Yazarımız Hasan Öztürk’ün, Sanat Cephesi dergisinin 1.Sayısında yayınlanan yazısından alınmıştır.
Salihli Belediyesi’nin düzenlediği bir oyun yazma yarışmasında seçiciler kurulu başkanlığını yapan, tiyatronun ünlü hocası Profesör Özdemir Nutku’yla karşılaştığımda kendisine, Yeni Düşün dergisinde yayımlanan (Şubat-1989) “Cezaevinde Bir Tiyatro” adlı yazımı verdim. Başlık ilgisini çekti ve hemen okudu. “Bu yazıyı fotokopisini çekip arşivime koyabilir miyim Hasan?” diye sordu. “Sizin için getirmiştim zaten” deyince de çok mutlu oldu. Verdiğim yazı hakkındaki görüşlerini şöyle açıkladı Hoca: “Bilebildiğim kadarıyla böyle bir deney dünya tiyatrosunda ilk kez oluyor. Bunu yazıya döküp yayımlatman çok iyi olmuş. Tiyatro tarihine ait çok önemli bir belge bu.”
Aynı şeyi değişik biçimde yönetmen dostum Yılmaz Onay da söylemişti bana. 12 Eylül’de tutukluyken yaptığımız tiyatro çalışmalarını kendisine anlattığımda o da konuştuklarımı kesinlikle yazıp bir dergiye göndermemi, bu konulanların belge olabilmesi için yazıya dökülmesi gerektiğini, böyle bir deneyin dünya tiyatro tarihi için çok önemli olduğunu söylemişti. Olay neydi de bu iki önemli tiyatro adamını heyecanlandırmıştı?
12 Eylül’ün o karanlık günlerinde ülkemizin illerinden birinin emniyet müdürlüğünde kurulan işkence tezgâhlarından insanlar geçirilirken, yine bir avuç insan aynı yerde çok değişik şeyler yapmış, bir amatör tiyatronun temelini atmıştı. Bu sözünü ettiğim emniyet müdürlüğünde resmi rakamlara göre üç, gayri resmi rakamlara göre çok daha fazla insan sorguları sırasında ölmüştü; Dostum Avukat Ahmet Hilmi Feyzioğlu da bu ölenlerden biriydi.
Elli gün olmuştu operasyon başlayalı. Polisler işlerinin bittiğine, yahut ellerinden başka şey gelmeyeceğine inandıkları için operasyonları ve sorguları bitirmişlerdi. Elli gün önce, ilk alınan ve o günden beri gözleri bağlı olan kişiyi, diğer arkadaşlarının kaldığı nezarethaneye indirdiklerinde, bu saçı sakalı birbirine karışmış, gözbağından kurtulup günler sonra gözlerine dolan ışıktan rahatsız olan orta yaşlı adam gördüklerine baştan inanamadı. Çoğunun yüzünü ilk kez gördüğü kalabalık, baştan kendisini meraklı bakışlarla süzmüşler daha sonra da ona nezarethanede bir şilte ve bir yastık vererek rahat etmesini sağlamışlardı.
Senin için bir şeyler hazırladık diyen, daha önce tanımadığı gençler, gerçekten başarılı birkaç skeç ve parodi gösterisi yaptılar. Oyunları Daha çok Aziz Nesin fıkralarından uyarlanmıştı. Orta yaşlı adam çok yorgun olduğu için gözlerinin kapanmasına engel olamayıp uyudu. Uyandığında kendisine o gösteriyi yapan gençlerle tanıştı, hepsi çeşitli fabrikalarda işçi olarak çalışıyorlardı.
Nezarethanenin kapısına nöbetçi koyarak bir gösteri daha yaptılar gençler. Gerçekten çok yetenekliydiler, profesyoneller gibi oynuyorlardı. Hiç birisi doğru dürüst tiyatroya da gitmemişti.
Aradan on üç gün geçti, her gün çeşitli gösteri yapan bu gençler in bulunduğu grubun içinde açlıktan, yorgunluktan ve havasızlıktan peş peşe dört kişi düşüp bayılınca, emniyet müdürlüğünden askeri birliklere sevk edildiler. Buraya geçici olarak yerleştirilen grup daha sonra da Gölcük’e Donanma Komutanlığına gönderilecekti. Doksan iki kişi bir koğuştaydılar. Gösterilerini burada sürdüren oyuncu grubunun repertuarları tükendiğinden aynı skeç ve parodileri yinelemeye başlamışlardı; bu da izleyicilere eski coşkuyu vermiyordu.
Sorgudan en son indirilen orta yaşlı adam düşündü. Bir şeyler yapmalıydı. Kendisine, Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil de içlerinde olmak üzere birçok dostu bir şeyler yazmasını önermişlerdi. Bu önerileri çeşitli bahanelerle kabul etmeyen adam, şimdi uzun yıllar hapis yatacağını da düşünerek bir şeyler yazmanın tam sırası diye düşündü. Örneğin kısa bir komedi yazarak böyle bir şeye başlayabilirdi. Üstelik tiyatro sanatına yabancı değildi. Bir şirkette Muhasebe Müdürlüğü yaparken, Çağdaş Sahnede arkadaşlarının ricasıyla asıl işine ek olarak şirket müdürlüğü yapmış, bu sıralarda Yılmaz Onay kendisinden oyun yazmasını istemiş, o böyle bir şeyi kabul etmemişti. Şimdi bir şeyler yazmayı düşünüyordu ama, ne kalem ve ne de kağıt vardı, olsa bile askerler yazdırmazlardı. Birlik komutanlığından ailelerine mektup yazmak için kâğıt kalem istediler. Aldıkları kâğıtlardan bir kısmını ve kalemlerden de birini sakladılar. Oyuncular çok heyecanlıydılar, yazılı bir metni sahneleyip oynayacaklardı. Bir de ad bulmuştu Orta Yaşlı Adam onlara: “BİT”. Topluluğun adının açılışı şuydu: “Bursa İşçi Tiyatrosu.”
Oyunu yazıp bitirmişti Adam. Yatak olarak kullanılan kampetleri yığdıkları bölümün arkasında kendilerine bir prova yeri ayarlayan BİT topluluğu provalara başladıkları gün askerlerce koğuşları basılıp arama tarama yapıldı. Oyunun tekstini kampetlerin altına doğru fırlattılar. Bulunamaz sandıkları oyun metnini askerlerden biri görüp çıkardı ve başlarındaki başgardiyan olarak görev yapan çavuşa verdi. Umutları yıkılmıştı ve onun da ötesinde kuralları çiğnedikleri için cezalandırılabilirlerdi. Beklemekten başka çare yoktu, onlar da öyle yaptılar ve beklemeye başladılar. Bu arada da koğuş sözcüsünü Başgardiyana gönderip bir yoklama yapmasını istediler.
Koğuş sözcüsü yarım saat sonra elinde oyun tekstiyle dönünce çok sevindiler. Koğuş sözcüsü, Çavuş’un odasına girdiğinde, yanında iki erle Çavuş, yazılan skeci okuyor hep birlikte kahkahalarla gülüyorlarmış. Koğuş sözcüsünü görünce hemen ciddileşip metni saklayan Çavuş yanındaki erlere dışarıya çıkmalarını söylemiş. Koğuş sözcüsü arkadaşları manzarayı görünce biraz rahatlamış, metinde ne yazıyor acaba onları bu denli güldüren, diye de merak etmekten kendisini alamamış. Metni geri isteyen sözcüye Çavuş: “Böyle şeyler burada yasak, idareye vermezsem bu metni benim başım belaya girer,” demiş. Sözcü, böyle bir şeyin yasaklığının saçmalığından söz ederek karşısındakini ikna etmeye çalışırken, Çavuş gülmüş ve: ” Boşuna yorulma be Hoca, ben de devrimciyim. Üstümüzde böyle asker elbisesi olduğuna bakma,” demiş ve teksti hocaya verirken:”Dikkatli olun, hem benim, hem de kendi başınızı derde sokmayın,” diye tembihlemiş.
BİT topluluğu skeci oynadığında çok beğenilince hemen Orta Yaşlı Adam’a ikincisi sipariş edildi. Adam, bu kez bir oyun yazmaya karar verdi. Çavuş’un yardımıyla kağıt kalem de bulundu. Çavuş kendisi gibi sosyalist olan bu topluluğun 12 Eylül koşullarında böylesine mutlu olduklarını görünce çok sevinmişti. İki askerle birlikte kapı aralığından o da izlemiş skeci, tutuklulardan daha çok gülmüştü. İkinci oyun bir yandan yazılıp bir yandan da yazıldığı kadarıyla prova yapılıyordu. Anlaşma gereği Çavuş’un başının komutanlarıyla derde girmemesi için, oynanmak için yazılanlar oyuncular tarafından hemen ezberleniyor ve ezberlendikten sonra da metinler küçük küçük yırtılıp helâya atılıyordu. Oyunun adı: “Ali Havran Doğru Davran” dı. Bu oyunun yazılmasının amacı bir yandan gülmeye çok gereksinimi olan tutukluları güldürürken bir yandan da Komün yaşamındaki aksaklıkları gidermekti. İnsanların çoğu komün yaşamı nedir, kolektif yaşam nasıl olur bilmiyorlardı.
İkinci oyun da çok beğenildi. Tutuklularla birlikte levazım bölüğünün on iki askeri de izlemişti oyunu. Üçüncü oyun yetişir miydi acaba? Önleri bayramdı, ilk bayramları buruk geçecekti, bunu çok iyi biliyordu Orta Yaşlı Adam. Hiç vakit geçirmeden üçüncüyü yazmaya başladı. Gece yazıyor ve hemen sabahın erken saatinde sahne çalışmasına koyuluyordu. Tüm koğuş heyecanla yeni oyunu beklerken Levazım Birliği askerleri de aynı heyecanlı bekleyiş içerisindeydiler. Bölükteki askerler oyunu izleyebilmek için Çavuş’un gözüne girmeye çalışıyorlardı. 12 Eylül’ün diğer askeri birliklerine benzemeyen bu levazım bölüğü ve sosyalist Çavuş sayesinde günler çok zor geçmiyordu. Ancak bazılarının gözaltına alınışı 90 günü geçmiş, halen Yargıç karşısına çıkarılmamışlardı. “Anneni öpen kadı, kimi kime şikâyet edeceksin,” günleri yaşanıyordu tüm ülkede. Evren ve çevresi duysa “beslemeyip astıkları” içeride tiyatro yapıyorlar ve ağız dolusu gülüyorlar, ne derlerdi acaba?..
Bayramdı ve oyun vardı yine Levazım Birliğinde. Oyunun anonsunu yapacak olan arkadaşları gereken bilgileri yazarken doğal olarak oyunun adını sormuştu Orta Yaşlı Adam’a. Adam öylece kaldı; gülsün mü ağlasın mı bilemiyordu. Öylesine zahmetle hazırladıkları ve on dakika sonra oynanacak olan oyunun adı yoktu. Oyunun adını koymayı unutmuştu telaştan. Çok düşünmediler ve oyunun adını oracıkta koydular: “Adsız Oyun”.
O akşam koğuş sakinlerinin dışında otuz yedi levazım askeri daha vardı salonda seyirci olarak. Sahnenin iki yanındaki pencerelerden de iki nöbetçi izliyordu oyunu sırtlarında tüfekleriyle. Oyunun ortasında nöbetçilerden biri dayanamayıp kötü adam rolündeki, Reno işçisiyken tutuklanan Zekeriya Çölok’un(Ayberk Çölok’un amcasının oğlu) yaptığı haksızlığa dayanamayıp öyle bir küfür savurdu ki, tüm gözler kendisine çevrilince utandı ve pencereden inmek zorunda kaldı ve oyunun kalanını izleyemedi.
Tiyatroları rüştünü ispatlamıştı artık. BİT diye bir topluluk vardı. Önemli olan Orta Yaşlı Adam’ı ve oyuncuları gidecekleri yerlerde birbirlerinden ayırmamalarıydı. Reno, Mako, Sifaş, Polilen, Siemens işçileri hem kendileri eğleniyor ve hem de arkadaşlarını eğlendiriyorlardı. İnsanlar arasında geçen olayları, insandan insana amatörce anlatıyorlardı. Hakim sınıfların çağlar boyuncu korkup yasakladıkları, ülkemizde halen yasaklanan tiyatro sanatını ülkenin en tehlikeli insanları, yani Komünistler 12 Eylül koşullarında yapabiliyorlardı. Gerçekten devlet böyle insanları beslememeliydi!..
Bazıları gözaltına alınalı doksan dokuz gün olmuştu. Bu süre içerisinde Yargıç karşısına çıkarılmamışlardı. Birer dilekçe yazdılar ve komutanlığa verdiler. Dilekçeler yerini bulmuş, yasal hakları olan doksan günde yargıç karşısına çıkarılma istekleri kabul edilmişti.
Yargıç karşısına çıkarıldılar ama onun yüzünü göremediler. Pencereden dışarıya bakan yargıç arkası dönük olarak hiç yüzlerine bakmadan tutukluluklarını ensesiyle yüzlerine karşı okudu. Tam BİT için bir parodi malzemesiydi bu. Fırsatı kaçırmayıp, kısa zamanda böyle bir mahkeme sahnesi yazıp oynadı topluluk.
İkişer ikişer zincirlenip Gölcük’e doğru yola çıkarıldıklarında, Mustafa Palaz, Zekeriya Çölok, Bülent Yalçın, İnegöl’den Ender, Mehmet Düzgün, Mudanya Siemens’ten Kostik Nuri ve diğerleri Adsız Oyun’un ezberlerindeki repliklerini birbirlerine fısıldıyorlardı. Diğer arkadaşları fısıldananları duydukça mutlu mutlu gülümsüyorlardı. Onları Gölcük’e götüren polisler durumu anlamaya çalışıyorlardı ama bir şey anlayamıyorlardı. Hapis yatmaya değil de sanki düğüne gider gibi halleri vardı otobüsteki birbirlerine zincirlenmiş olan bu insanların…
Orta Yaşlı Adam, dudaklarda gülücüklere, polis otobüsünün içerisinde uçuşan repliklere baktı. Onca ısrara karşın niye bugüne dek yazmadığını düşünüp üzüldü. Dertlerini unutup birbirlerine oyunlarla ilgili esprileri fısıldayarak anımsatan ve ağız dolusu gülen arkadaşlarına bir süre sessizce baktı ve: “İyi ki yazmaya başlamışım.” dedi kendi kendine…