Fikirtepe’nin daracık sokaklarına güneş ancak öğlen saatlerinde düşer. Fahri işe çıktığında, aynı döndüğündeki gibi, karanlıktır sokaklar. Bu saatlerde siyah beyaz fotoğraflardan çıkmış gibidir, ucu kırık kaldırım taşları. Fahri’nin giysilerine bakarak anlayamazsınız mevsimleri. Kışla yazı, karla güneşi ayıran bir süveter ya da ince bir monttur üzerindeki.
Fahri, her gün olduğu gibi o gün de, saat altıda çıktı sokağa. Karşı kaldırımdaki eczanenin bahçesine bıraktığı tekerlekli taşıyıcısını arkasına alıp, yola koyuldu. Gözü, yeni açılan halı sahadayken, ayakları kendiliğinden yanyola çıktı. Futbol sahasının yanındaki okuldan, birazdan bahçeyi dolduracak çocukların seslerini duydu. Bahçe şimdilik boştu. Issız bir mahalledeki, bu terkedilmiş eski bina, biraz sonra gelecek yüzlerce çocuğun gözleriyle şimdiden ışıyordu. “Bizim kız, kahvaltıda ne yiyecek” diye düşünürken, her gün kollarını ağrıtan yokuşun başında buldu kendisini. “İyi çıkmışım lan” diye geçirdi içinden. Kaldırımsız yolda, iki yönden gelen arabaların arasında sıkışa sıkışa ilerledi. Sırtındaki taşıyıcısına sürte sürte geçen taşıtların açık camından gelen küfürleri duymadı. Duysaydı eğer, anında yanıt verirdi: “Cehennemin dibine kadar yolu var”. Mandıra caddesini geçip, yokuştan aşağı, küçük adımlarla yürüdü. Yokuş çıkarken kollarına asılan yük, inerken sırtına biniyordu. Neyse ki çuvalı boştu taşıyıcının da, kendini yokuşun eğimine bırakabildi. Araba tamircilerinin hizasına gelince, farkına varmadan gülmeye başladı, gözleri rengarenk oldu. Hızlıca çevreyi taradı, arkadaşı ortalarda yoktu. Tamirci çıraklarıyla hoş beşe dalmış olmalıydı. Seslendikten sonra biraz bekledi. Yakınlarda olsaydı eğer, karşı sokaktan çıkar, “tamam gördüm” der gibi başını sallar, uzaktan bir selam verip, sohbeti bırakır, yanına gelirdi.
Tam altı yıldır birlikte kağıt topluyorlardı. Bugüne kadar aralarına ne bir dargınlık, ne bir kırgınlık girmişti. Çalışırken yedikleri, içtikleri ortaktı. Ortaktı, yüzlerini gölgeleyen yalnızlıkları. Aylardan Ocak olmasına karşın, sıcak sayılabilecek bir hava vardı. Fahri, beklemekten vaz geçip yavaş yavaş yürümeye başladı. “Herhalde uyuyakaldı, artık yukarı mahallede beni yakalar” deyip işine koyuldu.
Önce hafif bir tekme sallayıp elindeki demir şişle balıkçının yanındaki çöpü karıştırmaya başladı. Daha sabah mahmurluğunu üzerinden atamamıştı. Bu saatlerde en korktuğu şey, çöp tenekesinden fırlayacak bir kediydi. Yazgıları tuhaf bir biçimde kesişse de, kedilerle pek anlaşamazdı Fahri. İçi yemek dolu torbalara elindeki şişle çaktırmadan bir delik açar, işi biten çöplerin kapaklarını da unutmuş gibi açık bırakıp giderdi. Arkasından gelen kediler, Fahri’nin sayesinde karnını doyursalar da, bu durum onlarda bir minnet duygusu yaratmazdı. Geçenlerde elini derince çizip kanatan kara kediden sonra, bir hafta boyunca çöplerin kapağını kapattı ama daha sonra bağışladı onları. Hem kedilerin öğrenmeye niyetleri yoktu, hem de kış vakti kimse aç kalsın istemezdi Fahri.
Cebinden çıkardığı ekmeği köşe başındaki çaycının yanında yemeye başladı. Çayocağı hemşerisine aitti. Üzeri kirli olduğu için içeri girmez, hemşerisini zor durumda bırakmadan kapının önünde içerdi çayını. Kahvaltısı da bitince ara sokaklar boyunca dolanmaya başladı. Çöplerin içinde, eğile kalka kağıtları, plastikleri topluyordu. Minibüs yoluna çıkarken, aniden kalbi sıkıştı, zor bela kaldırım kenarına attı kendini.
– Üç kuruşluk karı için sabah akşam çöp karıştırmaya değer mi oğlum, karı adını kavata çıkardı senin…
– Karı sana boynuz taktıkça, sen daha çok çalışıyorsun. Uyan oğlum, uyan…
Beyninde yankılanan sesler giderek uğultuya dönüştü. Geçen ay komşusu Remzi, karısının kırtasiyeciyi eve aldığını söyleyip, senin için Hamit’ten bir silah bulabilirim demişti. İki gün sonra elinde silahıyla evinin önüne gelip, kapıyı araladığında, karısını görmüştü kırtasiyeciyle. Elleri tutulmuş, ne yapacağını şaşırmıştı. Suçlu kendiymiş gibi onlara duyurmadan kapıyı hafifçe çekmiş, kapıda bekleyen Remzi’nin önünden kaçarak dışarı gitmişti. Silahı, aşağı mahalledeki parkta bir ağacın altına gömüp, işine dönmüştü. Akşam eve geldiğinde sokakta komşularının kendisine gülümseyerek baktığını fark etti: Ne çabuk duyulmuştu. En zoruna giden ise o günden sonra kırtasiyecinin kendisine gösterdiği anlaşılmaz yakınlıktı.
O gün bugündür, evden daha erken çıkıp, daha geç dönmeye başlamıştı, Fahri. Kimsenin yüzünü görmek, kimseyle konuşmak istemiyordu. Ertesi sabah buluştuklarında çay ocağının önünde olanı biteni arkadaşına anlatmıştı. Anlattıkça gözleri büyümüş, sesi çatallaşmış, bayılacak gibi olmuştu. O anda başından omzuna kayan sıcaklığı duydu: Arkadaşı karısına orospu, kendine kavat demek yerine, başını başına yaslamıştı. O günden sonra bir daha bu konuyu konuşmadılar.
Yaşam sadece kötü günlerden mi örülür. Çöpten buldukları, kapağı sedeften fotoğraf albümünü antikatıcıya götürüp yüklüce parayı aldıkları günü anımsadı. Gelen geçenin meraklı bakışları altında, merkezdeki meyhanenin dışarıdaki masasına kurulmuş, sokak lambalarına karışan ayışığının altında saatlerce yeyip içmişlerdi. O akşamki yaprak sarmasının tadı, damağına geldi. On dakika önce yemiş gibi tazeydi belleğinde.
Kağıt ile pet şişelerin çuvallarını ayrı ayrı açıp hurdacıya teslim ettikten sonra koşa koşa mahallesine döndü, Fahri. Hastalanmış olmalıydı arkadaşı. Pazar günleri de dahil altı yıldır her gün birlikte çalışmışlardı. Tanıştıkları günden bugüne kadar, bir kez bile gelmemezlik etmemişti. Fahri, “herhalde kötü hastalandı” diye düşündü.
Ekmek fırınının önüne gelince durakladı. İçerisi boşalınca, kapıdan ustaya seslendi:
– Bizimkini gördün mü?
– He gördüm, akşamdan üniformalı birileri zehir vermiş, sabah erken kimseler görmeden hepsini topladılar sokaktan.
Fahri’nin gözleri büyüdü. Yüzünde şaşırmıştan çok anlamazlıktan kaynaklanan bir ifade vardı. Birden, arabasını bırakıp tüm gücüyle koşmaya başladı. Dışarıdan bakınca bir hedefi varmış gibi bağıra bağıra koşuyordu. İnsanlar deli olduğunu düşünerek yolu açıyor, sesleri duyup dışarı çıkan dükkan sahipleri gerisin geri içeri giriyordu. Fahri, koşarak parka gitti, daha önceden gömdüğü silahını eşeleyerek topraktan çıkarttı. Hışımla kırtasiyeye girdiğinde kırtasiyecinin sırtı dönüktü. Seslendi. Kırtasiyeci titreyerek geri döndü.
Fahri, silahını adamın başına doğrulttu. Birkaç dakika boyunca böyle bekledi, sonra silahı kendi başına çevirdi. Kırtasiyeci donup kalmıştı. Silah kararsızlık içinde bir kendi yanına bir öbür yana dönüp duruyordu.
Silah yön değiştirirken dakikalar geçti. Bir el silah sesi duyuldu mahallede.
Ses, ara sokakların duvarlarında yankılandı.