İkinci kadehimi içiyordum. Sağımda oturan arkadaşımla birlikte gelmiştik bara. Arkadaşım diğer yanındaki, orta yaşlı, başına oksijen tüpü devrilmişcesine sarı saçlı bir kadınla konuşmaya başladığından ben de arkama dönüp salonda kimlerin olduğuna bakıyordum. Daha çok sanatçıların ve sanatçı olmak isteyenlerin geldiği bir bardı burası. Kapıdan giren adama takıldı gözüm. Elinde beyaz bastonuyla, bir adamın bara doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Gelen adam sanki gözleri görüyormuşcasına benim solumdaki tabureye doğru yaklaşıp oturdu.
Yanıma oturan, gözleri görmeyen bu adamın nasıl davranacağını merak ettiğimden ona doğru bakıyordum. Adam bana dönüp:
“İyi akşamlar,”dedi. Ben biraz şaşırmıştım; yanındaki taburenin dolu olduğunu bilerek mi böyle konuştu acaba diye düşündüm; otururken bana değmemiş, ben de herhangi bir ses çıkarmamıştım. Kendimi çabuk toparlayarak:
“İyi akşamlar beyefendi,” diye karşılık verdim.
Gözleri görmeyen adam garsona doğru dönerek lütfen bakar mısınız?” deyip bir rakı ve yanında da çerez istedi. Garson adamın istediklerini getirip önüne koydu. Daha sonra da yardımcı olmak için adamın elinden tutan garson:
“Devirmeyin, rakınız burada,” deyip onun elini rakıya doğru yaklaştırırken adam tepki gösterdi ve::
“Siz zahmet etmeyin, ben kendi işimi görürüm,”diye karşılık verdi garsona.
Rakısı içip çerezden de alırken yerlerini hiç şaşırmıyordu elleri. Ben büyülenmiş gibi bakıyordum yanımdakine. Bu arada da rakı içmeyi unutmuştum. Adam bana doğru dönüp:
“Siz içmiyor musunuz?” diye sordu.
“İçiyorum,”deyip kadehimi elime aldığımda da:
“Sağlığınıza,”deyip görüyormuşçasına bardağını bardağıma vurdu. Acaba görüyor mu bu adam diye düşünmeye başladığımda yeniden bana dönüp:
“Devamlı gelir misiniz buraya?” diye sordu.
“Ara sıra,” diye yanıtladım onu.
“Benim adım Bülent, sizinkini öğrenebilir miyim acaba?”
Adımı söyledim. Konuşmak istediğini anlamıştım onun. Ben de bir şeyler söyleyeyim diye geçirdim içimden, nereden başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum.
“Bu barın adını çok duydum, merak edip geldim bir göreyim diye.”
“İyi yapmışsınız.”
Ben yine düşünmeye başladım. Gözleri görmeyen bu adam nasıl görecekti acaba barı? Bir zoru mu var ki diye geçti aklımdan. Pek öyle bir hali de yoktu.
“Öbür yanınızdaki beyefendi reklâmları seslendiriyor değil mi?” deyince adamın arkadaşımı tanımasına iyice şaşırarak:
“Evet,”dedim ve yeniden düşünmeye başladım.
“Pek konuşkan değilsiniz sanırım?” deyince, adama ayıp olmasın diye bir şeyler söyleme gereğini duydum.
“Hayır hayır, buyurun konuşalım. Barlarda başka türlü nasıl zaman geçirilir ki zaten?”
“Benim burada ne işim var diye mi düşünüyorsunuz yoksa?”
“Yok canım, olur mu öyle şey? Sizin benden farkınız ne ki?
“Farkımız olmaz olur mu, körüm ben görmüyor musunuz?”
“Körler içki içmez diye bir kural yok ki?”
“Daha önce hiç kör bir kişi gördünüz mü barların nasıl olduğunu görmeye gelen?”
“Evet gördüm,”dedim. Gerçekten görmüştüm, onun gönlünü almak için söylememiştim bunu.
“Pekiyi niye şaşırdınız ben gelince? Halen şaşkınlığınızı atmış değilsiniz üzerinizden?”
Ne diyeceğimi bilemedim, adam doğru söylüyordu. O geleliden beri şaşkınlığımı atamamıştım üzerimden. Bir şeyler demem gerektiğini de biliyordum.
“Tavırlarınız ve konuşmalarınız görmeyen kişilere pek benzemiyor. Sanki her şeyi görüyormuşsunuz gibi?” Yanımdaki arkadaşımı da tanıdınız?
“Arkadaşınızı değil, sesini tanıdım.”
“Rakı bardağınızın ve çerezinizin yerini hiç şaşırmıyorsunuz?”
“Garson içkimi ve çerezi nereye koyduğunu duydum. Sesleri dinledim. Gözünüz görmediği zaman kulaklarınıza çok iş düşer.”
“Haklısınız,” dedikten sonra bir zamanlar başımdan geçen olayları düşündüm. Gözlerim uzun süre bağlı kaldığı zamanlarda benim de kulaklarıma çok iş düşmüştü. Ayak seslerinden bana doğru gelenin kim olduğunu anlardım. Elli gün gözlerim bağlı olarak yemiştim yemeğimi; ekmeğin zeytinin ve peynirin yerini hiç şaşırmadan. Hatta cezaevinden çıktıktan sonra arkadaşlarla gittiğimiz bir restoranda sorguculardan birini sesinden tanımıştım.
“Daldınız?”diyen gözleri görmeyen adamın seslenmesiyle kendimi toparladım.
“Evet. Ben de bir zamanlar kulaklarıma gözlerimin görevini yüklemiştim.”
“Anladım?”
“Neyi anladınız?
“Sorguda kalmışsınız.”
“Nasıl anladınız?”
“Gözler sorguda bağlanır.”
“Kaza geçirmiş olamam mı? O zaman da bir süre gözlerim bağlı kalabilir.”
“Haklısınız da, öyle durumlarda kulaklara fazla iş düşmez, hastanede ya da evinizdesinizdir, yaklaşan ayak sesleri sizi sorgulamak için gelenlere ait değildir, onun için de pek umursamazsınız ayak seslerinin kime ait olduğunu.”
“Haklısınız sanırım. Bir mesleğiniz var mı?” diye sorduktan sonra yanlış bir şey yapıp yapmadığımı düşündüm. Kör adam ne iş yapabilir ki diye yanıt vermesinden çekindim.
“Niye üzüldünüz bunu sorduğunuz için?”
“Üzüldüğümü nasıl anladınız?”
“Var mı sözcüğü ağzınızdan zor çıktı, az daha gerisin geriye gönderecektiniz geldiği yere.”
“Sizden bir şey saklamak zor gerçekten, bu soruyu sormakla yanlış mı yaptım diye düşündüm gerçekten.”
“Niye yanlış olsun ki? Benimle ilgili aklınıza gelen her şeyi hiç çekinmeden sorabilirsiniz. Mesleğim avukatlık.”
“Avukatsınız demek?”
“Evet. 12 Eylül’de gözleri bağlanan bazı arkadaşların davalarına da girmiştim.”
“Doğuştan mı, yoksa sonradan mı böyle oldunuz?”
“Doğuştan.”
“Yani hiç insan yüzü görmediniz?”
“Evet. Ama içlerini çok gördüm insanların. Ses tonlarından onların karakterlerini, ne düşündüklerini, hatta yüzlerinin biçimini anlayabiliyorum.”
Söyleşi hoşuma gitmişti. Epeyce konuştuk yanımdaki gözleri görmeyen bu adamla. Zekâsı ve kültür düzeyi hiç de fena değildi. O üçüncü kadehi, bense dördüncüyü içiyordum. Bir ara, biraz ötede konuşan bir aktörün yerini eliyle işaret ederek sordu:
“Bu konuşan Atatürk filminde oynayan aktör değil mi?
“Evet.”
Barda oturan, televizyon dizilerinde ve reklâmlarda sesi duyulan tüm oyuncuları yanılmadan saydı gözleri görmeyen arkadaşım. Bu da ilgimi çekmişti. Nasıl bilebilirdi ki bunları? Gözleri görmediği için izleyemezdi televizyonu? Ne istersen sorabilirsin dediği için bunu da sormak istedim. Adamın körlükten dolayı aşağılık duygusu olmadığını da anlamıştım.
“Bu sesleri nasıl tanıyorsunuz?”
“Televizyondan.”
“Televizyondan mı?”
“Evet. Yine şaşırdınız?”
“Siz göremiyorsunuz ama?”
“Duyuyorum ya? Bazı görüntülerde eşim ve çocuklarım yardım ediyor. Ayrıca, filmdeki müziğin de yardımı oluyor sahneleri gözümde canlandırmama.”
“Oyuncuların bedenini, yüzünü nasıl canlandırıyorsunuz. Bir de çevre görüntüsü var?
“Karakterleri seslerinden biçimlendiriyorum. İnsan biçimini görmediğiniz halde nasıl biliyorsun diye sormayacaksınız sanırım. Benim bir biçimim olduğu gibi, her akşam birlikte yattığım eşimin ve oğlumla kızımın da biçimleri var. Onun için insanları değil de çevreyi betimlemelerini eşimden ve çocuklarımdan rice ediyorum.”
“Size bir rakı ısmarlayabilir miyim?” diye sordum.
“Bardağımda üç parmak daha rakı var, bittikten sonra söylersiniz.”
Gözüm adamın bardağına gitmişti, gerçekten üç parmaktı bardağındaki rakı, ne eksik ne de fazla. Bir süre şuh bir kahkaha atan kadının konuşmasını dikkatle dinledikten sonra bana dönüp:
“Çok güzel kadın değil mi şu konuşan?”dedikten sonra adını söyledi şuh kahkaha atan oyuncu kadının.
Sözünü ettiği kadın gerçekten sinemamızın en güzellerinden biriydi. Herhalde kocam nasıl olsa görmüyor diye eşi kıskanmadan anlatmıştır güzelliğini sesinden tanığı bu kadının diye düşündüm. Yine de sormadan edemedim.
“Evet, size kim söyledi onun çok güzel olduğunu?”
Bu kez gözü görmeyen adam bir kahkaha patlattı. Geleliden beri bizimle ilgilenmeyip yanındaki kadınla sohbet mi yoksa kavga mı ettikleri anlaşılmayan arkadaşım, ne oluyor diye baktı gözleri görmeyen adama. Garson az daha elindeki dolu rakı bardağını düşürecekti şaşkınlıktan.
“Çok mu komik bir şey söyledim?”
“Evet.”
“Nedir bu kadar komik olan?”
“Nereden anladınız kadının çok güzel olduğunu?”
“Böyle bir kahkahayı ancak güzelliğine çok güvenen kadınlar atabilir. ”
“Kendine güvenen kişilik sahibi kadınlar atamaz mı?”
“Onlarınki bir volüm düşüktür bu kadınınkinden.”
“Neden?
“Çevrelerinin dikkatini çekmeye gereksinimleri yoktur kendilerine güvenen kişilik sahibi kadınların.”
“Anlaşılan senden çok şey öğreneceğim bu akşam ben?”
“Yok canım, o kadar da değil. Siz bir iş yapıyor musunuz, yoksa emekli misiniz?
“Emeklilik yaşında olduğumu anladınız?
“O en kolay iş, ses tonunuz bunu anlatıyor.”
“Ben yazarım.”
“Yazar mısınız?”
“Evet, niye şaşırdınız o kadar?”
“Bir yazarla sohbet edeceğimi düşünmemiştim buraya gelirken, hoşuma gitti bu.”
“Pek önemli bir yazar sayılmam.”
“Ne yazıyorsunuz?”
“Daha çok oyun yazıyorum.”
“Karakterleri nasıl yaratıyorsunuz?”
“Bir biçimde yaratıyorum işte.”
“O şuh kahkahayı atan kadının çok güzel olduğunu söylediğim de şaşırdınız. Oyun yazarlarının şaşırmaması gerekirdi.”
“Haklısınız sanırım. Dedim ya sizden çok şey öğreneceğiz.”
Beni kırdığını sanarak özür diledi. Yanlış yaptığını düşünerek onarmak için bir şeyler daha söyledi. Sonra da söyleşimiz yazarlık üzerine sürdü. Çevredekilerin dikkatini çekmiş olacak ki bu gözleri görmeyen adamın söyledikleri birçok kişinin bakışları bizim olduğumuz yere çevrildi. Benim ısmarladığım rakı da bitmek üzereydi. Bir tane daha rakı ısmarlamayı önerdim, kabul etmedi. Vaktinin dolduğunu, dört kadeh içmek için geldiğini, on beş dakikaya kadar kalkacağım dedi. Kartını bana verdi ve istediğim zaman kendisini arayabileceğimi söyledi. Biraz düşündükten sonra:
“Radyo oyunu da yazıyor musunuz, arkası yarın gibi örneğin?”
“Öyle bir oyunum oynamıştı Ankara radyosunda.”
“Adınızı şimdi anımsadım,” deyip arkası yarın türündeki oyunumun adını söyleyip konusunu anlattı.
Bir süre önce görmeyen arkadaşımın sol yanındaki boşalan tabureye pop şarkısı söyleyen, aynı zamanda bir televizyonda kanalında program yapan bir bayan oturmuştu. Oturalıdan beri merakla bizim konuşmalarımızı dinliyordu. Gözleri görmeyen arkadaşımın koluna dokunarak ona:
“Merhaba,”dedi.
“Merhaba hanımefendi, iyi akşamlar” diyerek karşılık verdi arkadaşım.
“Bu kadar şeyi nasıl bilebiliyorsunuz?”
“Niye bilmeyeyim?”
“Gözleriniz görmüyor ama?”
“Beş duyumdan yalnızca biri gözlerim.”
“Öyleyse beni tanıyın da göreyim?”
“Pop şarkıcısınız, televizyonda bir eğlence programı yapıyorsunuz değil mi?”
“Evet ama nasıl bildiniz? Gaipten sesler mi alıyorsunuz yoksa?” diye soran kadın küçük dilini yutacak denli şaşırmıştı kendisine verilen bu yanıta.
“Üzgünüm, size bunu anlatacak kadar vaktim yok. Biraz daha erken gelseydiniz yanımdaki arkadaşımla konuştuklarımı duyup anlardınız.”
“Bu kulaklarla bir de gözleriniz görseydi çok iyi bir müzisyen olabilirdiniz, yazık olmuş size,” diyerek sanki onu övüyormuş gibi, aslında patavatsızca bir laf etti popçu bayan.
“Müzisyen olmak için gözlerin görmesine ne gerek var ki hanımefendi?”
“Nasıl yani?”
“Siz Ray Charles’ı bilmiyor musunuz?”
“Hayır, müzisyen mi o?”
“Evet. Pekiyi, Muammer Ketencioğlunu tanıyor musunuz?”
“Muammer diye bir müzisyen tanıyorum ama soyadı Ketencioğlu değil onun.”
“Siz Metin Şentürk’ü kesin tanırsınız?”
“Çok iyi tanırım, program da yaptım onunla.”
“Bu saydıklarımın hiç birinin gözleri görmüyor ama?”
“Müzisyen olduktan sonra gözlerini kaybetmiş olmasınlar; bunu hiç düşündünüz mü?”diyen kadının yüzüne bir süre gülümseyerek bakan gözleri görmeyen adam:
“Sizin amacınız körleri müzisyen yapmamak sanırım hanımefendi,” deyip bana döndü arkadaşım. Güzel popçu ona küçümseyerek bakıp başını diğer yana çevirdi. Bir süre daha sohbet ettik gözleri görmeyen avukat arkadaşımla.
Tam on beş dakika sonra bardağındaki kalan rakısını içip hesabını ödeyerek bana iyi akşamlar diledi. Ben onu yolcu etmek için ayağa kalktığımda:
“Otur lütfen rahatsız olma,” deyip elimi sıktı, “sizinle olmak güzeldi. Oyun karakterlerinizi yaratırken daha dikkatli olun,” dedikten sonra kapıya doğru bir kaç adım attı ve geriye dönüp: “Sesler önemlidir, unutmayın.” dedi.
O gittikten sonra bir süre etkisinden kurtulamadım. Hesabımı ödeyip dışarı çıktığımda bir süre dalgın dalgın yürüdüm. Çöpleri karıştıran bir köpeğe çarpınca oraya kadar çevreme bakmadan yürüdüğümü anladım. Kör gibiydim sanki. Biraz sonra da arkamdan gelen taksinin kornasıyla korkup yaya kaldırımına attım kendimi. Taksici:
“Kör müsün be adam, çevrene baksana biraz,” diye bağırdı…