayfayı her seferinde yeni baştan okumanız gerekiyor.

Kâmil Erdem sözcükleri -kökenlerine veya günümüzde kullanılıp kullanılmadığına bakmaksızın- tınılarına göre tercih ediyor. Kulağına hoş geliyorsa eski sözcükleri, tamlamaları kullanmaktan kaçınmıyor. Arapça, Farsça, Fransızca sözcükler kullanarak dilini “zenginleştiriyor”. Peki bu şekilde dil gerçekten zenginleşiyor mu?

İşin doğrusu yobazlık derecesinde “öz Türkçe” veya “Arapça” kullanmaya çalışmak bir okur olarak beni rahatsız ediyor ancak bu şekilde bir yamalı bohçayla da özgün bir yazın dili yaratmak güç. Yazar Arapça konusunda derin bir bilgiye sahiptir, köklerine, eklerine çok hâkimdir ve Arapça kökenli sözcükleri güzel bir şekilde kullanıyordur. O zaman bu yazarın Arapça kökenli sözcükleri tercih etmesini hoş görebiliriz. Ancak sadece tınısına kapılıp farklı kökenli sözcükleri art arda bir cümle içinde kullanmak yazarın bir dil bilincine sahip olmadığını ya da bunu umursamadığını gösteriyor. Kâmil Erdem canı o ân nasıl isterse öyle kullanıyor sözleri, bir tutarlılık peşinde değil. Öykülerde “mahut ve makûs kaza”, “işkilli müddeiumumiler”, “mütemmim cüz”, “aldırışsızlık temayülü”, “tekemmül” gibi eski sözcüklerden bolca var. Başka bir yerde ise mezarlık yerine “gömüt alanı”nı tercih etmiş. Sanırım eski-yeni tartışmasının ötesinde yazarın tercihi yazdıklarının kolayca anlaşılmaması yönünde.

Kâmil Erdem “ve”leri “ücra ve aşağı ve küstah ve siyah” örneğinde olduğu gibi art arda kullanmayı seviyor. Koyu Kırmızı’nın ikinci paragrafında bir cümle içinde yedi “ve” var. Ayrıca kitapta pek çok cümlenin “Ve” ile başladığına tanık oluyoruz. Bu tercihlerin ağdalı bir dil dışında anlatıma bir katkısı var mı diye düşünmeden edemiyor insan.

Kitapla ilgili aldığım notlar:

  • “…radyoda karcigar faslını icra eden” (sayfa 7): “Karcigar” değil, “karcığar” olacak. Ayrıca karcığar faslındaki “birazcık aykırı do sesi” de Türk müziği için çok uygun değil. Türk müziğinde “do” notasının adı “çargâh”tır. Çargâh perdesi yani do notası, karcığar makamının ana dizisinde yer aldığı için “aykırı” olmaz ama biraz “pes” veya “tiz” olabilir.
  • “… ehl-i zevk denebilecek parmaklarıma bakarak.” (Sayfa 7): Zevk ehli veya ehlizevk sözcükleri zevk sahibi insan için söylenir, parmak için ehlizevk sözcüğünü kullanmak biraz garip duruyor. Sözcüğün yazımı da yanlış.
  • “Yıkanma sürecine fazla özen gösterilmemiş…” (Sayfa 7): Süreç denilince birkaç ilişkili eylemin birbirini izlediği bir sıralı işlemler bütünü geliyor akla, oysa buradaki “yıkama” sözcüğü yalnızca bir eylemi, tek bir işlemi belirtiyor.
  • “…mahut ve makus kaza” (Sayfa 7): Doğru yazım “makus” değil “makûs” olmalı.
  • “İşkilli müddeiumûmîler…” (Sayfa 11): Doğru yazım şapkasız olarak “müddeiumumiler” şeklinde olmalı.
  • “…doğal davranmaya öykünerek pencereye bakıyorum.” (Sayfa 11): Doğal davranan bir kimsenin davranışlarını taklit edip o kişiye öykünebiliriz ama doğrudan davranışa öykünmek kulağa ters geliyor.
  • “…sanki burnu yağ kokusu almış gibi…” (Sayfa 17): Kitabın başka yerlerinde de “sanki … gibi”lerden bolca var. Sonda “gibi” varsa baştaki “sanki”ye gerek yok.
  • “…mertebeleri, aşamaları eskitmek…” (Sayfa 19): “Mertebe” ile “aşama” eşanlamlı sözcükler olduğundan bu şekilde art arda kullanılması doğru değil.
  • “Bahçesinde büst olan okulda” (Sayfa 33): Benim bildiğim neredeyse bütün okulların bahçesinde bir Atatürk büstü var. Dolayısıyla bir okulu ayırt etmek için pek anlamlı bir tanımlama değil bu.
  • “Ve diğer yerlerimden, kafamdan, omuzumdan…” (Sayfa 65): “Omuzumdan” değil “omzumdan” olmalı.
  • Taylan Özgür’ün öldürüldüğü o kasım gecesi kayboldu, biliyorum.” (Sayfa 74): Taylan Özgür bir kasım gecesi değil 23 Eylül 1969’da, gündüz saatlerinde öldürülmüştü.
  • “… koltuğunda Agos’lar Hrant’la, Nevizade’de akşam vardiyasında çalışacak garsonlarla, Alkazar’a yeni gelmiş, gülüşleri nüanslı Onat’la.” (Sayfa 90): Hrant Dink ve arkadaşları Agos gazetesini çıkarmaya başlamadan önce Onat Kutlar bu dünyaya veda etmişti.
  • “…akşamdan kalık.” (Sayfa 95): Akşamdan kalma veya akşamdan kalmış olması gerek.

Havalar Yine Isınacak’ta Ahmet Kaya şarkılarını severek dinleyen kişinin radyoda Nevzad Atlığ’ın yönettiği uykulu, yorgun koroyu kapatıp komşusundan gelen Mine Koşan şarkılarına kulak vermesi gayet normal. Kulak bağırıp çağıran arabeskçilerle dolunca Atlığ’ın korosu yorgun ve uykulu gelir insana. Süslü cümleler peşinde koşanların basit sözleri yavan bulması gibi.

Öykülerde “Oğuz sorgulu bakardı. İllegal bir rüzgâr masayı yalayıp geçerdi…” türünden devrimci klişeler de var. Ya da “İllegalite yavrum, demiş kıza. Bunlar sevgiliye bile söylenmez.” Bu bölümlerde “kafama sıkar giderim” diyen bir Yusuf Hayaloğlu havası esiyor.

Öykülerinde Ece Ayhan’a, İlhan Berk’e, Attila İlhan’a, Orhan Pamuk‘a ve başka yazar/şairlere göndermeler bulunan yazarın İkinci Yeni ile bir gönül bağı olduğu seziliyor.Kâmil Erdem öykülerinde şiirselliğe öylesine önem veriyor ki belki gönül bağının da ötesinde bir yakınlaşmadan söz edilebilir. Kitaptaki bazı öyküler şiir gibi alt alta yazılan satırlardan oluşuyor.

Bildiğiniz gibi İkinci Yeni de kendi içinde farklı yollara ayrılıyor. Örneğin, Cemal Süreya, şairin geleceğin dilini araması gerektiğini söyleyerek Karacoğlan’ın bunu başarabildiğini belirtir. Süreya, şiirin halktan kopmaması gerektiğini, kimsenin anlamadığı bir şiir olmayacağını söyler: “Aslında şiir, dil içinde bir dildir ama kuşdili değildir.”

Edip Cansever de şairin bugünün dili ile geleceğin dili arasında bir köprü olması ve şiirin halktan uzak olmaması gerektiğini savunur: “Ozanlar, halkın konuştuğu dille onun gelecekte konuşacağı dil arasında yapıcı bir iletken durumundadırlar; yani halka, gene halkın kullandığı dilin tadını, gizlerini, inceliklerini ulaştırmakla görevlidirler. Ben şiir dili deyiminden bunu anlıyorum sadece. Oysaki şiirden şiire değil de, şiirden topluma akan, toplumla bağdaşan, akıcı, yayılgan bir varlıktır, diyorum şiir dili. Ozansa dilin vardığı en son durağın temsilcisidir. Yoksa şiir dili diye yalnızca ozanların anlayabileceği, toplumdan bağımsız bir dil yoktur, olamaz.”

Ece Ayhan ise bu görüşlerin aksine hiç kullanılmamış (kirletilmemiş) bir dil arayışındadır. Şair, bu yapay dili kendisi yaratır.

Cemal Süreya ve Edip Cansever, şiirlerinde konuşma diline yaklaşırken, Ece Ayhan konuşma dilinden uzaklaşır. Ece Ayhan için konuşma diline yaklaşmak bir nevi iktidara teslim olmak gibidir. Dil açısından vardıkları yer farklı olmakla birlikte sonuç olarak üç şair de geleceğin diline bakmaktadır. Kâmil Erdem’in anlayış olarak bu üç şairden en çok Ece Ayhan’a benzediğini söyleyebiliriz ancak Ece Ayhan dilini gelecekte ararken Kâmil Erdem geçmişte arıyor. Ece Ayhan’ı çözmek için imgelerle boğuşurken Kâmil Erdem’in dilini çözmek için elinizde Osmanlıca sözlük ile sürekli kaseti başa sarmak zorunda kalıyorsunuz.

Konu şiire gelmişken ben de buraya Hilmi Yavuz çevirisiyle Pablo Neruda’dan bir dize alayım:

Söz aramızda Federico
Şimdi kimsecikler kalmadı kayalıklar arasında
Bırak da basit olsun sözlerimiz
Sen ve ben gibi basit
Şiir neye yarar çiyler için yazılmazsa
Bu gece için yazılmazsa neye yarar
Ya da korkunç acılarla kıvrandığımız günler için
Bu günbatımı için yazılmazsa
Şurda hızla atan yüreğiyle
Kendini ölüme hazırlayan
Şu yaşlı adamın durduğu
Yıkık köşebaşı için yazılmazsa neye yarar

Kâmil Erdem yeteneğini ağdalı bir dil ve süslü uzun cümlelere kurban etmiş gibi görünse de Yok Yolcu, bu şaşaadan geriye kalanlar için bile okumaya değer.

Burak Kaya hakkında 138 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.