“Tarihi Yargılıyorum”, tarihin nasıl yazılıp algılandığı üzerine yazılmış bir kitap. İki bölümden oluşuyor: “Tarih ve Totalitarizm” ve “Tarihi Yargılıyorum”
Yazar, kitaba daha çok “belkili” bir yaklaşımla eğilmiş. İki ana başlığın alt başlıklarıysa oldukça çok. Plan da bu alt başlıklarla yürütülüyor. Planda herhangi bir sıralama yok. Daha önce alınan notlar bu alt başlıklarda anlatılmış; kronolojik bir sıralama izlenmiyor.
Kitapta öyküleyici, açıklayıcı, tartışmacı anlatımlar kullanılmış. Düşünceyi geliştirme yollarındaysa örneklendirmeye, tanık göstermeye-alıntı yapmaya, sayısal verilere, kanıtlamaya, karşılaştırmaya başvurulmuş. Özellikle de örneklemeye çok yer verilmiş. Bu zenginlik de kitabı soluksuz okunur kılmış.
Yapıtta özellikle gözlemci bakış açısı egemen.
Kitapta başvurulan kaynaklar alt alta sıralanmış ve tam beş sayfa tutuyor. Kaynakça, 158 sayfalık bir kitap için oldukça fazla! Gündüz Vassaf, tarih konusunda çok iyi araştırma yapmış, çok okumuş. Zaten kaynakçaya bakıldığında bu hemen anlaşılıyor. Kaynakçada Türkçeye çevrilmemiş kitaplar da var. Yazar, yazıldığı dilden okumuş bunları. Kendi mesleği dışında farklı bir disiplin üzerinde duran biri için olağanüstü bir birikim bu. Öyle böyle değil.
Vassaf, yazdıklarını ilk kez duyacağınız ilginç örneklerle zenginleştirmiş. Konuya bir de akıcı, duru, yalın üslup eklenince kitap bir solukta okunuyor. Özellikle tarihe ilgi duyanların, tarih bölümünde okuyan gençlerin, dersinin renkli geçmesini isteyen öğretmenlerin, tarih bilinci oluşturmak isteyen herkesin okuması gereken bir kitap olmuş “Tarihi Yargılıyorum”.
Gündüz Vassaf, anlatımında birinci çoğul kişi ağzı kullanıyor. “Biz” diyor anlatırken. Bu “biz”, içinde Türklerin, Türkiye’nin de olduğu tüm insanlıktır.
“Tarihi Yargılıyorum”, Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları, 2007, İstanbul.
Editör: Kıvanç Koçak,
Kapak: Hakkı Mısırlıoğlu.
Kitabın sonuna bir de insanın ve dünyanın evriminde önemli ilkleri içeren notlar düşmüş yazar. Bu ilklerin günümüzden kaç yıl önce oluştuğuna ilişkin… Her kitapta olan ön söze yazar, bir de hiçbir kitapta rastlamadığım son söz eklemiş.
Okuyucunun tarihe bakışını değiştirecek sorular soruyor Gündüz Vassaf. “Hangi tarih” sorusu bile tarihe bakışı değiştirecek özellikte. Okuyanı sarsıyor. “Tarihi yapanlar değil, yazanlar oluşturur.” gerçeği tokat gibi iniyor okuyanın yüzüne. Sadece tarihe farklı bakmayı değil, kendimize de farklı bakmayı salık verir Vassaf haklı olarak. Kitap, elbette bir tarihî kaynak değil. Dayatılanların sorgulanması konusunda bir psikoloğun entelektüel duyarlılığı! Bu içtenlik, okuyana inandırıcı geldiği gibi yazara da büyük güven duyulmasını sağlıyor. Ama yine de yazarın bu duyarlılığı, kimi zaman aşırıya kaçtığı için de “o kadar da değil” düşüncesini doğurmuyor değil.
Yazar, yanlı ve resmî tarihçilerden yakınıyor haklı olarak. Kendi tarihlerini, istedikleri yerden başlatıp işlerine gelmeyen tarihlerini de yok saydıklarını belirtirken buna örnekler de verir. Örnekleri okurken şaşırıyor insan. Verilen her örnek, anlattıklarını destekliyor. Bu nedenle de anlatılan hiçbir şey havada kalmıyor.
Söz gelimi, “Bugün Ruslara” İlk Rus devletini kim kurdu?” sorusunu soracak olsanız verecekleri “Slavlar” cevabının yalan olduğuna inandırmakta zorluk çekersiniz.” ve “Çin tarihini han’ların tarihinden ibaretmiş gibi yazanlar da aynı konumda.” diyerek tarihi gerçeklerin nasıl göz ardı edildiğinden yakınır. Bu da tarihin tek yazanı yok demektir.
Gündüz Vassaf, sürekli olarak geleceğin tarihçilerini düşünüyor:
“Geleceğin tarihçilerine, hiç olmazsa dünyalı olmaya başladığımız bir bilincin ipuçlarını verelim.”. Güzel temenni… Şunu da söylüyor ayrıca:
“Gelecekte tarihçilerin hakkımızda ne yazacağının cevabı, geleceğimizin olup olmayacağına da bağlı!”
Yazarın kaygısıdır geleceğin tarihçileri.
Bugünden geleceğin tarihçilerini belirlemeye çalışmak, onlara yol göstermek yanlış olmasa da ne kadar doğru? Her toplum, ürettiği koşullarda kendi tarihçisini de yaratır. Sorumluluğunu bilen tarihçilere kaygı duyulmaz. Bugünün ve geleceğin tarihçisi utanma duygusunu ve vicdanını korusun yeter. Hepsi bu! Ona şimdiden öğütler vermek, bir şeyler bırakmak endişesi yersiz. O, gerçeğin izi olacaksa kendinden önce yazılanları, anlatılanları eleğinden geçirmedikten sonra onlara hep kuşkuyla bakacaktır zaten. Elini yalnızca taşın altına değil; vicdanına da koyup olağanüstü bir dürüstlük göstermeli.
Kaldı ki geleceğin tarihçileri arasında yine resmi tarihçiler olabileceği gibi toplumun kendi iç dinamiğinden çıkacak tarihçiler de olacaktır. Nesnel tarihçi, geçmişin masallarını da gerçeğini de ayırt edebilir, etmeli. Tarihçi, gerçeğin tanığı, doğrunun yanında olduğu sürece saygınlık kazanacaktır.
Vassaf, bir tarihçinin öznellikten uzaklaşmasının çok zor olduğu gerçeğinin de altını çizer. Bunu sorgularken verdiği örnek de çok çarpıcı:
“İstanbul’un alınmasına biz fetih derken diğer tarihçi istila der.”
Tarih yazanların gerçek anlamda tarafsızlıklarının neredeyse olanaksız olduğunu belirtip Kerbela Olayı’nda da Hüseyin yanlısı bir tarihçinin öznellikten kurtulmayacağına dikkatimizi çeker. Bu konuda haklı, haklı çünkü bir yerde nesnellik yok edilmişse orada “tebdl-i kıyafet”le gezen “küreselleşme” dediğimiz. tekelci emperyallerin ideologları, tarihçileri at koşturur. Yazar, çareyi tarih yazımının demokratikleşmesinde arar.
Kitabın ön sözünde E.H. Carr’ın “Tarih Nedir?” adlı eserinden bir cümleyi aktarmış:
“Tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın.”
Gündüz Vassaf, bu gerçekçi özdeyişi ön söze alarak dürüst tarihçi olmadan tarihin varlığından söz edilmeyeceğine işaret eder. Artık, tarih, bu tarihçinin yazdıklarıyla okunacaktır çünkü. Bu okunanlar da bir yerde yazanın onuru ya da onursuzluğu olacaktır. Okurun gözü olan tarihçiye dikkat çekerek çok yerinde ve çok önemli bir noktaya değiniyor.
Yine de İbn-i Haldun ve Marks tarihçiliğinden söz etmemek bir eksiklik. Geleceğin tarihçilerinin bizi nasıl anlatacağından endişe ediliyor, yanlı tarihçilerden söz ediliyorsa İbn-i Haldun ve Marks tarih anlayışı da anlatılmalıydı. İbn-i Haldun’un tarih yazıcılığında gerçekleştirdiği devrimden, onun tarihin kökenini ekonomik ve sosyal gelişmelerde aradığını, bunu yaparken de nedenselliği bu iki kavram üzerinde çözümlediği de belirtilmeliydi.
“Tarihî süreç, ekonomik bir savaştır. Tüm tarih, sınıf çatışmalarının tarihidir.” diyen Marks’ın tarh anlayışı mutlaka verilmeliydi. Tarihsel önemi olağanüstü olan bir isim zikredilmeden anlatılan tarih, elbette eksiktir. Yine de bunu Gündüz Vassaf’ın içtenliğine inanarak gözden kaçmış diye algılamak gerekir çünkü Gündüz Vassaf’ın dürüstlüğünden, insan odaklı entelektüel duruşundan asla kuşku duyulmaz.
Yazarın üstünde durduğu bir konu da ülkelerin olmayan bir tarihi oluşturma kaygısı içinde olmalarıyla ilgili. Yazar, bu konuda yerden göğe haklı. Bu tıpkı Batı’nın “Uygarlık bizle başlar.” yalanına benziyor.
“Tarihi Unutturan Devletlerle Devrimler” başlığının ilk cümlesinde “Tarih yazmakta iki deneyimim oldu. Biri Türkiye’de psikoloji tarihi, diğeri annemin hayattı.”
Birinin hayatını yazmaya biyografi denir. Gerçi daha sonraki cümlede bunun doğrusunu yazmış. Türkiye’de biyografi ve otobiyografi yazmanın yok denecek kadar az olduğunu söyleyerek ama yine de cümle şöyle olmalıydı:
“Tarih yazmakta bir deneyimim oldu o da Türkiye’de psikolojinin tarihi.” ardından da “İlk biyografi yazımda annemi anlattım.”
Sonra yazar, “Babürname” için ilk günlük diyor. “Babürname” ilk günlük değil, anıdır. Babürşah, bu kitabında, hayal kırıklıklarından, yitirdiklerinden, yaşadığı ihanetlerden, savaşımlarından söz eder. Günlüğün ilk izleri, Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” sinde görülse de edebiyatımızdaki ilk günlük Direktör Ali Bey’in “Seyahat Jurnali”dir. Günlük ve anı türleri ne kadar benzerlik gösterseler de iki ayrı disiplin kabul edilir edebiyatta. Yine aynı başlığın altında “Mahabarata” ya efsane diyor yazar. “Mahabarata” efsane değil, Sanskritçe yazılmış bir Hint destanıdır. Efsane ile destan da ayrı türdür.
“Toplumun kırılma noktalarından, darbelerden sonra geçmişi başka senaryolarla yazma siparişi verilen tarihçiler, terzilerden pek farklı değil.” diyor yazar. Gerçekten de terziler de sipariş üzerine çalışır ve yazarın dediği gibi “ Müşterisini olduğundan zayıf gösterebilir, zarif ve görkemli de.” Gündüz Vassaf, aslında tarih aldatmacalarından dem vuruyor.”Fransız Devrimi’nin etkisiyle Hollanda’da kurulan Batavya Cumhuriyeti, tarihin ancak bir dipnotu, adını günümüzde Hollandalılar bile bilmiyor.” Böylece toplumun egemenlerini memnun etmek isteyen tarihçilere yeni bir sıfat eklenmiş oldu Vassaf sayesinde: terzi tarihçi. Çok da yerinde, çok da güzel bir benzetme!
“Şimdi yazacaklarım, henüz kitabı yeni okumaya başlamış birçok okuru belki kızdıracak; kitabı ellerinden atmaya yöneltecek.” dedikten sonra Cumhuriyet’ ilk yıllarında Atatürk’ün “tarih tezi” nden ve “Güneş Dil Teorisi” nden siparişini alan sil baştan tarihçilerimizin bir millet yaratabilmek için kimliğimizin adresini değiştirdiğinden yakınır.
Halil İnalcık anlatır: “Atatürk, DTCF’yi tarih tezinde ileri sürülen görüşleri ispatlamak için kurdu. Açılışta ilk dersi Afet (İnan) Hanım verdi. Derste Atatürk de hazır bulundu. Tezin esası şuydu: Orta Asya’da bir deniz vardı, kuraklık yoktu ve orada ilk medeniyet Türk ırkı tarafından kuruldu. Orada kuraklık başlayınca Türkler dünyanın dört bir köşesine yayıldılar, gittikleri yere medeniyet götürdüler. O dönem bir heyecan ve misyon dönemiydi ama zamanla aşırı görüşlerden sıyrıldım.”
Vassaf, sanki bu “Tarih Tezi” ve Güneş Dil Teorisi”nin çok yazılıp çizildiğini ama bunlardan sonradan vazgeçildiğini bilmiyor mu? Yanlış olanın üzerinde ısrar edilmemiş, hemen vazgeçilmiş. Yanlıştan dönülmeseydi, insan kızar ancak. Kaldı ki Halil İnalcık da bunu belirtiyor. Aşırı görüşlerden sıkıldığını belirtiyor ve daha sonra bu iki tezden de vazgeçiliyor.
Ömer Naci Soykan diyor:
“Atatürk’ün tarihteki diğer büyük adamlardan önemli farkı, yanlışını görüp diretme gücü olduğu halde ondan vazgeçmesidir.” dedikten sonra onun önceleri anlaşılmaz öz Türkçe kullandığını kısa ömrünün sonlarına doğru bunu bıraktığını belirtir.
Yanlıştan vazgeçilmiş ama Batı, hâlâ “Medeniyet Batı’yla başlar.” yalanında ısrarlı. Halil İnanlcık sıkılıp yanlışlardan sıyrıldı ama Hegel, bu konuda yanlışına hep sadık kaldı.
“Terzi Tarihçiler” alt başlığında “ABD’de Şükran Günü’ü, her dilden ve her dinden insan bir araya getiren bir en büyük tatil. Unutturulan, Kuzey ve Güney Amerika’da en az 40 milyon Kızılderilinin kırım ve katliamlarla 10 milyona inmiş olması. Kızılderili tarihi anlamsızlaştırılarak da unutturulmuş. Soykırıma uğratılan Cherokeeler, otomobil markası; Apacheler de askerî helikopterlere isim olarak veriliyor. Ulusların kuruluş öykülerinin günün koşullarına göre uydurulduğunu, değişen gerçeklere göre tarihlerine çeki düzen verip geçmişlerini algılamalarını değiştirmelerinin şaşırtıcı değil, sıradan olduğunu görürüz.”
Yazar çok ilginç ve doğru bilgiler vermiş. Gerçekten de ABD, katlettiği Kızılderili kabile adlarını otomobillere, helikopterlere veriyor şirinlik muskası olarak. Onları mazlumlaştırıp geçmişi unutturmak istiyorlar. Adorno, Minima Moralia da der:
“Mazlumların şahaneleştirilip yüceltilmesi, onları mazlumlaştıran sistemin yüceleştirilmesinden başka bir şey değildir.”
Sinsi, hain, çirkin, ikiyüzlü, çıkarcı düşüncelerle bunlar da tarih yazıyorsa diğer tarihçiler, inadına gerçeği, doğruyu yazmalı. Adamlara katliam yap, sonra adlarını otomobile, helikoptere ver yanaklarından fiske alırcasına. Onları mazlumlaştırırken bile kendi sistemini egemen kıl! Pes!
Gündüz Vassaf, sonra “Nazım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip uzak Asya’dan’ diye başlayan mısrası Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihinin özeti” diyor. El insaf! Bunu üstelik Nazım Hikmet için söylüyor. Nazım Hikmet ve resmî tarih(!) Nazım Hikmet, Türklerin zaman içinde nereden nereye geldiklerini bilmeyecek ve bu konuda resmî tarihten hareket edecektir(!) Bu, onun tarih bilincini yok saymaktır. Resmî tarihi meşrulaştıracak, yasallaştıracak son kişidir Nazım Hikmet. Vassaf, uçlarda oynamış. Yurt bulmanın, edinmenin güzelliğini dillendiren dizeye de Nazıma da haksızlık etmiş.
“Güney Afrika” adlı yazıda verdiği örnek, insanın kanını donduruyor. Afrika’ya demir yolu döşendikten sonra 19. yüzyılın başında sanayi devriminin en güçlü simgesi lokomotifleri, Batılıların neden beyaz boyadıklarını okuyunca insan utanıyor.
Vassaf, bitmeyen tarihî yalanlara çarpıcı örnekler veriyor yine: “Hollandalılar, Afrika’da yerli halkı yok sayarken Yahudiler de yeniden yazıp imal ettikleri tarihlerinde, Filistin’i de boş bir ülke olarak gösterdiler.” Yalan üstüne yalan!
“Ta ki 1998’de arşivler açıldıktan İsrail’in ‘Yeni Tarihçileri’ diye adlandırılan Benny Morris gibi tarihçilerle Ahoron Cohen gibi politikacılar, yalanların aksini kanıtlayan belgelerle karşılaşıncaya kadar. Lydda’daki etnik temizlemelerin ortaya çıkması, İsrail’in resmî tarihini bir çırpıda tehlikeye düşürdü, eleştiriye açıverdi.” Yalanlar, eli öpülesi nesnel bir tarihçi ve bir politikacının dürüstlüğüyle yok ediliyor. Vassaf sayesinde bu bilgiye tanık oluyor çoğu kişi de. İyi bir araştırmanın, çok okumanın örneğidir Gündüz Vassaf. Sonra da duyduğu bir cümleyi ekler:
“Tarih, gerçeklerden zarar görecek kimsenin kalmamasıyla gün ışığına çıkar.”
Tarih yazmanın zorlu bir uğraş olduğunu, başka hangi düşünce böyle güzel açıklayabilirdi? Tarihin tek yazanının olmayacağı gerçeği ne güzel dillendiriliyor. Örnekler bol Vassaf’ta:
“Uygarlığın doruk noktasında üstünde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu, savaş galibiyetinden sonra Çin’e zorla afyon satıp insanları afyona alıştırarak 20. yy. da mafyanın faaliyetlerine örnek teşkil ediyordu.”
Bu çirkinliğe, “Kimilerinin anlı şanlı diye baktığı tarihler, başka bir bakışla baştan aşağı bir suçlar silsilesi.” diyerek emperyal güçlerin çirkinliğini ve onların arsız tarihçileri eleştirir. Bu elbette ilkin tarihçinin ayıbıdır sonra emperyal güçlerin. Bu güçler ekonomik olarak dara düştüklerinde geri kalmış ülkelerin yer altı zenginliklerini gaspeder ya da kendi ürünlerini satın almaları için onlara şiddet uygular. Kendilerine bağımlı kalsınlar diye de hiçbir çirkinlikten çekinmezler.
İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiklerinde kendi kumaşlarını rakipsiz kılmak için Hint dokuma sanayisinden bazılarına göre 40. bin bazılarına göre 200.000 bin ustanın parmaklarını kesmişler. Bu insanlık dışı eylemi, onların tarihi yazmaz. Keşke Vassaf, binbir renkli cennet yansıması kumaş dokuyan Hintli dokumacıların kesilen bileklerini de yazsaydı.
Keşke Gündüz Vassaf, Anadolu’nun işgaline karşı çıkarak savaşmak istemeyen “Ben kardeşime kurşun sıkmam.” diyen 200 sosyalist Yunan askerinin Yunan Krallığı tarafından kurşuna dizilmesini de yazsaydı.
Keşke yazar, Fransızların Cezayir’deki Setif ve Guelma katliamında 45.000 Cezayirliyi katletmesini de yazsaydı.
Keşke Amritstar Katliamı’nı da, Kongo’da Belçika Kralı 2. Leoplod’un 10. milyon insanın hayatını yok ettiğini, keşke 1947’de bağımsızlık mücadelesinde binlerce Endonezyalının Hollandalılar tarafından katledildiğini de keşke Ruanda ve Burundi’deki katliamları da yazsaydı Sayın Vassaf.
Batı, kanlı sömürgeci geçmişini unutturup tarih yazıyor ve utanmadan da “Uygarlık bizle başlar.” diyor. Sayın Vassaf, konu katliamlardan açılmışken bu katliamlar üzerinde daha çok durmalıydı. Tarihin yalancılarını, yalancı tarihçilerini daha çok eleştirmesini beklerdim. Verdiği örnekler az değil ama bu yazdığım katliamlar da bu katliamlarda ölenler de az değil. Yazıldıkça çirkinlikleri daha çok duyulsun diye uzun uzun yazsaydı.
“Totaliter bir toplum, kahramansız var olmaz.” diyor yazar kitapta. Düşünmeyi, sorgulamayı bilmeyen toplumlar gerçekten de kahraman bekler. “Benim yerime o düşünür.” kolaycılığı değilse bile biat etmenin, sorgusuz sualsiz teslimiyetin kanıtıdır bu. Oysa destanlar dönemi çoktan sona erdi. “Kahramanlar aynı zamanda totaliter yönetimler için vazgeçilmezdir.” diyen Vassaf, yerden göğe haklı. Bu konuya da Galileo’nun özdeyişini eklemiş:
“Ne yazık kahramanlara ihtiyacı olan ülkelere!”
Eski Yunan tarihinde “Kahramanlar Çağı” diye tarihçilerin adlandırdığı bir dönem dahi varmış. Gündüz Vassaf diyor: “Churchill, beş İngiliz askerinin ölümüne karşı, çoğu silahsız 7.000 Sudanlıyı katletti Omdurman Savaşı’nda.”
Kahramanlığa bakar mısınız? Kana susamış bir adamdır Churchill. Vassaf anlatır:
“Akdeniz’de bir yatta Churchill dolanmaktadır. Yatta İngiltere Başbakan’ının karısı Lady Asqith de bulunmaktadır. Lady, manzaranın güzelliğine bakıp “mükemmel” deyince Churchill bakın nasıl karşılık verir.
“Evet, atış menzili mükemmel, görüş mükemmel, yatta silahımız olsa şimdi ne güzel bombalatırdım.”
Bakış açısı denilen şey bu olsa gerek. Kim ne biriktirirse onu kusuyor ve bu adam sözüm ona kahraman(!) “İngiliz İmparatorluğu’nun en büyük yenilgisinin sorumlusu olarak Churchill’s Folly diye bilinen Çanakkale Savaşı’yla tarihe geçecekti. Nedir ki İngiliz halkı ilk seçimlerde onu emekliliğe sevk etti.” der Vassaf. Budala kahraman ya da Churchill budalalığı!
“Kimlerdensiniz” alt başlığı tam bir anı ve örnek deposu. Okuyucu burayı çok severek okuyacak. Hem anı ve örnek çok hem de konuşur gibi bir üslup var.
“Kimlerdensiniz” başlığını görünce şu öykücüğü (anekdot) yazmak istedim
“Nerelisin, sorusu literatüre girmiş en ayrılıkçı, en bedbaht sorudur. Ha soran olursa, ben dünyalıyım.” (İbn-i Haldun)
“Ulusal tarihimiz biraz da birbirlerine âşık olanların yarattıkları geçmiş gibi” der Vassaf. Şimdi ulusal tarihimizle âşık olanların yarattığı geçmişi aynılaştırmak kimin aklına gelir? Aşk ve tarih… Vassaf’ın incelikli bir benzetmesi.
Vassaf, sayesinde herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde okutulan ulusal tarihin o ülkede doğup büyüyenlerle ilgisinin sınırlı olduğunu öğreniyor; artık, tarih kitaplarında birbirlerinden çok farklı insanların yaşadığı bir Avrupa’nın vurgulandığına tanık oluyoruz. Asya’da Japonya, Avrupa’da İzlanda saf kalmış. “Bu ülkelerde ulusal tarihin geçerliliği var.” diyor yazar.
Pazar nerede kurulursa insanlar da orada olur. Avrupa, birbirlerinden çok farklı insanların yaşadığı coğrafya artık! ABD zaten öyleydi. Gurbetin de yerinden yurdundan terk ettirilen insanların da tarihi de olmalı. Gerçek tarih yazmasa “fi tarihi”nde kaybolup gidecek bu insanlar. Avrupa onları asimile etmeden biri yazmalı fi tarihine yazgılı bu insanları!
Eric Hobsbawm’dan yapılan alıntı, bazılarını hayli kızdıracak türden:
“Haşhaş tohumu nasıl afyon müptelasının hammaddesiyse milliyetçi, köktenci ideolojilerin oluşmasında tarih, aynı işlevi görür. İstediklerini tarihî kaynaklarda bulmazlarsa uydururlar.”
Uydurulmuş tarih, her zaman, her coğrafyada görülmekte. Oysa yapay güç ve tarih, hiçbir ulusa değer katmaz; aksine onların zayıflığını vurgular. Gündüz Vassaf, müthiş benzetmeler yapar yalancı tarihçiler hakkında: değer yargılarının noteri, güç ilişkilerinin cambazı, egemen düşüncenin el fenerleri…
“Babamın Sesi”nde Vassaf’ın hüznünü duyumsuyorsunuz. Kayıp giden bir tarihin kendi çevresindeki son sesini bir daha duyamamak… “ Son duyduğum Osmanlı sesi, 2006’da ölen Sultan Abdülmecit’in kızı Cemile Sultan’ın torunu, yengem Behrement Sertel’e aitti.” diyor Gündüz Vassaf. İç burkan bir sessizlik!
“Gandhi için ‘barış savaşçısı’ tabirini kullanırken seçtiğimiz kelimelerde hepimiz, savaş kültürümüzü pekiştirmiyor muyuz?” deyip savaşların üstünde durarak da savaşların engellenemeyeceğini vurgular:
“İnsanda sağlıklıyı yeşertmenin yolu güzelden, sağlıklıdan söz etmekle mümkün, tersi değil.” Bir başka sayfada ise “Vahşetin üstünde dura dura patolojik bir huyumuz gelişmiş.” der.
Oysa savaş anlatılarak barışın güzelliği vurgulanır. Savaşı anlatmak, savaşa güzelleme değildir; bu, savaşın tahribatını, yaşattığı çirkinlikleri dillendirmektir. Savaşın tahribatı anlatılarak barışa çağrı yapılır. Bir şeyin zıddından hareketle diğerinin paha biçilmezliği gözler önüne serilmektedir aslında. Çirkin olan izlenirken, okunurken güzel olana duyulan özlem, yepyeni bir bilinçle zalim, nahak, ikiyüzlü, savaş yanlısı insanların olmadığı barışçıl bir dünyanın kapısını aralamaz mı?
Savaşı anlatmak, savaş çığırtkanlığı yapmak değil; savaşın çirkinliğini vurgulamaktır. “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını okuyan biri, savaşın korkunçluğunu, insanların savaşta nasıl ezildiklerini görüp barışın yaşamı dönüştürücü gücüne saygı duymaz mı? Sayın Vassaf, bu konuda en azından edebiyata haksızlık ediyor.
Bize anlatılmayan bir tarih var. Çoğunu ilk kez duyduğumuz örneklerle veriyor yazar. Gerçekler saklandığı için bunun derdini çeken yazar, tarihin bilinçli olarak çarpıtılmasından söz eder. Yanlı tarih, yaşamı boğazlar çünkü. Tarihi ve tarihçiyi anlamanın yolu onlara bilinçli sorular sormaktan geçtiği için eşsiz sorular, tarihi de tarihçiyi yargılar. Gündüz Vassaf, “ABD ile Sovyetler arasında savaş çıkmamasını ikisinde de nükleer silahlar olmasına borçlu olduğumuzu profesöründen en saygın devlet adamına kadar söylemeyen kalmadı. Onlara saçmaladıklarını kimse söylemedi. Tarihimizde bu tür silahlar yokken de yaşanan barış dönemlerini, nükleer silahların varlığına borçlu olmadığımızı kolaylıkla göz ardı edebiliyoruz.” derken yine değerli bir sorunun tartışılmaz gücüne gönderme yapar. Hemen her şeye inanıyor, kabulleniyoruz çünkü. Silah tüccarlarının hoşlanmayacağı bir gerçeğe parmak basmış Vassaf, “Barış için silah” yalanını gözler önüne sermiş.
Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin Hristiyanlar arasına katılmasına duyulan tepki dinî değil, siyasal ve kültürel kaynaklı. Yoksa 20.yüzyılın sermaye ve iş gücü göçleriyle, dinlerin uyuşmazlığı çoktan sona erdi, dedikten sonra yakıcı bir gerçeği belirtir:
“Küresel sermayede her dinin parası var.”
Bomba etkisinde bir gerçek! Vassaf, gerçeğe ışık tutuyor.
Yazarın tarihle ilgili şu cümlesi ayrı bir güzellikte:
“Yüzümüz kızarma özelliğini kaybetmedikçe tarihimiz de yüz kızartıcı olmayabilir.”
Vassaf, geleceğin tarihçileri hakkında endişelenmesi yersiz demiştim. Bu oldukça açık, anlaşılır, muazzam cümleyi tarihçiler, kendilerine kıble yapsınlar yeterli. Sayın Gündüz Vassaf endişelenmemeli. Tarihçi, etik değerlerini kaybetmedikçe içimizde geçmişe dair oluşmuş karanlığı aydınlatıp yalanlardan arındırdığı için tüm insanlığı ve tarihi onurlandırır. Gündüz Vassaf’ın yakındığı, karanlıkta kalmış ya da unutturulmuş olanı gün yüzüne çıkarmak da bir onurdur ayrıca. Tarihçinin ve araştırmalarının onuru… Yüzü hâlâ kızaran tarihçilerin tarihî çabalarının onuru… Tarihçin kendine saygı duyması; doğruyu, gerçeği, nesnelliği karanlıktan aydınlığa çıkarmasından başka bir şey değildir.
“Savaşta ne yaptın baba?” alt başlığı, aynı zamanda kitabın en trajik sorusudur? Vassaf’ın bu sorusu, bir çocuğun sorusu olarak yakıp geçiyor insan olanı. “Öldürdüm!” diyebilecek midir bir baba çocuğunun saçlarını okşarken ya da “Utanıyorum!” mu diyecektir gözlerini kaçırıp? Her iki yanıt da çocuğun dünyasını yıkarken babanın boğazladığı yaşamlar, çocuğun saf dünyasını kirletecek, boğazlayacak, boğacaktır. Hiçbir çocuk cellat babası, hiçbir kadın cellat kocası olsun istemez.
Kitap, bu soru ve savaş babalarının yanıtlarını duyumsamak için bile alıp okunmalı? Baba sen savaşta ne yaptın? Trajik, çok trajik bir soru? Ama keşke bu soruyu duygusal açıdan biraz açabilseydi yazar. Tam da yeriydi. Savaşın ve susan babaların çirkinliği, okuyanı çok etkilerdi.
Gündüz Vassaf, Nürnberg yargıçlarından Drexel Spreceher’den alıntı yapar:
“Masum birini öldürme emri alan askerin kafasına silah tutulana kadar emre karşı çıkması gerekir. Gene de cinayete suç ortaklığından mahkûm olabilir.”
Hiçbir savaş suçlusu ve savaştan dönen baba, Yargıç Drexel Sprecher’in yargılamasından kurtulamayacaktır.
Yazar, “Aramızdan kaç kişi, kendi türümüzün, homo sapiens sapiensin yaşını bilir? Kaçımız Dünya’nın, Ay’ın, Güneş’in yaşını, Güneş sistemimizin kaç yıl sonra öleceğini, evrenin % 90’ının hâlâ ne olduğunu bilmediğimiz, anlamadığımız, göremediğimiz bir boşluğu dolduran kara madde ve kara enerjiden oluştuğunu biliriz?” diyor. Sonra ekliyor;
“Her 10 Kasım’da Türkiye’de hayatın durmasını, İngilizlerin Kraliçelerinin doğum gününü çay partileriyle kutlamalarını… asla unutmazken varlığımızın bizatihi özüyle ilgili tarihler hakkında öylesine az bilgimiz var ki.”
Yazının akışına oturmayan sırıtan bir örnek! Kraliçenin doğum günü bilemem ama emperyalizme karşı gelip bir ulus yaratmış birinin ölüm saatini bilmek, patalojik bir geleneksellik değil; olsa olsa kuruluş değerlerine saygıdır. Bir psikologdan, emperyalizmi lanetleyen bir aydından böylesine beklenilmeyecek bir örnekle karşılaşmak üzücü çünkü “varlığımızın özüyle ilgili tarihleri bilmemek” 10 Kasım’daki 1 dakikalık saygı duruşu ile ölçülmez.
Sonra Vassaf, birkaç yerde “psikiyatrist” sözcüğünü kullanmış. Oysa TDK’ye ve Dil Derneğine bu sözcüğü yazdığınızda sizi “psikiyatr” sözcüğüne yönlendirir. Bir psikoloğun bunu bilmemesi şaşırtıcı!
Gündüz ön sözde her ne kadar umutsuz olsa da son sözde umudu hâlâ korumadan yana. Bir solukta okunacak kitap yazmış. Okunmalı, okutulmalı.
Kitaptaki yazım, noktalama yanlışları ve anlatım bozuklukları:
- “Tarihe geçmek arzusu benzer bir şey olmalı; iyi bilinmezsek hiç olmazsa kötü şeyler söylenmesin.”(s.16)
Bir sıralı cümlenin herhangi bir cümlesinde virgül yoksa araya “noktalı virgül” değil,” virgül” gelmeli. - “İğneyi başkalarına batırmadan önce çuvaldızı kendimize sokalım.” (s. 21)
Bir atasözünün yapısı neyse öyle kullanılır, kelimelerin yeri değiştirilmez. Bir sözcüğünün yerine aynı anlamda da olsa başka sözcük kullanılmaz. “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.” Bu arada atasözü farklı iyelik ekleri ve eylem de farklı kişi eki alabilir “ kendimize, batıralım” ama “batıralım” yerine “sokalım” denmez. - “… siparişini alan silbaştancı…” (s.21)
“sil baştan” ayrı yazılır. - “… kendilerine vaadedilmiş topraklar…”(s.25)
Vaadetmek değil, vadetmek diye yazılır. “…kendilerine vadedilmiş topraklar…” - “Tokyo Mahkemelerinde Japonların ancak…” (s.31)
Bu cümlede “mahkeme özel bir ada dâhil olmadığı için küçük yazılmalı. “Tokyo mahkemelerinde…” - “saf be saf” (s.31)
“saf be saf” bitişik yazılır:”safbesaf” - “… çoğu silahsız 7.000 Sudan’lı…” (s.32)
Özel isme gelen yapım ekleri ayrılmaz: “… çoğu silahsız 7.000 Susanlı…” - “… aynı işlevi görür,” der ve ilave eder: … (s.40 )
“Tırnak içine alınan cümlelerin sonuna uygun noktalama işareti gelir. Bu cümlede eylem var ve anlam tamamlandığı için “nokta gelmeliydi:
“ …aynı işlevi görür.” - “Osmanlıca’nın, İngilice’nin” (s.57)
Dil adları da özel ad olduğu için yapım eki alınca ”kesme” işaretiyle ayrılmaz.
“Osmanlıcanın, İngilizcenin” - “psikiyatrist” (s.47)
Doğrusu “psikiyatr” - “… Pigmelerden, Aborjinlerden, Malezya’da Bateklerden haberimiz… silah ve mikropları yok ettik, kimilerini hilkat garibesi diye teşhir ettik.” (s.48)
İki cümlenin arasında “noktalı virgül” olmalıydı çünkü ilk cümlede zaten “virgül” var. - “Princeton Üniversitesi’nin” (s.50)
TDK’ye göre artık kurum, kuruluş adları ayrılmıyor. “ Princeton Üniversitesinin” olmalı. - Biri çıkıp, “falanca kitapta falanca yazıyor” diye… (S.61)
Bağfiilden sonra “virgül” gelmez. “ Tırnak” içine alınan cümleyse cümle de büyük harfle başlar. “tırnak” içine alınan cümlenin sonuna da gereken noktalama işareti konur. Buraya” nokta” konur:
Cümle “Biri çıkıp “ Falanca… falanca yazıyor.” olmalıydı. - “… savaş kültürümüzü pekiştirmiyor muyuz? Ya da terörizme karşı… savaşın kendisi terörizmken?” (s.79)
Cümle “ya da” bağlacıyla başlamaz. Bu bağlaç, iki cümleyi ya da sözcüğü, söz öbeklerini bağlar. - “Soğuk Savaş döneminde…” (s.82)
Cümle başı olduğu için savaş kelimesi büyük harfle yazılır ama cümle içinde küçük harflerle
“soğuk savaş” olarak yazılmalı. “Soğuk savaş döneminde…” - “Pentagon’daki… ” (s.85)
Kurum, kuruluş adları kesmeyle ayrılmaz: “Pentagondaki…” - “Sonra da, devlet bizi…” (s.87)
Bağlaç olan “de, da” dan sonra “virgül” gelmez. “Sonra da devlet bizi…” olmalı. - “… umut tacirleri birşeylerin…” (s.89)
“Bir şey” ayrı yazılır. - “… sari bir hastalığa yakalanmış gibi ah başımıza neler geldi diye… (s.90)
cümle içinde konuşma varsa tırnak içine alınır ve cümle büyük harfle başlar:
… sari bir hastalığa yakalanmış gibi “Ah, başımıza neler neler geldi!” diye… - “içiçe” (s.90)
“iç içe” ayrı yazılır. - “Dinlerin birarada…” (s.90)
”Bir arada“ ayrı yazılır. “Dinlerin bir arada…” - “Tanrı şöyle değil böyle söylemek istemiştir diye… “ (s.91)
Bu cümle iki türlü yazılabilir:
a. “Tanrı şöyle değil, böyle söylemek istemiştir.” diye…
b. Tanrı şöyle değil, böyle söylemek istemiştir, diye…
Ayrıca ilk cümleden sonra da “virgül” konulmalı. - “… birçoğumuz için tek Tanrılı oldu.” (s.94)
“… birçoğumuz için tek tanrılı oldu.” biçiminde yazılmalı. - “başbaşa” (s.103)
“baş başa” ayrı yazılır. - “…baktımızda kaale bile almaz.” (s.110)
“Kaale” değil “kale”
“… baktığımızda kale bile almaz.” olacak. - “meyva” (s.120)
“Meyva” değil, “meyve” yazılmalı. - “İnsan, tarım toplumuna geçmesiyle vahşileşiyor.” (s.120)
Sanki insanın vahşileşmesi birilerinin tarım toplumuna geçmesiyle oluşmuş ya da insanın tarım toplumuna geçmesiyle birileri vahşileşiyor anlamı var cümlenin. Açıklık yok. Bu da anlatım bozukluğudur. Cümle şöyle kurulsaydı açıklık oluşacaktı:
“İnsan, tarım toplumuna geçmekle vahşileşti. - “… acımasızca yargıladığı insanın ne Tanrı’ya ne de dünyaya layık olmadığını asırlardır söyler dururuz.” (s.126)
Cümledeki ne… ne bağlacı zaten olumsuzluk anlamı veriyor, filimsinin olumsuz olmasına gerek yok: “… acımasızca yargıladığı insanın ne Tanrı’ya ne de dünyaya layık olduğunu asırlardır söyler dururuz. - “işbölümü” (s.129)
“iş bölümü”, TDK’ye göre ayrı yazılıyor, Dil Derneğine göre bitişik. - “işbirliği” (s.129)
“İşbirliği, TDK’ye göre ayrı yazılıyor, Dil Derneğine göre bitişik. - “Kaçımız dünyanın, ayın, güneşin, güneş sistemimizin…” (s.147)
Terim anlamında, gezegen anlamında kullanılan “dünya, ay, güneş” büyük harfle değilse küçük harfle yazılır:
“Kaçımız Dünya’nın, Ay’ın, Güneş’in yaşını, Güneş sistemimizin…”
Not: TDK ve Dil Derneği farklı iki kurum. Benimsediğim kurallarsa Dil Derneğinin kurallarıdır ama gel gör ki okullarımızda TDK kuralları öğretiliyor zorunlu olarak. ÖSYM de TDK’nin kurallarını esas aldığı için ve tüm öğrenciler bu kuraları bilmek zorunda ne yazık ki ben de (istemeyerek) TDK’yi esas almak zorundayım.
TDK: Hristiyan, Dil Derneği: Hıristiyan yazıyor.
TDK’deki bir şaşkınlığa dikkat çekip sözü bitireyim:
“Kırmızıbiber” bitişik, “yeşil biber” ayrı!
Be the first to comment