Rahip, Leonardo de Vinci’den kiliseye fresk yapmasını ister. Leonardo teklifi kabul eder. Sonra resmi yapacağı kilisenin duvarına gider, günlerce duvara bakar. Rahip, Leonardo’nun resim yapmak yerine duvara sürekli baktığını görür, buna anlam veremez. Rahip, birkaç kez daha Leonardo’yu, eli çenesinde duvara bakarken görünce sinirlenir. Aradan üç hafta geçmiştir ve resme de başlanmamıştır. Olacak şey değil, der rahip, olacak şey değil. Hemen kiliseden bir görevliyi çağırır.
– Söyleyin Leonardo’ya, freski bitirsin. Resmi yapmıyor, duvara bakıp duruyor haftalardır. Olacak şey değil!
Görevli, Leonardo’nun yanına gider. Leonardo, rahibin dediği gibi eli çenesinde freski yapacağı duvara bakıp durmaktadır.
– Leonardo, rahip, freski bitirmenizi istiyor artık. Siz çalışmıyor, duvara bakıyorsunuz. Sizi kaç kez böyle görmüş.
Leonardo, başını çevirir, görevliye bakar. İçinden güler.
– Ben, haftalardır, duvara bakarken freski nasıl yapacağımı düşünüyorum. Düşünmek, çalışmak değil midir?
Entelektüel düşünür.
Büyük İskender, her gittiği sefere, hocası Aristo’yu da götürür. Sırada Hindistan vardır. Büyük İskender’e Avrupa, Anadolu yetmemiştir. Hocası yanında, ordusunu ardında düşer yola. Hindistan’a vardıklarında büyük ordusu, büyük yağmaya başlar. Hindistan yağmanın ardından alevler içindedir. İskender, elleri belinde bir tepeden yanmakta olan yoksul Hindistan’a bakmaktadır. Mağrur bir edayla hocası Aristo’ya döner:
– Hocam, der, hocam, bakın zaferime.
Aristo, Hindistan’a bakar. Hindistan yangın yeri, Hindistan yoksul… Ama Aristo, İskender’e bakmadan konuşur. Kendisinden yüzyıllarca sonra gelecek olan Keçecizade İzzet Molla ile aynı fikirdedir:
– Devleti, Tanrı yolundan ayrılma batırmaz; bilgelerin dalkavukluğu, kaypaklığı batırır, diyen Molla’nın güzel cümlesi kadar ders niteliğinde güzel bir yanıt verir öğrencisine:
– Zafer ya da hiç İskender, zafer ya da hiç…
Entelektüel savaşa, ölüme, ateşe, zulme alkış tutmaz; iktidarın yanlışını onaylamaz.
Karanlık bir çağ… Kilise, kendi gibi düşünmeyenleri yok etmektedir. Dünya dönüyor, dediği için mahkeme, Galileo’yu idama edecektir. Mahkeme bir şart koşar:
– Dünya dönmüyor dersen affedileceksin, yoksa öleceksin.
Yaşlı Galileo, düşünür, diğerleri gibi düşünür.
– Peki, dünya dönmüyor, der, ama içinden döndüğünü söyler.
Bunun üzerine Galileo affedilir. Yaşayacaktır artık.
Entelektüel, gerçeği yüksek sesle söyler, fısıldamaz.
Bu kez baş belası Giordano Bruno‘dur. Ortaçağın bu bilim adamı, kilisenin düşüncelerini çürütmekte, halkın gözünü açmaktadır. Mahkeme, onu da ölüme mahkûm eder ve ona da düşüncelerini değiştirdiği takdirde ölümden kurtulacağını söyler. Bruno, bu teklifi kabul etmez. Sonsuz evren donuk bir mekanizma değil, canlı bir organizmadır, der. Mahkemeye çıktığında Bruno, düşüncelerini orada tekrar eder. Mahkeme de onu ölüme mahkûm eder. Bruno, ayağa fırlar ve bağırır:
– Sizler bu kararı verirken belki de benim, bu kararı dinlerken duyduğumdan daha büyük bir korku içindesiniz.
Yanarak öldürülür bu karakteri sağlam, kaba güce karşı savaşan heroik adam.
Entelektüel, korkmaz, düşündüklerini savunur.
Bir bahar sabahında Paris, insan kaynamaktadır. Parisliler, Fransa’nın içinde bulunduğu duruma isyan etmektedir. Parislilerin önün de Sartre vardır. Sartre, önde Paris arkada yürürler. Aynı Sartre, Cezayir’in işgali karşısında günlerce düşünür ve ardından Cezayir’in safında yer alır.
Entelektüel önde yürür, sırtını iktidara dayamaz.
Amerika’da Columbia Üniversitesi’nin Filistin kökenli sürgün bilgesi Edward Said, Filistin’e ziyarete gelir. Memleketine, topraklarına… İsrail’in çektiği tel örgülerini görür. Filistin’e sınır koyan tel örgülere ve duvarlara bakar. Düşünür. Yerden taş alır ve o taşı, İsrail askerlerine fırlatır. Bütün dünya medyası o fotoğrafı manşet yapar. Said, taş fırlatırken karelenmiştir. “Artık” derler, “Bundan sonra, Columbia Üniversitesi, Edward Said’i çalıştırmaz.” Ama düşünülen olmamıştır, Columbia Üniversitesi, Said değerdir, hocamızdır, der, onu sahiplenir.
Entelektüel taş fırlatır.
1890’lı yıllar… Yüzbaşı Alfred Dreyfus, casuslukla itham edilmektedir. Oysa suçsuzdur. Fransa’ya ait gizli bilgileri, Almanlara vermekle itham edilir. Fransa bu olayla çalkalanır. Herkes Dreyfus’u suçlu bulur. Oysa suçlu başkasıdır.
Emile Zola düşünür, günlerce düşünür. Sonra gazeteye bir yazı gönderir. Ertesi gün, gazete, Emile Zola’nın yazısını basar. “J’accuse” başlığıyla yazı bütün Fransa’da yankı uyandırır. Suçluyorum, der Emile Zola. Suçluyorum. Dreyfus davasına seyirci kalan devlet başkanını suçlamaktadır. Bunun üzerine yoğun baskılar ve ölüm tehditleri alır. Ama baskılardan korkmaz.
Fukuyama ve Huntington da entelektüel olduklarını söyleyerek iktidarların sözcülüğünü yaparlar. İktidarların bu ideologları, aydın olmanın elbette çok uzağındadırlar. Ürettikleri fikirlerle, global sistemin ağa babalarına meşruluk kazandırırlar sadece. Tarihin sonunun geldiğini ya da medeniyetler çatışmasının başladığını söylemek, hebenneka olmak değilse nedir? Fukuyama ve Huntington sanırım Keçecizade İzzet Molla’yı bilmezler. Der ki Molla:
– Devleti, Tanrı yolundan ayrılma batırmaz; bilgelerin dalkavukluğu, kaypaklığı batırır.
Entelektüel, yalakalık yapmaz.
Hep düşünmüşümdür, üniversitelerimiz çok ama neden entelektüellerimiz yok ya da neden çok az? Entelektüeli olmayan coğrafyaların deccalları çok olur.
Amma velâkin… Ha söyle de söyle!