Onur, dediğimiz kavram; insanı dik tutan, hayata karşı bizi, biz yapan değerlerin bütünüdür. Ama öncelikle kendimize biriktirdiğimiz özsaygıdır. Kim ki onurunu korumaz, artık o bir ottan başka bir şey değildir. İnsanı yüce kılan şey, onsuz yaşamak istememesidir. Kim ki ondan yoksundur, artık o, hilkat garibesi dahi değildir. Amorftur o, başka da bir şey değil. Amorf…
“Bir insanın yaşadığını, atan nabzından değil; onurlu duruşundan anlarsınız.”
Değil mi Che Guevara?
Onur, insanlığın olmazsa olmaz evrensel değeriyse neden herkeste bulunmaz peki? Çünkü çoğu kimse, özsaygıdan yoksun olduğu için ona istese de ulaşamaz. Onurlu insan, diğer insana hep yanlışlığını, hep omurgasızlığını anımsatır çünkü. Tam da bu sırada, kendinde olmayana duyulan kin ve değerliyi ezme duygusu devreye girer. Onursuzlar, kendi dışındaki hiçbir insanın yaşamasına tahammül edemedikleri için dik insanları ezmeyi, sindirmeyi planlar. Düşman, yanı başımızdadır artık. Kadim tarihi oluşturan neden bellidir çünkü.
Hikâyedir, anlatılır. Halkın oluşturduğu iki sıra arasından idam edileceği darağacına yürüyen onurlu adam için, Hızır Paşa’nın fetvası hazırdır:
– Herkes bu adamı taşlasın. Taşlamayanın tez kellesi vurula!
Onurun taşlanmasına başlanmıştır. Gözüne, başına isabet eden hiçbir taş, o soylu adamın onurunu asla ve kata kırmaz. Ama bir dost, kellesini korumak için ona, eline geçen bir gülü fırlattığında onurun onuru kırılıverir. Bir dostun attığı gül, arık taşa dönüşmüştür. Çünkü hainin, haksızın, onursuzun silahı olmuştur o gül. Onur incinmiş, asıl o zaman yaralanmış, kırılmıştır. Dik duruşuyla onursuzları kızdıran onurlu adam, yüzü gözü kan revan içinde bağırır:
– Şu ellerin taşı, bana hiç değmez/ İlle de bir dostun gülü yaralar beni.
Değil mi Pir Sultan Abdal?
Onurluyla onursuzun savaşından başka bir şey olmayan tarih, bir dile gelse… Ah, bir dile gelse her şey lal olur. “Konuşsam dilim, konuşmasam içim yanar.” diyen ozan, neden susarsın? Sen de susarsan kadim tarih çürür. Yoksa onursuzların onur kırma adına yaptığı insanlık suçu çıkar orta yere:
İşkence…
Oysa onursuzların bilmediği bir şey vardır:
“İşkenceyi görenin değil, işkenceyi yapanın onuru kırılır ilkin.”
Onların bilemedikleri ikinci şey:
“Düşünceye, düşünceyle karşı çıkılır; cezayla değil.”
Değil mi İoanna Kuçuradi usta?
İnsan, onurlu varlıktır ve her değerden üstündür. Vatan, bayrak, aklınıza gelebilecek tüm değerleri yaratan odur; insan olmasaydı bu değerler de olmayacaktı çünkü. Bir şey, değer kazanıyorsa bunun nedeni, bizim ona yüklediğimiz anlamdandır. İnsanlar, değersizleşmeye, düşünmemeye yönlendiriliyor. Onurun yerine tüketim ve biat kültürü içselleştiriliyor. Ah, lal olan kadim tarih, bir konuşsa her gerçek yarım, her doğru eksik kalır. Ah, bir konuşa…
İnsan, onurlu olduğu surece yaratır, çoğaltır, üretir… Onurun yok olması durumunda her coğrafya ilkelleşir, sığlaşır, üretemez olur. Bir bilge, onurunu yitirdikten sonra, bir insanın yitirebileceği başka bir şeyin olamayacağından dem vurur. Coğrafyalar da öyle değil mi sanki?
Değil mi P.Syrus?
Keşke okullara, onur dersi de konsa… Keşke matematik yerine barışı, fizik dersi yerine aydınlanma dönemin değerlerini, kimya yerine insan olmayı öğretebilsek ilkin. Keşke onur sözcüğü, okullarda öğrencilere verilen onur belgelerinde kalmasa… Fiziği, sonra öğretsek de olur ama onur sonraya kalmaz. Asla kalmaz. Madem onur, yavaş yavaş gelişen, madem çok karışık duygularla büyüyense, çocukların ellerinden tutmak yerine, yüreklerinden, akıllarından tutmak gerekmez mi? Çocuğa, onu mutlu kılacak şeyin derslerde aldığı notlarda değil, edindiği yardımlaşma, paylaşma, iyilik kavramlarında yattığını fark ettirmek gerekmez mi? Onur da emekle büyüyen bir değerdir çünkü.
Amorfların anlayamadığı diğer gerçek de budur.
Değil mi İndra Gandhi? Değil mi Afşar Timuçin usta?
Onur, ne temiz, ne saygın bir sözcük oysa. Haklısınız Sayın Tefek