Acının yaşanması da kültüreldir. Evladını kaybeden Doğulu bir anne saçlarını bir daha uzatmamak üzere keserken muradının bittiğini, yeşilinin kuruduğunu anlatır. Doğu’nun başka bir yerinde aynı acıyı yaşayan bir anne, tırnaklarıyla yüzünü yırtarak güzelliklerini öldürdüğünü belirtir. Batılı bir anneyse, sessizce ağlar. Acı aynı, tepkiler farklı… Ama her coğrafyada gencin ölümü, bir anne için diri diri yanmak, diri diri toprağa gömülmektir. Çirkin, paslı, kör, murdar bir Arap hançeriyle doğranmaktır Yemen çöllerinde. O Yemen çölleri batsın!
İşte, bu türkü; saçını uzatmamak üzere kesen, yeşilleri kuruyan annelerin türküsüdür. Bu türkü, yüzünü yırtarak güzelliklerini öldüren annelerin türküsüdür. Bu türkü Yemen çöllerinde sahipsiz kalan Mehmetlerin türküsüdür.
Osmanlı’nın son dönemleri… Yemen’e gönderilen binlerce asker, geri dönemez bir daha. Türkü, dönüşü olmayan gidişi anlatır. Bir daha dönmemeyi… Dönememeyi… Cephe gerisindeki, yürekteki savaşı…
Dönmeyenler Arabistan çöllerinde ölür; ölür de geride kalanlar yaşar mı peki? Oğlu ölen bir anne yaşayabilir mi? O saçlar niye kesildi o zaman, o yüzler neden yırtıldı o zaman? Bu türkü neden yakıldı peki? “Her gelen benzim sorar bilmez kalbimde ne var?” dizeleri neden söylendi peki? Onlar var ya, anneler ve gelinler var ya onlar her gün ölü… O Yemen, o yemen çölleri bataydı.
“On senedir asker yolu gözlüyom
Saçım ağardı fer kalmadı gözde.”
Bu türkü; gelin ömrü biten, gözlerinde fer kalmayan, saçı ağaran gelinlerin ağıtıdır.
“N’olur karlı dağlar ne olur
Asker yarim gelse yaralarım ey’olur.”
Bu türkü; karlı dağlardan medet uman, on senedir yol bekleyen gelinlerin çığlığı… Bu türkü, asker ağası gelse yaraları iyileşecek gelinlerin feryadı… Bu türkü, ne olur dağlar ne olur diyen kızların sızısı… Bu türkü; mezar yeri Yemen’edir. Mehmetlerin yattığı Yemen’e… Yemen yanaydı.
“Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır.”
Yemen’den kimsenin dönmeyeceği haberi yayılır Muş’ta. Her evde, kara kazanlar kurulur, ölenlerin hayrına yemekler pişirilir, dağıtılır. Muş’u kazanları kaynatan ateşin dumanı kaplar. Gidenlerin döneceğini sanan bir gelin, dumanları görünce şaşırır:
– Havada bulut yok. Bu ne dumandır, der. Ağıtları duyar sonra. Ama mahlede ölen yok; bu şivanlar da neyin nesidir? Bu duman neyin nesidir? Neyin nesi, der.
Saba makamında söylenen sabah ezanına yürek dağlayan ağıtlar karışıyor. Gelinin ölüme anlam veremiyor Mehmet, gelinin anlam veremiyor bu savaşa. O duman, kara haberin dumanıdır acılı gelin! O şivanlar, Mehmetlerin şivanıdır. O şivanlar, Yemen çöllerinde Mehmetlerin diri diri kesildiğinin haberidir. Cenazeler Yemen’de, acısı Muş’ta çelişkisidir. Yemen çölleri bataydı, soyka Yemen bataydı!
“Ana ben ölmedim bu ne figandır.”
Bir Mehmet böyle der. Ölmeden gömülmektir bu. Bu, bu demektir. Yaban yerde öleceğini anlayan, dilini bilmediği diyarda öleceğini anlayan Mehmet’in annesinde çığlığıdır. Anne medet, demektir bu. Bu, yaman acıdır; bu, öleceğini anlayan Mehmet’in feryadıdır. Anan öle Mehmet, ölmeden ağıtı yakılan Mehmet, anan öle!
“Kolumda kelepçe, boynumda zincir,
Zincirin yerleri ne yaman sancır.”
Diğer Mehmet, hayvan gibi bağlanmış, atılmış bir kuytuya. Mehmet’in canına kıyacaklar. Mehmet’in boynu ağrır, zincirin yerleri yaman sancır. Mehmet’in zincirleri Mehmet’in canını yakar. Sahipsiz Mehmet tek başına, kurda kuşa yem olacak Mehmet.
“Ana ben ölmedim bu figan nedir?”
Diğer Mehmet uzaklardan haykırıyor. Ta Yemen’den… Ta Yemen’den Muş figanlarını mı duydun Mehmet? Öleceğini mi duydun, öldürüleceğini mi anladın sahipsiz Mehmet? Annen ağlar, duydun mu Mehmet? Ah, anneler ağlıyor. Acı çabuk yayılıyor Mehmet. Tez yayılıyor. Oy Mehmet, anan öle! Soykaya kalsın Yemen!
Diğer Mehmet, savaş bitince yola koyulur. Yemen’den Muş’a… Ta Yemen’den… Muş’a… Bir de tek başına… Bir de yürüyerek… Sahipsizsin Mehmet, yollar uzun, yollar çok uzun. Git git bitmez. Yollarda harami çok! Yollarda emperyal güçlerin kandırdığı cahil çok ve cahiller acımasız olur. Seni bekliyor o cahiller Mehmet! Seni diri diri kesecekler, karnını diri diri deşecekler. Göç yolunu kaybeden Mehmet, turna sesli Mehmet seni diri diri doğrayacaklar. Mehmet, havada şer var. Şer, kör bıçak olmuş, Mehmet’e koşar.
Mehmet’in çığlık çığlığa… Gelse bin türlü gelmese bin türlü… Arap çöllerinde feryatlar kumdan çok… Arap çöllerinde kum neden çok? Her kum tanesi, Mehmetlerin gözyaşıdır da ondan. Masuma şer dolanır, Mehmet’e hain dadanır. Murdar bir bıçakla bir şer, Mehmet’e koşar. Oy Mehmet anan öle, anan taş ola da işitmeye bunu! Anan taşa döneydi de duymayaydı bunu!
“Kışlanın ardında redif sesi var
Bakın çantasına acep nesi var
Bir çift kundurası bir de fesi var.”
Diğer Mehmet kışlanın önünde bekler. Öyle masum, öyle sıcaktır ki gözleri, öyle insanca bakar ki… Sabah vakti su içen alageyik sanki… Çantasında nesi mi var? Bir çift kundurasıyla bir de fesi… Bu kadar… Fukaranın başka bir şeyi yok. Oy Mehmet! Mehmet oy!
Diğer Mehmet mi? Başka Mehmet kalmadı ki! Gelinler, anneler umudu kesti artık; saçları ağardı, genç ömürleri talan oldu. Hiçbirinin gözünde fer kalamadı.
Sen Yusuf değildin Mehmet, seni kör kuyulara attılar. İbrahim değildin, seni ateşe fırlattılar.
Mehmet çölde yolunu kaybetmiş. Mecnun, sen çölün ustasısın; çöl, senden sorulur. Mehmet’e yol göster Mecnun. Mehmet’i diri diri kesecek haramiler. Medet Mecnun medet!
Turnalar, Mehmet yolunu kaybetmiş. Mehmet’ yol göster. Sen ki turnam, seni yalnızlığı ve yarayı bilirsin. Elinden tut Mehmet’in. Medet turnam medet!
Ne Mecnun’da ne de turnada bir vefa… Aşk olsun Mecnun, aşk olsun turna!
Şimdi soyka Yemen çölleri bir vahiy sessizliğinde… O çöllerde, Mehmetler uyur. Mehmetler gül olur açar her sabah ama bülbülleri yoktur o güllerin. Hiçbir bülbül ötmez nedense.
Muş’ta mı? Muş’ta ne bülbül var ne de gül… Muş’ta duman var. Muş’ta saçını kesen, yeşilini kurutan anneler var. Muş’ta güzelini öldüren anneler, Yemen’e giden yollara bakar durur.
Muş’ta seher vakti bir bülbül, çok uzaklardan gelir. Belki ta Yemen’den… Bir gül kokusu bırakır sabaha, sonra çatlar ölür yorgunluktan. Erkenden kalkan anneler ama sadece anneler o kokuyu duyar. Sadece anneler görür çatlayan bülbülü… Mehmet’i…
Amma velakin… Ezcümle ha söyle de söyle!