Dünya FIFA Kupası’nı Fransa aldı. Fransa milli takımı oyuncuları, kupayı almasına aldılar ama şampiyonanın asıl kazananı, her maçtan sonra tribünlerde oturdukları yerleri temizleyip düzenledikten sonra stattan ayrılan Japon taraftarlar oldu.
Kazanan Japon terbiyesiydi. Ulusal terbiye, ulusal zarafet budur.
‘Makber’ şarkısı, Hamiyet Yüceses’ in, ‘Keklik’ türküsü de Müzeyyen Senar’ın sesiyle ünlendi. Ama ne Müzeyyen Senar, ‘Makber’ şarkısını okudu ne de Hamiyet Yüceses ‘Keklik’ türküsünü…
Sormuşlar ikisine de:
– Neden birbirinizin eserlerini okumuyorsunuz?
Müzeyyen Senar:
– Makberi, Hamiyet Yüceses’ten daha güzel okuyan yoktur, demiş.
Hamiyet Yüceses:
– Keklik şarkısını, o, daha iyi okur diye yanıtlamış.
Kibrin yok olduğu an bu andır. Olgunluk, büyüklük budur.
Kazanan alçakgönüllülüktü, kazanan sanatın kardeşliğiydi.
2.Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu günler… Alman uçakları, İngiltere’yi bombalamakta, her yanı yerle bir etmektedir. George Orwell, Londra’da, BBC’de spikerdir. Hitler’in Kavgam kitabından pasajlar okur. Kitaptan alıntılar bitince BBC yönetimi, kitabından alıntı yapılması nedeniyle Hitler’e, telif hakkı ödemek ister. Savaşın en kanlı zamanıdır. Üstüne üstlük Hitler, en büyük düşmandır. Buna karşın İngilizler, telif hakkını çiğnemeyi etik bulmazlar. Tamam, Hitler azılı katildir, insanlık suçu işlemektedir ama Hitler’in, telif hakkı gerçeği de vardır.
BBC yönetimi kararlıdır. Bu para, Hitler’e ödenecektir. Almanya ile her tür ilişki kesildiği için ancak Norveç hükümeti aracılığıyla ödeme yapılır.
Kazanan etik değerdi, kazanan dürüstlüktü. Karşımızdakiyle aynı çirkinliği paylaşmamanın dersiydi bu.
Türkan Şoray’a, İstanbul’da büstünün dikileceği söylenir. Bir süre yanıt vermez Türkan Şoray. Bir sanatçı için onur kabul edilecek bu düşünce karşısında susar. Sevinmemiştir üstelik.
– Hayır, istemiyorum. Benim büstümü değil, Yaşar Kemal’in büstünü dikin. Bu, ona daha çok yakışır, der daha sonra.
Sanatçı olgunluğu, saygınlık budur.
Kazanan zarafetti.
Yine 2. Dünya Savaşı… Herkes kaçıp giderken bir fizik profesörü memleketini, Almanya’yı terk etmez. Çalışmalarını sürdürür ama Nazilere de asla yüz vermez. Nazilerse, profesörü sürekli sıkıştırmakta, ondan, Almanya’nın düşmanlarını yok edecek güçlü bir bomba yapmasını istemektedir. Profesör asla ve kata yanaşmaz bu öneriye. Direnir hep.
Bir gün Hitler’e suikast düzenlenir. Hitler, suikasttan kurtulur, suikastçılar da yakalanır. Yakalanan suikastçıların arasında, fizik profesörünün hayattaki tek varlığı olan oğlu da vardır. Naziler sevinir buna. Koşup giderler profesöre:
– Oğlunuz elimizde. Ya bize bomba yaparsın ya da oğlunu idam ederiz.
Profesör üzgündür. Ama kararsız değildir. Hiç değildir. Oğlunun yaşamına karşılık yüz binlerce insanın öleceğini çok iyi bilir.
– Tamam der, oğlumu idam edin.
Bilim adamı terbiyesi budur. Cehaletin kabalığı, bilimin inceliği budur.
Kazanan insan sevgisiydi.
Prusya kraliçesi, kraliyet salonunda piyano çalacaktır. Tüm aristokratlar, salonu doldurmuştur. Dinleyiciler arasında Mozart da vardır. Herkes, pür dikkat kraliçeyi dinlemeye başlar. Konser bittikten sonra salon alkıştan kırılır. Ama bir tek Mozart, alkışlamaz. Alkışlar kesilince de bağırır:
– Hep yanlış çaldı. Neden alkışlıyorsunuz? Alkışı hak etmedi!
Salon buz keser.
Ama kazanan gerçek, kaybedense her zaman olduğu gibi yalakalıktı.
Ama velâkin ha söyle de söyle.
(Oysa ben Elif’ten özge Elif bilmedim. Bilemedim de Elif, ‘Elif çekti’ sineme. Gayrı en büyük günah onun. Kazanan o oldu. Kaybedeni yazmayacağım. Zaman belki içe kaçmak zamanı… İçe yolculuk… Zaman kuşe-i uzlet zamanıdır.
Kuşe-i uzlet, elbette hayattan kaçmak değil Elif, asla değil. Kaçan sensin. Ben, bırakıp giderken yüreğime serptiğin o bir avuç közle de yaşarım. Ben, o bir avuç közle yaşamasını da bilirim. Bilirim de ben yaramdan değil Elif, sorandan bıktım.)
Ha söyle de söyle!
Amma velâkin yine de Elif!