Küreselleşme yalanıyla yeni dünyalar kurulurken kültür de bu yeni dünyanın yalanından payını alır. Yeni edebiyat, yeni müzik, yeni insan diye her şey allak bullak edilirken eski değerler diri diri gömülür. Bekasını akıl karşıtı insan ve toplum oluşturan coğrafyalar yaratılır. Üretimi öteleyen, bilinçsiz coğrafyalar…
Sanat, kültürü endüstrileştiren tekellerin el attığı coğrafyalarda, tanımı yapılmayan amorftur. Sanatın evrensel tanımıysa medyanın dayattığı tanımla örtüşmez. Asla ve kata ve de zinhar örtüşmez. Zaten böyle bir karşılaştırma yapmak, ikisine de haksızlık olur. Zaten böyle bir karşılaştırma birine övgü, diğerine sövgüden başka bir şey olmaz. Çünkü gerçekle sahte karşılaştırıldığında sahte olan değil, soylu gerçek yaralanır. Soysuza indirgendiği için yaralanır.
Oysa gerçek, ne sahteyle yola çıkar ne onun üzerinden prim yapar ne de susuz kalsa onun suyundan içer. Sahte ise tam tersidir. Gerçekle yola çıkar, üzerinden prim yapar, suyundan içer. Ar damarı çatladığı için her kılığa girer.
Ne zaman ki kültür endüstrileşti, gerçek de ve sanat da o gün yaralandı. Medyanın verili sanat tanımıyla gerçek sanatın tanımı aynılaştırıldı. Aralarında evren kadar fark olmasına karşın aynılaştırıldı. Postmodernizm “Gerçekle taklit aynıdır” der. Kültür yöneticileri de bu farksızlığı kutsarlar. Amaç gerçek olanla sahte olanı aynı kalıba sokarak aynı potada eritmektir. Yüksek sanatla hafif olanın uzlaşması…
Kültür endüstrisinin tekelleri; başları ayak, ayakları baş yapmada ustadır. Değerli olanlar, itibarsızlaştırılırken değersiz olanlara paha biçilemedi. Bunda da bir sakınca görmediler hiç. Oysa yapılan şey, kutsiyetin değersizleştirilmesi ve hiçleştirilmesinden başka bir şey değildi. Yapılan şey, küreselleşme yalanına çanak tutmaktır. Yapılan, yanlışın nedenlerini gizleyerek tüm suçu, gerçek değere yıkmaktır; akla karşı, doğmayı, ucuzu, soysuzu savunmaktır.
Küreselleşme oyunu mahşer günü kalabalığıdır. Her şeyi, ama her şeyi aynılaştırarak cenneti yok eden bir oyun… Piyasaya kendi belirledikleri romanı, öyküyü, filmi, şarkıyı sürerek günübirlik değerler üzerinden sığ, cılız, boş sanat üretir. Ürettiği eserlerde onur, erdem yoktur artık; ihaneti içselleştirmiş kahramanlar vardır. Dilin incelikli kullanımı yerine, parlak ama hiçbir şey söylemeyen cümleler vardır. Günümüz insanının sorunu yerine, kadim tarihin aşkları gündem olur. Gün unutturulur. Tüketime biat eden insan yaratılır. Değer bilemeyen, gerçeğe uzak, ucuz, güdük insan… Popüler olmak için Makyevel’in “Her yol mubah” düsturunu benimserken her tür çirkinliği kabullenen amorflar ve hebennekalar…
Değil mi Adorno?
Ruhi Su ile İbrahim Tatlıses’i bir tutulur. Leyla Gencer’le Sezen Aksu aynıdır artık. Değerli olan, demirin tuncuna, insanın piçine kalmıştır..
Değil mi Yaşar Kemal?
Bu esnada medya, üzerine düşen görevi, büyük bir sorumlulukla yerine getirir. Sanatçı adı altında kimini ‘’baba’’, kimini ‘’imparator’’, kimini ‘’diva’’, kimini ‘’popun kraliçesi’’, kimini de ‘’süper star’’ unvanlarıyla balonlaştırır. Olmayanı olmuş gösterir.
Bereket versin ki ‘’unvan’’ kimlere layık olacağını bilir. O, içi boş kimseye değer vermez. O, sığı sevmez. Estet olmayana dönüp bakmaz bile. Kim hak ediyorsa gidip ona konar. Ayağı ayak, başı baş bilir. Yer değiştiren ayağı ve başı çok iyi bilir. Ucuzu sevmez o.
Yıllardır İbrahim Tatlıses, opera sanatçılarıyla bir tutuldu. Hatta Allah vergisi sesinin, operacıları bastırdığı bile söylendi. Bu yalan, dünyanın en ağır ikinci işçilerini yani operacıları, doğrudan doğruya değersizleştirmekti. Başka bir şey değil…
Ruhi Su ’yun sesi ki pınarlardan farksızdı. Yaz günü uzatılan bir bardak soğuk su gibi mukaddes ve bir o kadar da aziz… Yalçın kayalarda sevişip de ardından âlemi seyran eden bir çift keklik güzelliğinde… Gâh gökyüzüne çıkar gâh yeryüzüne iner onu duyan. Ruhi Su’yu duyan, Nesimi’yi duyar olur. O söylediğinde keklikler, börtü böcek susar, rüzgâr dinerdi. Nesimi, gökyüzünden iner; derisinin yüzülmesine değil, Ruhi’ye ağlardı. Kuşdilini bilmezdi ama bülbül olurdu şarkı söylediğinde.
Sesi, insan kokardı da yaşayamadı ki… Öyle hastaydı ki Ruhi Usta… Tedavisi için yurt dışına çıkması gerekirken 12 Eylül yönetimi, tedavisi için yurt dışına çıkmasına izin vermedi tabii ki. O da kısa bir süre sonra kırgınlıklar içinde gözlerini yumdu. Şimdi ne gökyüzüne ne yeryüzüne seyran edilir ne de bir çift keklik öter ne de bülbüller…
Ruhi Su ve İbrahim Tatlıses aynıymış.
Hani ozan der ya:
Ay’dan yeryüzüne bakılınca
Yalnızca Çin Seddi görülürmüş. Hayır, yanlış!
Ben baktım, Palandöken’de açan bir gelinciği gördüm
Ve havada uçuşarak sevişen bir çift kelebeği…
Böyle diyor Özkan Mert.
Ben, Ay’dan yeryüzüne bakacak olsam ilkin Ruhi Su’yu görürdüm.
Sümeyra Çakır, yurt dışında yaşamak zorunda bırakılır. Gurbet ellerde, yurt özlemiyle şarkılar söyler. Çok sevilir, çok sayılır. Sanatıyla tarihe iz bırakır. Amma velakin kim ne derse desin gurbette ölmek zor. Gurbeti bilen ama gurbete hiç alışamayan bir toplumun bireyine, gurbet elde ölmek zor. Hem çok zor… Kaderi gurbet olan, iyi bilir bunu. Turnalar ki Sümeyra Çakır’ın mezarının üstünden uçar giderler. Bir gören olursa turnalara sorsun ne olur:
– Neden Sümeyra Çakır’dan selam getirmezler?
Turnaların al yeşil pembe kanatları mı kırık, Sümeyra mı küsmüş bize? Ne olur görürseniz bunu da sorun turnalara.
Sümeyra Çakır ve Sezen Aksu aynılaştırılır.
Ben, Ay’dan Yeryüzü’ne bakacak olsam Sümeyra Çakır’ı görürdüm ilkin. Başkasını değil.
Leyla Gencer… Zarafeti, kültürü ve zekâsıyla her tür unvanı hak edendi. Unvan, bir kişiye ancak bu kadar yakışır; zarafet bir insana ancak bu kadar yaraşırdı. Ama bizde kadri kıymeti bilinmediği için İtalya, bu zarif kadına hemen sahip çıktı. Sesine ve özellikle şarkı okuma tekniğine hayrandılar.
Şimdi derler ki Leyla Gencer ile Kibariye aynıymış. Yalan.
Ben Ay’dan yeryüzüne bakacak olsam ilkin La Scala’daki o zarif kadını, Leyla Gencer’i görürdüm.
Sanatçı ile zanaatçıyı karıştıran medya, bu karmaşayı elbette özellikle yapıyor. Tüketim gerçekleşsin de değer yargıları ne olursa olsun. Benden sonra tufan… Ama sanat, elbette onların anladıkları ya da dayatmaya çalıştıkları konumda değil. Hiç değil.
Ben Ay’dan yeryüzüne bakacak olsam Leyla Gencer’i, Ruhi Su’yu, Nazım Hikmet’i, Gülten Akın’ı görürdüm. Hüzünlü Malabadi’yi görürdüm. Mağrur Süleymaniye Camisi’ni… Dağlara, ovalara leylek yuvaları gibi kurulmuş köyleri görürdüm. Sevdiğine kavuşamayınca bir gurbet trenine binip Haylo Gelin türküsünü yaratan o karasevdalıyı… Sabahın seherinde yavrusu zalim bir avcı tarafından vurulmuş ceylanın ağıtını… Eşini yitirip acı acı öten, ne yana uçacağını bilemeyen turnayı görürdüm. Ardıç ağaçlarını… Bir de kayalıklarda sevişen bir çift kekliği… Çin Seddi’ni değil, yalnızlık kokan, gurbet kokan, hüzünlü Türkiye’yi görürdüm. Bir de annemi… Bir de Elif’i…
Ben olsam çok şey görürdüm ki…
Amma velakin…
Ha gör de gör!