Çalınan / Ann-Helên Laestadius

Ann-Helên Laestadius’un Mart 2024’te Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Çalınan romanı Yonca Mete Soy tarafından Türkçeye çevrilmiş.

Ann-Helên Laestadius, daha çok genç-yetişkin ve çocuk romanları yazan Sami kökenli İsveçli bir yazar. Bu romanlarıyla pek çok ödüle değer görülmüş. Yazarın yetişkinler için yazdığı ilk roman olan Çalınan, 2021 yılında İsveç’te yayımlandıktan sonra bir çoksatar olmuş ve 24 dile birden çevrilmiş.

472 sayfalık kitabın editörü Başak Güntekin, görsel yönetmeni Birol Bayram. Düzelti ise Mustafa Aydın’a ait.

Kapaktan başlarsak, kitabın başka dillerdeki baskılarına da göz attım. Açıkçası orijinal kapak da dahil Türkçe baskısı kadar iyi düşünülmüş bir kapak göremedim. Belki başka kapakların satışa katkısı daha fazladır bilemiyorum ama kitabı okumaya başladığınızda bir kapak içeriğini ancak bu kadar güzel anlatabilir diye düşünüyorsunuz. Eminim kitabın yazarı da Birol Bayram’ın kapağından etkilenmiştir.

Romana geçersek Çalınan, İsveç’te bir azınlık olan Samileri anlatıyor. Samiler yüzyıllardır rengeyiği yetiştiriciliği ile yaşamlarını sürdürüyorlar. Öyle ki doğumdan ölüme, rengeyikleriyle ortak bir kaderleri var gibi. Ben kitabı okumadan önce Samiler hakkında pek bir bilgiye sahip değildim. Açıkçası bir Kuzey Avrupa ülkesinde etnik ayrımcılığa uğrayıp ikinci sınıf insan muamelesi gören bir toplum olduğunu öğrenmek beni şaşırttı. Kendisi de Sami kökenli olan yazar, okul yıllarından başlayarak tüm yaşamları boyunca ayrımcılıkla karşı karşıya kalan bir halkın neler hissettiğini aktarmak konusunda oldukça başarılı. Yazarın gençlik romanları konusundaki ustalığı bir çocuğun gözünden bu ayrımcılığı yansıtmasına olanak vermiş. Bu ayrımcılık yalnızca toplumdaki önyargılar ve insan davranışlarıyla sınırlı değil. İşiniz polise düştüğünde eğer Sami kökenliyseniz şikâyetleriniz doğru düzgün takip edilmeden kanıt yetersizliği gibi bir nedenle rafa kaldırılıyor. Acil durumlarda devlet yetkililerinin olay yerine gelmesi bazen günleri bulabiliyor.

Eğer Çalınan’ı okumayı düşünüyorsanız buradan sonraki bölümlerin okuma zevkinizi azaltabilecek bilgiler içerebileceğini baştan söylemiş olayım.

Ann-Helên Laestadius’un başarılı bir gençlik romanı yazarı olduğu Çalınan’ın henüz ilk sayfalarında belli oluyor. Çocuk yaştaki karakterler diğerlerine oranla daha canlı, daha elle tutulur, daha yaşayan karakterler. Belli ki yazar onların dünyasına girmekte zorluk çekmiyor. Bazı değerlendirmelerde kitap bir genç -yetişkin romanına benzediği için eleştirilmiş. Kitabın bir gençlik romanına yaklaşmasında ben olumsuz bir yan görmüyorum, tam tersine küçük yaştaki karakterler daha ilgi çekici.

Kitabın ana karakteri olan dokuz yaşındaki Elsa bir gün evlerinden oldukça uzak bir yerde bulunan ağıllarına gittiğinde bir rengeyiğinin öldürülmesine tanık olur. Rengeyiğini öldüren kişi Elsa’yı bir el hareketiyle korkutur. (Birine söylersen kafanı uçururum gibi bir hareket.) Elsa bu korkusunu yıllarca içinde taşır ve kimseye ağılda gördüğü kişiyle ilgili tek söz etmez. Bu kişinin kendisine zarar vereceği korkusu giderek içine yerleşir, normal yaşantısını etkileyecek hale gelir. Roman bu gerilim üzerine kurulu. Çalınan, bir yandan herkesin kim olduğunu bildiği hırsızları yakalamak isterken diğer yandan ötekileştirilmiş bir etnik gruba ait olarak kendisinin ve ailesinin başına bir şey gelmesinden korkan Samileri anlatıyor. Romanda Samilerin devlet dairelerindeki ya da okullardaki yalnızlıkları çok güzel işlenmiş. Ancak yüzyıllardır kapalı bir toplum olarak yaşayan Samileri yakından tanıyayım, bu tür bastırılmış toplumların içinden ne tür psikolojik vakalar çıktığını öğreneyim diyorsanız yanlış yerdesiniz. Çünkü yazar Samilerin mağduriyetlerini anlatırken kendi toplumu ile ilgili hiç açık vermiyor. Ötekileştirilmiş toplumlarda yaşanabilecek sorunları anlatmıyor. Bu tek yanlı bakış açısı romanı bir Sami güzellemesine dönüştürüyor. Ne yazık ki Ann-Helên Laestadius, okurun bu kapalı toplumun içine sızmasına, sırlarına ortak olmasına izin vermiyor. Böyle olunca da Sami toplumunda rastlanan psikolojik sorunların ve genç yaştaki intiharların nedeni belirsiz kalıyor. Roman Samileri bize, geleneklerine bağlı, doğayla uyumlu, yetiştirdikleri rengeyikleriyle çok güçlü bir gönül bağına sahip bir toplum olarak gösteriyor. Uğradıkları haksızlıklar karşısında ise polise yeni bir şikâyette bulunmak dışında bir seçenekleri yok gibi.

Çalınan ilk sayfasından sonuna kadar bir polisiye havasında. Öldürülen rengeyikleri ve savsaklanan polis soruşturmaları birbirini kovalıyor. Özellikle rengeyiği katillerinin Elsa’yı ve ailesini tehdit ettiği bölümlerde gerilim yükseliyor. Bir yanda Kuzey Kutbunun doğal güzellikleri diğer yanda soluk kesen bir polisiye, hızlıca son sayfaya ulaşıyorsunuz.

Romanın ana konusu çalınarak restoranlara satılan rengeyikleri. Samilerin yetiştirdikleri rengeyiklerinin çalınması bir hırsızlık suçu gibi görünse de Samiler bunun basit bir hırsızlık suçu olmadığını düşünüyorlar. Onların ana talebi çalınarak öldürülen rengeyikleri için hırsızlık soruşturması yerine hayvan katliamı gibi daha ağır cezaya sahip suçlardan bir soruşturma yürütülmesi. Çünkü rengeyiklerinin öldürülmesini bir katliam olarak düşünüyorlar. Roman da özellikle rengeyiklerinin öldürüldüğü sahnelerde hayvanların çektiği işkenceyi olukça çıplak biçimde okurlara sunuyor. Romana bakınca Samiler rengeyiklerinin gerçek kollayıcılarıymış ve bütün dertleri de hayvan haklarıymış gibi bir hava uyanıyor. Ancak insanın aklına da bir soru düşüyor. Romanda rengeyiklerinin doğumlarından, çayırlarda koşturmalarına, kulaklarının damgalanmasından rengeyiği yarışlarına kadar tüm ayrıntılar var. Gene romandan öğrendiğimiz kadarıyla Samiler rengeyiği etini de seviyorlar. Evlerindeki derin dondurucularda rengeyiği etleri depoluyorlar. Kitapta rengeyikleri ile ilgili her şey var ama bu rengeyiklerinin nasıl olup da derin dondurucuya girdikleri yok. Sanırsınız ki Samiler babalarının hayrına bu hayvanları yetiştirip sonra da bunların eceliyle ölmelerini bekliyorlar. Yazar Ann-Helên Laestadius, kitapta rengeyiği mezbahalarından hiç söz etmiyor. Kendilerinden çalınarak öldürülen rengeyiklerini iç organlarına kadar okura sunarken Samilerin yetiştirdiği rengeyiklerinin bir bölümünün henüz yavru sayılabilecek yaştayken mezbahalara kesime gönderildiğini romanda bulamıyoruz. Sanırım yazara göre hayvanların “hijyenik koşullar altında” topluca öldürülmesi sorun oluşturmuyor.

Samilere göre rengeyikleri rüzgâra aitmiş. Peki o zaman neden kulaklara damgalar vuruluyor? İşin edebiyat tarafını bir yana bırakırsak ortada çok açık bir çıkar çatışması olduğunu ve Samilerin ana derdinin rengeyiklerinin hak ve özgürlüklerinden ziyade sürülerinden bir mal çalınması olduğunu görebiliyoruz. “Mal” sözcüğünü özellikle seçtim. Anadolu insanı da hayvana “mal” diyor. Çünkü geçimini oradan sağlıyor. Samilerin de geçim kaynağı bir mal olarak rengeyikleri. Elbette bir kader bağları var, elbette rengeyiklerini seviyorlar, onlara minnet duyuyorlar ama bu rengeyiklerinin Samiler için bir mal olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gerçek buysa neden biz bunu allayıp pullayıp gerçeklerden saptırıyoruz? Hayvancılıkla uğraşmak ayıp değil. Samilerin yaptığı da bu. Hayvanları doğurtup büyütüp satıyorlar.

Ne yazık ki roman temel meselesinde çuvallıyor. Kurguya yaklaştığı yerlerde okuru memnun ederken gerçeklere ayna tuttuğu yerlerde ayağı yere basmayan bir pazarlama hikâyesine dönüşüyor. Açıkçası yazar nasıl Samilere ait rengeyiklerinin çalınıp öldürülmesine öfkeleniyorsa ben de hayvan hakları gibi bir konunun hayvan ticaretine meze edilmesine öfke duyuyorum.

Kitabın sonunda, Elsa’nın rengeyiğini öldüren ve sonrasında Elsa’yı tehdit eden Robert, bir kaza sonucu aracının altında sıkışıyor. Rastlantıya bakın ki onu bulan kişi de Elsa oluyor. Yazar Elsa’ya ne yaptırıyor dersiniz? Elsa Robert’i kurtarmadığı gibi bir de onun cep telefonunu alarak ortadan kayboluyor. Yani öldürüyor ama öldürmüyor gibi bir şey. Bu sahne size yakınlarda Türkiye’de yaşanan bir trafik kazasını çağrıştırdı mı? Yazarın rengeyiği hırsızlarına karşı nefreti öylesine büyük ki romanın ana kahramanını böyle aşağılık bir sahneye kurban ediyor.

Ann-Helên Laestadius, genel olarak gösterişsiz, sade bir dil tercih etmiş ancak yer yer “…yaralarını kardan battaniyesinin altında saracaktı.”, “Anna-Stina uyku gibi sıcacıktı.”, “Görüyorum ki sen de kelimelerle güzel resim çizebiliyorsun.”, “Sessizlik öyle yoğundu ki basıncıyla kulak zarlarını patlatabilirdi.” türünden süslü sözler de var.

Çevirmen Yonca Mete Soy olukça titiz bir çalışma ile kitabı Türkçeye çevirmiş. İlk baskıda olabilecek birkaç küçük hata dışında kitabın Türkçesi son derece güzel ve akıcı. Bazı yerlerde ise tercihlerini Türkçede anlaşılır ve akıcı olmak yerine ana metne bağlı kalmak şeklinde kullanmış olduğu hissine kapıldım.

  • Örneğin sayfa 91’deki son paragraf: “O gün akşamüstü boyunca Lasse muhtemelen tamamen gerçek olmayan, çeşitli hikâyeler anlatmış, Elsa’nın annesini gözlerinden yaş getirecek gülme krizlerine sokmuştu.” “Akşamüstü boyunca”, “muhtemelen tamamen”, “gözlerinden yaş yetirecek gülme krizleri” verilmek istenen anlamı bize aktarıyor ancak doğallıktan uzak.
  • Sayfa 37’de “tam gaz çalışan” bir kaloriferden söz edilmiş. “En yüksek derecesinde” veya “hiç durmadan” denilse daha iyi olabilirmiş. “Tam gaz” deyimi daha çok bir hareketi anlatmak için uygun.
  • Sayfa 39’da yalan söylemenin “ekstra” kötü olduğunu anlatan bir cümle var.
  • Sayfa 41’de arabanın “lakayt ve yamuk bir şekilde” park edildiği yazıyor. Buradaki “şekilde” sözcüğü yamuk için bir geometrik ifadeyi anlatırken lakayt içinse bir “hâl”i anlatıyor ve böylesine bir ortak kullanım biraz sırıtıyor.
  • Sayfa 90’da “Annesiyle teyzesi hemen mutfağa girip el mikserini çalıştırdılar. Pişirme zamanı.” diye iki cümle var. Başka bir dilde yemek hazırlama sürecinin tümü için “pişirme” benzeri bir sözcük kullanılabilir ama Türkçede “pişirme” sözcüğü yalnızca bu sürecin ısıtma kısmını karşılıyor. Mutfak işlerinde istediğiniz kadar maharetli olun el mikseriyle bir şey pişiremezsiniz.
  • Sayfa 156’da genç yaşta kendini öldüren Lasse için “merhum” denilmiş ancak “merhum” sözcüğü Müslümanların ölüleri için kullanılıyor. Yeri gelmişken küçük yaşta ölenler için “vefat etti” denilmesi bile bana tuhaf geliyor. Herhalde yaşlılar daha çok Arapça sözcükleri kullandıkları için gençlere yakışmıyor bunlar. İnsanın vefat edebilmesi için en azından bir elli yıl yaşaması gerekirmiş gibi geliyor bana.
  • Kitapta ayakta binilen ve kaykay gibi tek ayak kızağın üzerindeyken diğer ayak ile itilen basit bir kızak türü için “tekme kızak” tabiri kullanılmış. İsveççesi sanırım “sparksläde”, İngilizcede ise “kicksled” diye geçiyor. İngilizcede “kick” sözcüğünün geniş bir anlamı var ancak Türkçede “tekme” dediğiniz zaman akla gelen şey bu değil. “Tekme kızak” denildiğinde kızağın ayakla itildiği anlaşılmıyor. Başka yerlerde de kullanılıyor sanırım ancak daha uygun bir karşılık bulunsa daha iyi olabilirmiş. Eğer bulunamıyorsa en azından diğer dillerdeki gibi bileşik yazılabilirmiş.

Bu birkaç not kesinlikle çevirinin güzelliğini gölgelemiyor. Yonca Mete Soy İsveççe aslından son derece başarılı bir çeviri yapmış. İngilizce, Almanca, İspanyolca gibi diller dışında yetenekli çevirmenlerin olduğunu görmek çok güzel. Biliyorum ki yayınevleri bu tür dillerden bir kitap seçerken akıllarının bir köşesinde “Acaba bu kitabı kime çevirteceğiz?” sorusu yatıyor. İsveççe konusunda bu düzeyde bir çevirmenin olduğunu bilmek onların da elini rahatlatacaktır.

Çalınan, temel meselesinde soru işaretleri içermekle birlikte kurgu olarak son derece başarılı bir roman. Baştan sonra kadar gerilimini hiç yitirmeyen bir polisiye havasında. Özellikle Kuzey Kutbunun büyülü doğasını, rengeyiklerini ve Samileri merak edenlerin kaçırmamasını tavsiye ederim.

Burak Kaya hakkında 135 makale
Müzisyen, yazar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.