Uyku tutmuyordu bu gece. Tutacağa da benzemiyordu. Uyuyabilmek için bir kaç saattir kapalı tuttuğu gözlerini açtı. Sokak lambası yatak odasını epeyce aydınlatıyordu. Duvarda yarış otomobili gibi hız yapan ve kendisine doğru gelen tahtakurusunu gördü. Sağ elinin işaret parmağını, biraz da tiksinerek bastırdı tahtakurusunun üstüne. Yataktan yere uzanıp, kanlanan elini eski kilimin ucuna sildi.
Karısı da çok üzgündü bu akşam. Dünürleriyle ilgili haberi verirken öylesine çaresizdi ki. O da biliyordu Ali Usta’nın yapacağı hiç bir şeyin olmadığını. Öyle de olsa söylemek zorundaydı kocasına. “Çok bekledik, iki aya kadar düğün yapmazsanız nişanı bozmak zorundayız,” demişti damatları olacak çocuğun annesi. Oğlan evinin durumu çok iyiydi, bir değil birkaç düğün birden yapabilirlerdi. Ama kendileri?.. Karınlarını doyuracak ekmeği zor buluyorlardı. Ali Usta, o akşam karısının dünürleriyle ilgili verdiği haberi, sessizce ve çaresizlik içinde dinlerken, yüreği acıyla burkulmuştu…
Bir ara karısını uyandırıp aklına gelen çareyi onu da söylemeyi düşündü. Duyduğuna göre, oğlan kızı çok seviyormuş. Kız, “Kaçır beni,” dese, oğlan yapardı bu işi belki?.. Bir an aklına yatar gibi olan bu düşünce, daha sonra çok rahatsız etti onu. “Bu durumlara da mı düşecektin Ali Usta” diye mırıldandı kendi kendine…
Pencereden dışarıya bakıp başka şeyler düşünmek istedi. Kızın işini unutup uyumak istiyordu. Yarın erkenden atölyesine gidip, umutla postacıyı bekleyecekti yine. Ay ışığının aydınlattığı Tophane sırtlarına bakıp daldı. Çocukluğu buralarda geçmişti. Kendisinden iki yaş küçük olan karısını, çocukluğunda buralarda oynarken tanımıştı. Yirmi yıllık evli olduğu Ayten’i çok severdi. Güzel de sayılan karısı, iyi huyunun yanında ayrıca ekonomik mucizeler yaratan bir kadındı. Hiç bir gün dert yanmamıştı yoksulluktan. Bir de onun dırdırı olsaydı çıldırırdı bu son zamanlarda Ali Usta.
Bu gece Bursa’nın ünlü lodoslarından biri esiyordu yine. Ev hafif hafif sallanıyordu. İki katlı bu eski ahşap ev, bir süre daha onarılmazsa sert bir lodosta yıkılacaktı. “Kaynanamı mı üst kata alsak acaba?” diye mırıldandı Usta. Sert bir lodosta üst katın daha tehlikeli olduğunu biliyordu. “Bu insanlığa sığmaz, hem böyle bir şeyi nasıl anlatabilirim karıma?” diye ikinci kez mırıldandı. Babasından kalan bu eski evden ötürü kira vermiyorlardı, kaynanasının üç aylık dul maaşıydı son zamanlarda kendilerini açlıktan kurtaran. Böyle bir şeyi aklına getirdiği için utandı.
Anlamıştı, bu akşam uyku tutmayacaktı. Kızının durumunu unutur gibi oluyor, yarınki postacı takılıyordu aklına. Haberi bir getirse postacı, kızının düğününü yapamasa da bir kaç ay adam gibi geçinirlerdi alacağı parayla. Ürkmüş yılkı atları gibi dolu dizgin üstüne gelmekte olan iki tahta kurusunu aynı anda öldürdü. Yatağında doğrulup lambayı yakmayı düşündü. Işığı gören tahta kuruları kaçıp yuvalarına saklanırlardı. Karısını düşünüp bunu yapmaktan vazgeçti. Mışıl mışıl, ne güzel de uyuyordu yanında. Eğilip karısının hafif terli, beyaz boynunu öpmek istedi; onu uyandıracağından çekinerek kendini tuttu ve düşündüğünü yapamadı.
Bunu hesap edememişti; strateji uzmanı bir tahta kurusu başarılı bir şekilde gelip ensesini ısırmıştı. Öyle yanmıştı ki haşerenin ısırdığı yer. Onu suç üstü yakalayabilmek için var gücüyle bir tokat patlattı ensesine, çıkan sese fırlayarak uyandı karısı. Ali usta bir yandan da kendi kendine söyleniyordu, “Ulan, yazıklar olsun be Ali, bir haşarat ilacı alamıyorsun da…” Tokadın sesine uyanan kadın kocasına bir süre bakıp, “Yine aynı şeyi yapıyorsun, kendi kendine konuşana ne denir bilirsin?” Karısını uyandırdığına üzülen Ali yumuşak sesle, “Kendi kendime konuşmuyordum be Ayten, görmüyor musun tahtakurularını?” diye yakındı. Kocasının perişan halini gören kadının da uykusu kaçmıştı; kalkıp o da yatağa oturdu. Ali Usta, “Saatlerdir uyuyamıyorum, karnım da öyle acıktı ki.” dedi bir çocuk masumluğuyla. Yatağından doğrulan karısı, “Bir pişirimlik tarhana olacaktı, gidip çorba yapayım bari,” deyip indi yataktan.
Çorbayı içtikten bir süre sonra karısı yatıp uyumuştu. Ali Usta yine dönüyordu yatakta. “Olmayacak Ali, kalk en iyisi,” dedi yüksek sesle. Yavaşça giyinip, gecenin bir vakti çıktı dışarıya. Yahşi Bey Sokağı’ndan Altıparmak Caddesi’ne inerken okul olarak kullanılan büyük binaya takıldı gözü. Eskiden burada Bursa’nın en lüks otellerinden biri vardı. Yanında sıra sıra duran faytonlara bakıp övünürdü çocukken Ali. En çok kendilerinin yaptıkları faytonlar dururdu otelin yanında. Babası Bursa’nın en iyi Fayton ustalarından biriydi. Yaptığı işe de delicesine aşıktı. O yüzden de, arkadaşları bu fayton işinin bir süre sonra ekmek yedirmeyeceğini anlayıp başka işlere geçtikleri halde, o, çok sevdiği mesleğini sürdürmek için direnmişti. Daha sonraları Ali, aynı babası gibi inat etmiş, Bursa’da tek fayton üreticisi olarak kalmış, yine de bu işi bırakmamıştı. Kendisi gibi bu işi yapan meslektaşları Bursa’da yeni kurulan Otomobil fabrikalarına, yaşları geçmek üzereyken kapağı atıp kurtulmuşlardı. O ise bu çok sevdiği işini terk etmemiş, umutsuzca eski günlerin yeniden gelmesini beklemişti.
İnce, uzun boylu, yaşına göre sırım gibi adaleleri olan Usta, son günlerde biraz çökmüştü. Altıparmak caddesinden yukarıya doğru çıkarken aynı eski günlerdeki gibi kır, doru, al atların çektiği süslü faytonlar geçiyordu yanından. Faytoncuların çoğu Ali Usta’yı tanıdıklarından ona el sallıyorlardı. Çatalfırın’ı geçtiğinde yanına yaklaşan sokak köpeğine göz ucuyla baktı. Paçalarına doğru yaklaşan köpeğe tekme atıp atmamayı düşünürken, kuyruk sallayıp yalandı hayvan. Ali Usta köpeğin aç olduğunu anlayıp, “Sen de mi faytoncusun Karabaş?” dedi yüksek sesle, arkasından da acı bir gülümseme dolaştı yüzünde. Yine, karısının bir süredir söylediklerini anımsadı. “Kendi kendine konuşma, deli olduğunu sanacaklar.” Karım haklı, bir gelse şu postacı, kendi kendime konuşmayı da bırakırım. Aylardır bir tek iş yapamadım, hem can sıkıntısından kurtulurum, hem de üç beş kuruş para geçer elimize,” dedi yine yüksek sesle…
Cumhuriyet Caddesinden Yıldırım’a doğru yürürken, sabah ayazı hafif hafif okşuyordu yanaklarını. Sabahın ilk ezanı Yıldırım Camisinden geliyordu. Sokaklarda insanlar tek tük görünmeye başlamışlardı. Yanından geçtikleriyle karşılıklı selamlaşıyorlardı. Dayıoğlu hamamının yanına geldiğinde genel ev sokağına doğru saptı; buradan giderse kestirmeden varırdı atölyesine. Gündüzleri, görenler yanlış anlar diye bu sokaktan geçemiyordu. Kız Yakup Mahallesi’nden aşağıya doğru, yürürken gözü genelevin bulunduğu çıkmaz sokağa kaydı. On dokuz yaşında gitmişti ilk kez oraya. Yaşı yirminin altında olduğundan kapıdaki bekçiye içerideki kadına vereceği kadar parayı rüşvet olarak vermişti. Yaşamı boyunca o günkü kadar heyecanlandığını hiç anımsamıyordu. “Fayton ustasıyım,” demişti odasına çıktığı kadına. “En çok sevdiğim şey, arkadaşlarla birlikte faytonla gezmek,” demişti kadın. Ondan sonra da bir çok kez ziyaret etmişti bu faytonla gezmeyi seven kadını. Dalıp gitmişti o gün yaşadıklarına; birden irkildi; gördüğü düşleri birileri gözetliyor sandı. Başka şeyler düşünmeye çalışarak Kız Yakup Mahallesinden Yıldırım’a doğru daha hızlı yürümeye başladı…
Çay suyunu ocağa koyarken altı aydır boş duran tezgahına baktı. Bir kaç basit aletten oluşuyordu takımları. Bu basit aletlerle ne güzel faytonlar yapmıştı Ali Usta?. Yanında iki hatta üç kişi çalıştırdığı olmuştu. Şimdi ise, para kazanamayınca son kalfasıyla konuşmuş, çocuk da başının çaresine bakmak için kendi isteğiyle ayrılmıştı işten. İyice azalmış olan kömüre ilişti gözü. “İş yok ki kömür alayım, boş ver; iki faytona yeter elimdeki bu kömür,” diye mırıldanırken kendi kendine konuştuğunu anlayıp sustu. Daha sonra da yüksek sesle, “Ulan, asıl konuşmazsam deliririm be,” diye bağırdı. “Bir zamanlar Adana caddelerini süsleyen, İzmir’in Alsancak’ında, Büyük Ada’da, Heybeli Ada’da, Bursa’nın Çekirge yollarında, parmakla gösterilen faytonları yapan usta benim be. Bir de şimdiki halime bakın? Konuşurum tabi, kendi kendime de konuşurum, uykumda da konuşurum, kimse karışamaz…”
Atölyesinin bulunduğu geniş arsaya çıkıp çevreye bakındı. Bu arsayı dedesi şeftali bahçesi olarak alıp atölyesini de bir kenarına kurmuştu. Elinde bu bahçeden başka para edecek bir şeyi olmayan Babası da satıp Ali Usta’nın düğününe harcamıştı ellerine geçen parayı. Alan adam, şimdilerde değeri çok yüksek olan bu arsayı çok yakında kat karşılığı bir müteahhide verirdi. Hatta geç bile kalmıştı bu işte. Anlaşmaları, arsayı satana, ya da alan adam kendisi bina yapana dek atölyeye dokunmayacak ve kira almayacaktı. Sanki karşısında biri varmış gibi, “Bir de kira verirsem ne olur benim halim?” diye üzgün üzgün söylendi Ali Usta…
Bir yandan çayını içiyor bir yandan da düşünüyordu. Bir hafta önce Büyük Ada’dan gelen adam sıkı pazarlık edip iki fayton ısmarlamıştı. Arkadaşıyla konuşup en kısa zamanda Usta’nın işe başlaması için mektup yazacağını ve sipariş bedelinin dörtte birini bankaya yatıracağını söylemişti. Mektubun İstanbul’dan gelmesi pek pek iki gün sürerdi. Haber geciktikçe endişelenen Usta, bu gün içine doğmuşçasına bekliyordu postacıyı. İş saati başlamamasına karşın postacının geleceği yöne baktı elinde olmadan…
Okula giden çocuklar geçmeye başlamıştı atölyenin yakınından. Doğan Mart güneşi yavaş yavaş ısıtıyordu sabahı. “Vakit geliyor, az kaldı” dedi yüksek sesle. Biraz ilerisinden kucaklarında kitaplarıyla geçen meslek lisesine giden iki kız, kendi kendine konuşan adama bakıp güldüler. Kızların peşinden bir süre yürüyen Pamuk, onları bırakıp Ustanın yanına geldi. Tazelediği çayı elinde dışarıya çıkmakta olan Usta, köpeği görüp, “Merhaba Pamuk,” diye seslendi ona. Köpek bu sözleri anlamış gibi bazı sesler çıkardı. Pamuk adını Ali Usta takmıştı bu beyaz köpeğe. Tüyleri kar beyazıydı. Enikken bırakmıştı biri onu bu sokağa. Soğuk kış gecelerinde ve yağışlı havalarda köpeği atölyeye alır, et yiyebildikleri zamanlarda ona kemik getirirdi evden. Epeydir hiç bir şey veremiyordu köpeğe, “Şu iki fayton işi olsun, sana parayla kemik alacağım kasaptan Pamuk” dedi. Pamuk söyleneni anlamış gibi kuyruğunu sallayıp yalandı ve neşeli sesler çıkardı…
Ali Usta lodosun etkisiyle parlak bir bahar sabahı yaşayan Uludağ’ın eteklerine doğru baktı. Yüksek sesle, “Ne günlerdi be?” demekten alamadı kendini. Oturduğu yerden teleferiğin bir kısmı görülebiliyordu. Pazar sabahları kaç kez götürmüştü ailesini teleferiğe bindirip Sarı Yaylay’a. Az mı et mangal yapmışlardı. Son yediği pirzolanın tarihini anımsamaya çalıştı. Aradan uzun yıllar geçtiği için anımsayamıyordu. “En kısa zamanda,” diye bağırdı; sonra da Pamuk’un korkarak yana doğru sıçradığını gördü, sesinin çok yüksek çıktığını anlayıp, daha yavaş sesle, “En kısa zamanda, bütün aile Sarı Alandayız;” diye fısıldadı…
Sonunda istediği olmuştu. “İçime doğmuştu bugün geleceği,” dedi yüksek sesle. Sallana sallana geliyordu postacı. Postacıya doğru bir işaret yaparak, “Yürü be adam, yürü biraz,” diye bağırdı ona. Hiç istifini bozmadan geliyordu postacı. Ali Usta sinirlenip kendi kendine söylendi, “Çabuk ol biraz, getir şunu haydi? İşi garanti herifin, bizi niye düşünsün ki,” sesini iyice yükseltip yaklaşmakta olan postacıya seslendi, “Dayamışsın sırtını devlet babaya, bizim hangi babalara oturduğumuzdan haberin yok?” Postacı alınmadı onun bu söylediğine, gülümseyerek, “Ne diyorsun be usta, bu acelen ne?” Heyecandan titreyen elini uzatan Ali Usta, “Tok açın halinden anlamaz, ver şunu çabuk.” Postacı, ne demek istediğini anlayamadığı Ali Usta’nın eline bir kalem tutuşturup belgeyi aldığına dair imzasını aldı defterine. Adam, hayırlı olsun, bile demedi. Bu da yetmiyormuş gibi, on adım kadar gittikten sonra dönüp tuhaf tuhaf baktı Ali Usta’ya…
Postacının getirdiği sarı zarfı açan Ali Usta’nın yüzü sararmış, ellerinin titremesi iyice artmıştı. Bu da mı gelecekti başına?.. Ne ummuş ne bulmuştu?.. Postacının imzalatıp bıraktığı vergi dairesi tebliğini yeniden okudu. Bir yıl önce bildirdiği vergiyi az bulup, asgari geçim standardına göre kendisine ek vergi salmıştı bağlı bulunduğu vergi dairesi. Bir yıl önce topu topu üç fayton üretebilmiş, kazancını da fazlasıyla bildirip vergisini ödemişti?
Gümüşçeken’den aşağıya doğru, kafası karmakarışık inerken, “Eski ev de elinden gidecek Ali?” dedi yüksek sesle. Önündeki adam arkaya dönüp, “Efendim?” deyip tuhaf tuhaf baktı yüzüne. “Hiç,” dedi Ali,” Hiç, kendi kendime konuşuyordum.” “Ali, deyince bana sesleniyorsunuz sandım,” deyip yoluna devam etti adam…
Üç yıldır hiç para veremediği, çocukluk arkadaşı olan muhasebecisinin bürosuna, hanın merdivenlerini ikişer üçer çıkarak girdi. Arkadaşı onun yüzünü görünce ürktü.
– Hayrola Ali? Ne bu halin?
– Şimdi tam belaya çattım işte Muhittin.
– Nedir bu bela?
– Al bak.
Vergi dairesinden gelen kağıdı cebinden çıkarıp verdi.
– Ben biliyordum sana böyle bir şey geleceğini.
– Biliyor muydun?
– Evet biliyordum. Asgari geçim standardını tutmuyordu geçen yıl beyan ettiğimiz vergi matrahı.
– Ne olacak şimdi?
– İtiraz edeceğiz.
– Evimi almazlar elimden değil mi Muhittin?
– Almazlar korkma. Kayın validenin üç aylığıyla geçindiğinizi, kira ödemediğini yazıp gerekli belgeleri de ekleriz itirazımıza.
– Aman arkadaş, ne olursa senden olur, kurtar beni bu beladan?
– Dert etme sen. Çay söyleyeceğim ama, yemek vakti, ilkin bir şeyler yiyelim Ali.
– Benim karnım tok.
– Benim de bu lafa karnım tok. Bu saatte yemek yemiş olamazsın sen.
– Geç kahvaltı etmiştim.
– Çok erken kalktığın için buna da inanmadım?
– Sana çok yük oluyoruz be arkadaş?
– Şimdi ayıp ettin işte. Kırk yıllık arkadaşına söylediğin lafa bak? Bir buçuk döner söylüyorum, yanında ayran içersin sen biliyorum?..
Ali Usta atölyesine döndüğünde perişan haldeydi. Çocukluk arkadaşı muhasebecisinin yüreklendirmesi de yetmemişti. Babadan kalma eski bir altı patlar tabancası vardı evinde sakladığı. Muhasebecisinin yanından buraya gelinceye dek gözünün önünden gitmemişti tabanca. “Bu durumda yaşamaktansa ölmek daha iyi be,” dedi yüksek sesle. “Bir kurşunla huzura kavuşmak varken niye çekeyim ki bu kadar derdi?” Atölyede son günlerini yaşayan, her yanı dökülen eski sandalyenin üstüne ceset gibi yığılıp başını ellerinin arasına aldı. “Çocuklar ne olacak, karım ne olacak?” Bir çay suyu koymak istedi, derinlere dalıp düşünmek daha çekici geldiği için kalkamadı yerinden…
Büyük Adadan beklediği mektup iki gün sonra geldi. Mektubu umutla açan Usta, karşı tarafın iki faytonu yaptırmaktan vazgeçtiğini okuyunca, bağdaş kurup atölyenin eşiğine oturdu ve saatlerce hiç kıpırdamadan kaldı orada. Derin soluk almaktan korkuyordu sanki; küçülmek, küçücük bir sinek ya da karınca olup kimseye görünmek istemiyordu sanki. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor, ancak bunun ne olduğunu kestiremiyordu. “Geçen yıl üç faytonun kazancını az bulan vergi dairesi, hiç üretim yapmadığım için bu yıl ne yapar acaba bana?” bir süre daha düşündükten sonra doğruldu ve mahalle bakkalına doğru yürüdü…
Bakkaldan veresiye aldığı dört litre gazyağını atölyenin her yanına serpti. İçeriden yalnızca ceketini aldı ve dışarıya çıkıp bir kibrit çakarak kapının pervazından tutuşturdu atölyesini. Yangını görüp söndürmek için yaklaşan kimseyi sokmadı binanın yakınına. Çevre için bir tehlike oluşturmadığından kimse diretmedi yanan atölyeyi söndürmek için. Gelenler atölye tümden yanıncaya dek seyrettiler yangını. Bina içinde oturulmayacak duruma gelince de oradan ağır ağır uzaklaştı Usta ve yanındakiler…
Kayın validesinin üç aylığından, kalan son parayı karısından alan Usta, doğru Yeni Hal’e gitti. Bir sandık limon alarak semt pazarlarından birinin yolunu tuttu. Sandığı bir kenara koyarak alıcı beklemeye başladı. Başkaları aynı fiyattan verdikleri limonlarını durmadan sattıkları halde Usta’nın yanına kimse uğramıyordu. Fiyatını ucuzlatıp yeni bir etiket koydu limonların üstüne. Umutla bekledi ama yine alıcı yoktu. Düşündü taşındı sonunda buldu usta niye satış yapamadığını. Bağırmıyordu. Diğer limoncular avaz avaz bağırıp sattıkları malın reklamını yaparlarken kendisi kabuğuna çekilmiş kaplumbağa gibi duruyordu sandığın başında. Kendini cesaretlendirmek istercesine konuştu, “Bir de saklansaydın bari sandığın arkasına. Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin Ali Usta,” dedi yüksek sesle. “Ben seni dilsiz sanmıştım be arkadaş,” diye takıldı ona, biraz ilerisinde patates satan adam…
Tüm gücüyle bağırmak için ağzını açtığında sesinin neden çıkmadığına şaşırdı Ali Usta. İkincisinde hırıltılı bazı sesler çıkarmış, ne söylediğini kendisi de anlamamıştı. Çevresine bakındı kendisini o halde gören, duyan oldu mu diye. Kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini görünce sevindi…
Tüm yaşamı film şeridi olmuş gözünün önünden akıyordu. En çok, da bir zamanlar yapıp, oya gibi işlediği faytonlar akıyordu. “Bırak şimdi dalıp gitmeyi, evde çoluk çocuk aç, senin götüreceğin parayı bekliyor,” diye söylendi. Bağırıp mal satmaya uğraşan patatesçi, yanındaki limoncu Ali Usta’yla ilgilenmediği için, onun neler konuştuğunu duymuyordu. Yanındaki patatesçinin nasıl yırtınırcasına bağırdığına bir kez daha bakan Ali Usta kendi beceriksizliğinden utanmıştı. O da avazı çıktığı kadar bağırmaya karar verdi ve tüm gücüyle, “Faytona gel fay..,” başından bir teneke kaynar su dökülmüştü sanki. Yere çöküp limon sandığının arkasına saklanmak istedi. Tam otururken kendisine bakıp gülen patatesçiyi gördü; saklanmanın bir çıkar yol olmadığını anlayıp limon sandığını kaptı ve oradan koşarcasına uzaklaştı…
Bu akşam düğün tarihi için verecekleri yanıtı almaya dünürleri geleceklerdi. Öyle olmasaydı eve bile gitmeyip avare avare dolaşacaktı bir yerlerde. Bin bir özürle kabzımala geri verdi satmak için aldığı limonları. Cebindeki parayla Çatal Fırın’a gidip bir kaç şişe açık şarap içmeyi düşündü. Bir süre cadde ve sokaklarda dolaştıktan sonra karısının bükük boynunu ve buğulu gözlerini gördü. Ne olursa olsun onu yalnız bırakamazdı böyle zamanlarda. “Ucunda ölüm yok ya,” deyip evin yolunu tuttu…
Eve gittiğinde epeyce geç olmuştu. Akşam yemeği için bulup buluşturmuş, bir şeyler hazırlamıştı karısı. Üç çocuğu, kayın validesi ve karısı onun gelmesini bekliyorlardı. Ustanın keyfinin olmadığını görünce merak etti Ayten. “Ne var, kötü bir şey mi oldu?” diye sordu. “Sonradan anlatırım” deyip sofraya oturdu Usta. Yemek yiyecek hali yoktu ama, çok soru sormasınlar diye yiyormuş gibi yapıyordu…
Kocasından kalan emekli maaşının son kalanıyla damadının satmak için limon aldığını kızından öğrenmiş olan kayın validesi, “Ben kızımı limoncuya vermedim Ali?” diyene kadar işi iyi idare etmişti sofrada Usta. Karısı ondan önce yanıtladı annesini.
– Çalışmak ayıp değil ki anne?
– Elinde zanaatı var diye verdim ona ben seni.
Sofradan hızla kalkıp kendini sokağa attı Ali Usta. Evin biraz ilerisindeki lambası sönük elektrik direğinin dibine çömelip bir sigara yaktı.
Karısı, kızı, bir de damadın diye tanıştırdıkları genç, akıl hastanesine kendisini ziyarete geldiklerinde, lambası sönük elektrik direğinin dibine oturalı ne kadar zaman geçtiğini anımsamıyordu Ali Usta…