Batman’da ilkokula gittiğim yetmişli yıllardı. İlkbaharın bitip yazın yaklaştığı günlerde, okulların kapanıp, babamın o yıllarda yeni aldığı Murat 131 marka fıstık yeşili arabamızla, diğer beş kardeşimle birlikte, köyümüze gideceğimiz günü heyecanla beklerdim. Nihayet zamanı geldiğinde, valizler toplanır, annem yolda acıkırsak yememiz için bir şeyler hazırlar ve hemen her sene sabaha karşı, alacakaranlıkta yola çıkardık. Yaz aylarının gün doğumuna doğru hafif üşüten ama sevdiğim tondaki serinliğinde arabaya binip de hareket ettiğimizde, içimi güvenle birlikte tarifsiz bir huzur ve sevinç kaplardı. Sanki gün aydınlandıktan, güneş yükseldikten sonra yola çıksak o denli kuvvetli bir huzur, sevinç ve güven hissetmeyecektim. Bugün hâlâ o saatleri çok severim. Amatör olarak yaban yaşamı fotoğrafçılığı yaptığım için de sık sık o saatlerde uyanır ve çekim için dışarı çıkarım. Belki de yalnızlığı yaşayabileceğiniz en güzel saatler olduğu içindir. En küçük kardeşim, Serdar, ön tarafta annemin kucağında yolculuk yapardı. Geriye kalan beş kişi ise arka koltukta sıkış tepiş, hatta bazen yer yüzünden münakaşa ederek yolculuğumuzu yapardık. Bütün bu sıkışıklığa rağmen yolculuk büyük bir neşe içinde geçerdi.
Evet çocukken köyde olmayı en azından şimdikinden çok daha fazla seviyordum. Hep hatırlamak isteyeceğim anılar biriktirdiğim, kendimi ait hissettiğim bir yerdi. 1700 metre rakımlı, yemyeşil kayısı bahçeleri ve meşe ormanları içinde bir köy yerinde sabaha karşı temiz havada dışarı çıkıp derin bir nefes almak, hele yazın en sıcak günlerinde 1900 metre rakımlı yaylamızda yüzünüze serin bir esinti vurması, benim gibi sıcağı sevmeyenler için en güzel tatil yerinde olmak gibiydi. Daha özgür hissediyordum. Sanırım o yıllarda özgürlükten anladığım köydeyken oynamak için evden çıkış ve dönüş saatlerinin Batman’dakine göre çok daha esnek olmasıydı. Köyümüzde elektriğin olmadığı yıllardı. Yaylamızda ise elektrik halen yok. Yaylamız benim için köyden çok öte ayrı bir öneme sahiptir. Bir zamanlar tek ağacının gölgesinde bin koyunun yattığı, yandığında yangınının bir hafta sürdüğü ağaçların bulunduğu söylenen yaylada o günlerde tek bir ağaç kalmamıştı. Tüm ağaçların kesilerek ya kışın yakıt olarak ya da bölgedeki tüm köylerin kerpiç evlerinin tavan kısmının yapımında kullanıldığı söylenir. Bu ağaçların büyüklüğü konusuna o yıllarda bütün samimiyetimle inanmakla birlikte bugün biraz abartılmış olabileceğini düşündüğümü itiraf etmeliyim. Buna rağmen yayla yemyeşildi, yine dereler akıyordu ve anılar orayı vazgeçilmez kılıyordu.
Yaylada sabahları hemen her gün horozların ötmesiyle uyanır, yayla ahalisinin ise çoktan uyanmış, işleri yarılamış olduklarını görürdüm. Her sabah gün ağarırken uyandığınızda kendisini görmeden önce sesini duyduğunuz, kıl çadırdaki yatağınızdan kalkıp gerinerek ve esneyerek çadırın yanındaki buz gibi suyu olan kaynakta yüzünüzü yıkamak için dışarı çıktığınızda ise kendisini gördüğünüz bir yayla klasiği ile karşılaşırdınız. Başı bizim yöreye ait bir sarıkla örtülü, kıyafetlerinin tamamı siyah, ayaklarında kara lastiklerle ninelerimiz, üç ahşap ayağa bağlı yayığı tereyağı yapmak için bir ileri bir geri çalkalarlardı. Çıkan, çok sevdiğim bir tınıdır. Nedeni basit. Bazen burnunun aldığı bir kokunun insanı uzun yıllar öncesine götürdüğü gibi bu ses de beni o yıllara götürüyor. Biraz ötede ise, küçük bir derenin kenarında, büyükler koyunların yünleri uzadığında onları kırkar, biz çocuklar da çevrelerinde bekler, kırkılan koyunların yünlerinden rüzgârla kaçan olursa onları yakalar, biriktirir ve zaman zaman yaylaya gelen ve geldiğinde de çocukların çok sevindiği, çerçiye verip karşılığında bayatlıkta sınır tanımayan leblebi, kuru üzüm, rengârenk fasulye şekerleri alırdık. Akan derenin önüne çevreden topladığımız taş ve yeşil çimenleri üzerinde ıslak toprak kesekleri ile bir set yapar, suyu biriktirir içinde yüzerdik. Düğme, goge, çember, çelik-çomak, bilye, futbol, yakan top, saklambaç, koşu yarışı, beş taş yaşımıza göre oynadığımız diğer oyunlardı. Yaylada çocuklar olarak vakit geçirdiğimiz bir şey daha vardı ki o işle vakit geçirmeyi özellikle severdim. Biz çocuklar için bir tür oyun olarak görülen bu şeyi sevmemin altında yatan sebebin, emek verip bir ürün üretiyor olma hissi olduğunu şimdi anlayabiliyorum. Kendisini görmemiş ve/veya yememiş olsanız da, sakızını çoğunuzun duyduğunu düşündüğüm bir bitki yetişirdi yaylamızda: Kenger. Kenger, Türkiye’de birçok bölgemizde yetişmekle birlikte, daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizle ilişkilendirilir. Dikenli bir bitkidir. Hem bitki olarak yenen kısımları vardır hem de sakızı yapılır. Burada kengerin ayrıntılarına girmeyeceğim fakat bu bitkiyi hem yemiş, hem de sakızını yapmış biri olarak, bilmeyenler için, sakızını nasıl yaptığımız ile ilgili kısa bir bilgi vermek isterim. Kenger sakızı yapmak için bir çakı, kenger sütü biriktirmek için küçük bir kap (biz çocukken bitmiş şurup şişelerinin, plastik meyve suyu şişelerinin kapaklarını, çay altlıklarını yıkayıp temizledikten sonra kullanırdık) ve bitkinin kökünü ortaya çıkarmak için toprağı kazabileceğiniz küçük, kazma türü bir ekipmana ihtiyaç duyarsınız. Kengerin yetiştiği yere gider, bitkinin kökünü açığa çıkaracak şekilde toprağı kazar ve sonra da bıçakla kengeri, açığa çıkardığınız kök kısmından kesip, üst kısımdaki bitkiyi, eğer yemeyi düşünmüyorsanız, atarsınız. Bu işlemi onlarcası için yaparsınız. Kengerin kökünü bıçakla kestiğinizde, kesilen yüzeyden, bitkinin kırık beyaz renkteki sütünün yavaş yavaş çıktığını görürsünüz. Bir süre bekledikten sonra kökün kesilen yüzeyinde süt, yarım küreye yakın bir şekilde birikir ve hafifçe katılaşır. Bazen süt taşarak kök boyunca aşağı doğru akar ve o şekilde katılaşırdı. Akan kısım toprağa temas edip kirlenmesin diye de kökün çevresine küçük taşlar dizer böylece aşağı süt akarsa taşın üzerinde görece temiz kalmasını sağlardık. Bekleme süresi ne kadar uzun olursa sakız da o kadar iyi olurdu. Genellikle uygulanan süre 1 gün olmakla birlikte bazen kengerleri sabah kesip akşama doğru sütlerini topladığımız da olurdu. Çakınızla hafif katılaşan sütü alıp yanınızda getirdiğiniz kabın içine koyarsınız. Bir kökten birkaç kez süt alabilirsiniz. Kökünü kazdığınız tüm kengerler için bunu yaptıktan sonra, biriktirdiğiniz katılaşmış kenger sütüyle beraber, yaylada sık sık karşılaşabileceğiniz, yerden suyun kaynadığı çok sayıda gözeden birinin yanına gider, sütten parça parça ağzınıza atar ve çiğnemeye başlarsınız. Tadı önce çok acıdır. Bu acıyı almak için çiğner, tükürür, ağzınızı suyla çalkalarsınız. Bunu, acısı gidene kadar defalarca tekrarlarsınız. Evet bir tane sakızınız oldu. Artık ikincisi için bir parça süt daha ağzınıza atabilirsiniz. Bu sakızları her çocuğun sadece kendisi için yaptığını hatırlatmama gerek yok herhalde. Bu arada şehir yerlerinde kavanozlardaki suyun içine koyup sattıkları kenger sakızlarının acısını alıp almadıkları ve/veya nasıl aldıkları konusunda hiçbir fikrim yok. Tabii ki hiç satın almadım. Kenger, sadece gündüzleri zaman zaman iyi vakit geçirmemizi sağlamakla kalmıyor akşamları da sohbetlere konu oluyordu.
Elektriğin olmadığı, dolayısıyla akşamları zamanın, dedelerimizin torunlarını etrafına toplayıp gaz lambası ışığında anlattığı ve sorulduğunda da ısrarla gerçek olduğunu söylediği korku ve kahramanlık hikâyeleri ve ninelerimizin anlattığı, daha çok dram türüne dahil edebileceğiniz acıklı hikâyeler ile geçtiği o yıllarda, kengerle ilgili anlatılan bir de halk hikâyesi vardı. Farklı bölgelerde farklı anlatılmakla beraber, ben bu hikâyeyi size, kendi ninemden dinlediğimiz şeklini esas almak koşulu ile çeşitli yörelerde anlatılanlarla da destekleyerek aktaracağım.
Bir varmış bir yokmuş… Bir köyde bir anne, bir baba ve iki çocukları mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış. Çocukların biri kız biri erkekmiş. Köyde herkes, çok mutlu olduklarından, bu aileye imrenirmiş. Gel zaman git zaman, bir gün çocukların annesi hastalanmış. Hastalığı ağırlaşmış ve köy yerinde yapılabilecekler de sınırlı olduğundan, bir süre sonra anneleri ölmüş. Annelerinin ölümüyle birlikte eski mutluluklarından eser kalmamış. Bir yandan annelerinin ölümüne üzülürken bir yandan da günlük işleri yapmakta güçlük çekmeye başlamışlar. Yemek, bulaşık, çamaşır, köy işleri derken babaları bu işleri yetiştirememeye başlamış. Düşünmüş, taşınmış, bu sorunu çözmek için tekrar evlenmeye karar vermiş. Kısa bir süre sonra da evlenmiş. Evlenmesine evlenmiş ama üvey annelerinin çocuğu olmadığı için çocukları hiç sevmez, onlara düşmanca davranırmış. Çocukları sabahtan akşama kadar çalıştırıyor, en ufak bir hatalarında azarlıyor ve zaman zaman da dövüyormuş. Çocuklar üvey annelerinden korktuklarından babalarına bir şey söyleyemiyor, söyleseler de babalarının kendilerine inanmayacağını düşünüyorlarmış. Hayat çocuklar için böyle devam ederken, günün birinde üvey anneleri iki kardeşi yanına çağırıp, ellerine bir bıçak, bir de torba verip, akşama kadar kenger toplamalarını, çuvalı doldurup getirmelerini istemiş. İki kardeş, abla önde erkek kardeş arkada, yola çıkmış, dere, tepe demeden yürümüş kenger aramışlar. Buldukları kengerleri abla kesiyor erkek kardeşine veriyor, erkek kardeşi de ablasından aldığı kengerleri sırtındaki çuvala koyuyormuş. Hava kararmaya başlayınca, ablası kardeşine artık dönmeleri gerektiğini söyleyip çuvalın dolup dolmadığını kontrol etmek için kardeşinin sırtındaki çuvala bakmış. Bir bakmış ki çuvalın içi bomboş. “Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi? Biz şimdi eve nasıl döneriz? Üvey annemiz bizi öldürür!” demiş. Kardeşi ne kadar kengerleri yemediğini, tek yediği kengerin ablasının yemesi için yolda kendisine verdiği sadece bir tek kenger olduğunu söylese de ablasını inandıramamış. Bunun üzerine erkek kardeş ablasına, eğer kendisine inanmıyorsa karnını yarıp bakmasını söylemiş. Bunun üzerine ablası kardeşinin karnını yarmış bakmış ki kendi verdiği bir tane kengerden başka hiç kenger yok. Çuvalı bir daha kontrol ettiğinde altının delik olduğunu fark etmiş. Meğer üvey anneleri akşam döndüklerinde çocuklara kızmak, onları dövmek için altı delik çuval vermiş ki kenger toplayamasınlar. Ablası her ne kadar kardeşini kurtarmak için karnını dikmeye çalışmışsa da kardeşi orada ölmüş. Kardeşine inanmadığı ve ölümüne sebep olduğu için çok üzülmüş, ağıtlar yakmış. Kardeşini yakındaki bir pınarın suyuyla yıkamış ve gömmüş. Yeri belli olsun diye de başucuna bir fidan dikmiş. Eve doğru yola koyulmuş. Eve vardığında kardeşini soran babasına, kardeşinin yorulduğunu ve oduncularla birlikte geleceğini söylemiş. Zaman geçmiş, oduncular köye gelmiş, kardeşi yok. Bu sefer nahırla geleceğini söylemiş. Nahır da gelmiş ama çocuk yine yok. Herhalde davarı getiren çobanla gelecek demiş. Çoban da gelmiş kardeşi yine yok. Genç kız bir yandan baba korkusu, diğer yandan vicdan azabıyla kıvrılmış, yanmış, parça parça olmuş yüreği. Artık o kadar çok üzülmüş, acı çekmiş ve vicdan azabı yaşamış ki Allah’tan kendisini bir Pepuk (Guguk) kuşuna (Şekil 1) dönüştürüp dağlara salmasını dilemiş. Böylece bir dağdan diğerine uçup dolaşarak ömrünün sonuna kadar kendisini herkese ihbar edebileceğini söylemiş. O gece ablanın dileği kabul olmuş ve abla bir guguk kuşuna dönüşüp uçarak, kardeşinin başucundaki ağaca konmuş ve hep kardeşi için seslenip durmuş. O gün bu gündür abla, Pepuk kuşu olarak bir dağdan diğerine dolaşarak, kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar edermiş. Her bahar mevsimi, kengerin yerden bitmesi ile beraber Pepuk kuşunun acıklı ötüşü de başlar:
Şekil 1: Guguk Kuşu
Zazaca | Kürtçe | Türkçe |
“Phepu” | “Pepuu” | “Pepuu” |
“Kheku” | “Kekuu” | “Kekuu” (baba) |
“Kam kerd” | “Ke qir?” | “Kim yaptı?” |
“Mı kerd” | “Mın qir” | “Ben yaptım” |
“Kam kişt” (çişt) | “Ke kuşt?” | “Kim öldürdü?” |
“Mı kişt” (çişt) | “Mın kuşt” | “Ben öldürdüm” |
“Kam şüt” | “Ke şuşt?” | “Kim yıkadı?” |
“Mı şüt” | “Mın şuşt” | “Ben yıkadım” |
“Ax! Ax! Ax!” | “Ah! Ah! Ah!” | “Vah! Vah! Vah!” |
Evet, guguk kuşunun, ninemin bildiği kadarıyla, anlatılan hikâyesi burada sona eriyor. Bununla beraber, guguk kuşlarının bazı türlerini doğada gözlemlediğimizde bambaşka bir yanlarına şahit oluruz. İnsani bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde acımasız ama doğanın dengesi için belki de gerekli, bir hayatta kalma ve türünü devam ettirme yöntemi geliştirdiklerini görüyoruz. Yazının bundan sonraki kısmında guguk kuşlarının birçok kaynakta rahatlıkla bulabileceğiniz, tanım, habitat, yayılış, beslenme, göç gibi özellikleri yerine geliştirdikleri bu yöntemden bahsedeceğim. Guguk kuşu, çeşitli küçük ötücü kuşların kuluçka parazitidir. Belki de en önemli özellikleri, yumurtalarını kendinden küçük başka kuşların yuvalarına bırakmaları ve yavrularının beslenme, bakım ve büyütülmesini konak türe (yuvanın gerçek sahibi kuşlara) yaptırmalarıdır. Olay şöyle gelişir; Guguk kuşu kendi alanı içerisindeki diğer küçük ötücü kuşların yuvalarını tespit eder ve gözüne kestirdiği yuvayı belirli bir mesafeden gizlice gözetlemeye başlar. Gugukların dişisi, konak yuvanın sahibi olan dişi kuşun yumurtlamaya başlamasını bekleyip, kuluçkaya yatmasından önceki zamanı kollar çünkü ancak onlar yumurtlamaya başladıklarında guguk kuşu yumurtasını onların yuvasına bırakır. Seçtiği yuva sahibi anne ve babanın ikisinin birden yuvadan ayrılmaları için saatlerce beklemesi gerekebilir. Her ikisinin yuvadan ayrıldıkları bir ara hızlıca gidip önce bu kuşların bir yumurtasını yuvadan atar ya da yer. Daha sonra attığı yumurtanın yerine kendi yumurtasını yuvaya bırakır ve uzaklaşır. Bu işlem çok hızlı gerçekleşir ve yaklaşık 10 saniyede tamamlanır. Guguk yumurtası biçim, desen ve renk olarak da yuva sahibinin yumurtalarına çok benzer. Adeta bir kopyasıdır (Şekil 2). Yumurtası bazen yuva sahibi kuşunkinden biraz daha büyük olabilir fakat yuva sahibi küçük ötücü kuş yuvaya geri döndüğünde genellikle bunu anlamaz ve guguk kuşunun yumurtasını kendi yumurtası zannederek kuluçkaya yatmaya devam eder. Guguk kuşları yuvayı takip de eder. Eğer yuva sahibi kuş yırtıcı bir kuş tarafından avlanır veya yuva şiddetli bir fırtınada bozulursa hemen yumurtasını alıp başka bir yuvaya bırakır. Guguk kuşları yumurtalarını özellikle dağbülbülü, çayır incir kuşu ve saz kamışçını kuşlarının yuvasına bırakır.
Şekil 2: Aşağıdaki sıradaki yumurtaların hepsi guguk kuşuna aittir. Hangi kuşu konak tür olarak seçtiyse (yukarıdaki sıra) evrimsel gelişiminde yumurtalarını o türün yumurtasına benzetmeyi başarmıştır.
Guguk kuşu yumurtasının kuluçka evresi ortalama 12 gündür ve genellikle ev sahibininkinden önce çatlayarak yavru çıkarır. Yavru guguk kuşu yumurtadan çıktıktan sonra üvey anne ve babanın getirdiği yiyecekleri yuvanın gerçek sahibi yavrularla paylaşmamak için, ilk dört gün içinde, henüz kör ve tüysüzken, üvey ebeveynlerinin olmadığı bir anda, içgüdüsel olarak yuvanın esas sahibinin yumurtalarını ve/veya yavrularını tek tek yuvadan dışarı atar. Böylece yuvanın tek sakini kendisi kalır. Gerçek konak sahipleri, guguk kuşu yavrusunu kendi yavruları sanarak besleyip büyütmeye devam eder ve üç hafta sonra yavru, üvey annesinden daha iri olur. Altı hafta beslendikten sonra ise genellikle yuvayı da dağıtarak eş aramaya çıkar.
Kaynaklar
- https://www.hakkarim.net/cgi-bin/veriler.dll/2901/Hikaye/pepuk-kusu-efsanesi#ust
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Pepuk_Ku%C5%9Fu_Efsanesi
- https://www.trakus.org/kods_bird/uye/?fsx=2fsdl17@d&tur=Guguk
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Gugukgiller
- https://en.wikipedia.org/wiki/Common_cuckoo
- http://www.olaganustukanitlar.com/evrimsel-silahlanma-yarisi-bir-yuva-asalagi-olan-guguk-kusu-yavrularini-nasil-baska-kuslara-baktirir/
- https://www.bitlisname.com/pepuk-kusu-efsanesi/
- https://antalyabugun.com/tr/makale/anadolu8217nun-efsanevi-kus-anlatilari-1-13857.html
- https://m.bianet.org/bianet/siyaset/175756-pepuk
- http://www.iskenderungazetesi.com/hayirli-bir-sabaha-uyanmak-dilegi-ile/
- http://eceyda.com/guguk-kusunun-hikayesi/
Çok ilginç. Yaz mevsiminde sabahları sesini duyardım ama böyle bir hayat hikayesi olduğunu bilmiyordum.
Erhan Karakahya
Aramıza hoş geldiniz, saygımla. Y.N.Tefek