Doğada Yolculuk
Adı sanı duyulmamış ülkelere seyahatim öncesi çevremdeki yakınlarımın hep bir karın ağrısı tutar. Ya başıma bir şey gelirse. Ben de onlara hep aynı şeyi söylerim; “İstanbul’da risk daha fazla”.
Genelde bu teorim doğru çıkar. Hatta öyle ki, ülke ne kadar bakirse, karşılaştığınız insanlar da o kadar size yakın davranırlar. Renkleri, dilleri ve dinleri ne olursa olsun sizi yüreklerine basarlar.
Televizyon kanallarında son derece kötü gösterilen ülkelere gittiğinizde bulduklarınız o kadar farklı olur ki keşke gazeteci olsaydım da bu ülkeye medyada yapılan haksızlıkları düzeltebilseydim dersiniz.
Bu yazımla Tanzanya’nın hak etmediği imajını umarım bir ölçüde değiştirebilirim.
Tanzanya’nın ismi 1964 yılına değin yani Zanzibar ile birleşene kadar “Tanganika” idi.
Tanganika, şu anda hala Tanzanya sınırlarında olan bir gölün ismi. Swahili dilinde Tanga “Yolculuk (yelkenli ile denizde)” demek, “Nika” ise “Doğa (vahşi)” anlamına geliyor. Toparlarsak, Tanganika “Doğada yolculuk” anlamındadır.
Bu birleşme sayesinde eskiden ayrı bir ülke olan Zanzibar ve Pemba adaları Tanzanya’nın adaları oldu. Fakat hala bu adalar kendi içlerinde özerk yönetimlerini koruyorlar.
Insanlığın doğduğu yer diye anılır Tanzanya. Bunun nedenin 1,75 milyon yıl öncesine ait ilk insan fosilinin Tanzanya’da bulunmuş olmasıdır.
Çok kültürlü bir mozaik var Tanzanya’da. Nasıl olmasın ki, 120’ye yakın kabile sayısı var. Hemen hepsi kültürlerine sahip çıkıyor. Ama Masailer sanki 300 yıl önce (bazıları 1000 yıl der) Sudan’dan bu topraklara göç ettikleri gibiler, neredeyse hiç bir değişime uğramamış, “korkusuz savaşçılar”. Gece yolda yürürken yolun kenarında uyuklayan bir Masai görmeniz çok doğaldır bu topraklarda, çünkü onlar doğa ile bütünleşmiştir.
Masailer 15 yaşında sünnet olurlar, 25 yaşına geldiklerinde evlenmeleri için 5 aslan öldürmeleri gerekir. Aslan öldürme yasağı gelmesiyle Masai erkeklerinin başı önde.
Masailerin kutsal hayvanları inekler. İnek sütünü kanlarıyla karıştırıp içiyorlar. Sığırları ise onların çocukları gibi.
Aruja diye anılan şehirde çoğunlukta Masailer bulunur. Çünkü bu şehir ormanın içinde. Tanzanya’da safariye gelmiş grupların ilk ziyaret yeri Aruja’dır. Günün birinde Aruja’yı ziyaret etmek isterseniz, hayvanların göç zamanlarını seçmenizi tavsiye ederim, aksi taktirde yuvalarına kapanmış hayvanları görebilmek için çok zaman harcayabilirsiniz.
Ne muazzam yıllarmış 8.yüzyıl müslümanlık adına. O yıllarda İspanya’nın içlerine kadar yayılan İslamiyet bu topraklarda da yerini almış. İslamiyet’in bu topraklara gelmesinde müslüman tüccarlar önemli rol oynamışlar. Müslüman tüccarlar özellikle Zengibar bölgesine yerleşmiş. Sonraları Tanzanya’nın kıyı bölgesinde ve Zanzibar’da yep yeni bir topluluk ortaya çıkmış. Bu topluluğa evlilikler yoluyla ağır bir şekilde Arap kültürü ve kanı girmiş.
Arapça, Farsça ve kabile dillerinden oluşan Sevahilice’de işte böyle tarihin gelişimi ile birlikte kendiliğinden oluşmuş. Sevahilice “Sahil Halklarının Dili” demektir. Sadece Tanzanya’da değil aynı zamanda Kenya, Mozambik ve çevre adalarda da konuşulur. Bu dil bu bölgedeki tüm kabileleri birbirine bağlar.
Günümüz Tanzanyası’nda bir çok kabilenin yanı sıra burada yerleşmiş Araplar, yüzyıl kadar once İngilizler zoruyla gelmiş Hintliler, Pakiler ve kazanç için gelmiş Avrupalılar yaşar.
Genelde fakir ama dünyadaki bir çok zenginden mutlu olan bu halk son derece barışçıl görünümdedir. Onca hayat zorluğuna rağmen barışçıl insanları sayesinde bir şehir, bir şehre verilebilecek en güzel isme kavuşmuştur.
Dar Es Selam – Barışın Evi
İsminin kökenin barış olduğu iki şehir biliyorum, birisi Dar Es Selam, diğeri Jeruselam (Kudüs). Kudüs’ün tarihi maalesef adına yaraşır bir çizgide olamamıştır. Umarım Dar Es Selam bugüne kadar yaşadığı barış ortamını önümüzdeki yüz yıllarına da taşıyabilir.
Eskiden Tanzanya’nın başkenti olan “Dar Es Selam” kısaca “Dar” diye anılıyor. Yeni başkent ise Dodoma.
Şehre günümüzdeki ismini 1866 yılında Sultan Seyid (Oman ve dolayısıyla Zanzibar Sultanlarından) koymuş.
Bu tarihlerden Birinci Dünya Savaşı’na kadar Alman sömürgesi altında yaşayan şehir, Dünya Savaşı sonrası İngiliz Kolonisi’ne dahil oldu. Şehir İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı bir büyüme eğilimine girdi. Aralık 1961 tarihinde de bağımsızlığa kavuştu.
Bir zamanlar Alman sömürgesinde kalan şehirde Almanca bilene hiç rastlamadım. Halkın çoğu düşük seviyede de olsa en azından anlaşabileceğiniz kadar İngilizce konuşuyor.
Dar, aynı Kenya’nın Mombosa limanı gibi, uzun yıllar stratejik liman kimliğini korumuş. Özelikle köle ticareti yapıldığı yıllarda önemli bir liman olmuş.
Şehirde çok yakın zaman kadar doğru dürüst bir otel olmadığından bahsediyorlar. Ama biz son derece temiz ve güzel yeni bir otele yerleştik. “Kempinski Kilimanjero”. Otel okyanusa çok yakın. Kısa bir yürüyüşe çıktım. Meğer tüm turistlerin ilk gitmek istedikleri bu bölge otele çok yakınmış. Şansımdan Dar’daki ilk saatlerimde bu bölgede buluverdim kendimi. Burası balık pazarı.
“Fish Market”
Endüstrinin gelişmediği bir ülkede en çok hareket nerede olabilir ki. Tabii ki hal böyle olunca para doğadan kazanılır. Ekmek tarlada, ormanda veya sudadır.
Hint Okyanusu dünyanın en zengin ürünlerini barındıran bir hazine. Bu hazinenin define avcıları ise yoksul balıkçılar. Gün doğumuyla birlikte bu bölgeye özgü tipteki yelkenlilerine doluşup açılıyorlar okyanusa.
Dünyanın her yerinde aynıdır. Fakir balıkçı çalışır, balık tüccarı kazanır. Gecesini gündüzüne katan balıkçı getiriyor günlük definesini, satıyor burada tüccara. Ülke fakir olduğu için balık çok ucuz. Yelkenlinin de çok masrafı olmadığından, balık tutmanın da maliyeti çok fazla değil.
Doğu Afrikalı için balıksız bir yaşam düşünülemez. Her öğünde deniz ürünü bulabilirsiniz yemek masalarında. Öyle ki Dar’da ve Zanzibar’da okyanusa yakın köylerin sahili, içleri boş küçük midye kabuğu doludur. Çünkü içleri çoktan köylüler tarafından yenmiştir.
Balık el sanatlarına da figür olmuş bu topraklarda. Özelikle yağlı boya tablolarında kullanıyorlar balık figürünü. Bir Doğu Afrikalı için balıksız hayat düşünülemez.
Otelimize yakın bu bölgenin adının “Kikovi Sahili” olduğunu öğreniyorum sonradan. “Fish Market” diye anılan bu pazar çok temiz de bir yer değil hani. Özellikle kurutulmuş ve tütsülenmiş deniz hayvanlarının kokusu sinmiş bölgeye.
Ama eğer benim gibi bir kültür avcısıysanız, bu kokuları algılamaz burnunuz. Hep güzellikleri görmek ister yüreciğiniz. Buraya iç gözünüzle bakarsanız, okyanusun renklerini görürsünüz ortalık yerde. Tüm renkten balıklar ve renklerin birbirine bocalandığı midye kabukları. Balık almamız mümkün değil, pişirecek yerimiz yok. Ama buraya kadar gelmişken bu midye kabuklarını almadan duramadım. Biliyorum yaptığım doğru değil, böyle bir ticarete alet olmamalıydım ama şu içimizde olup da hep eritmeye çalıştığımız ego var ya, işte o beni yendi yine. Dayanamadım bu gökkuşağından yapılmış midye kabuklarına. Doldurdum çantama.
Tanzanya’dan satın alabileceğiniz zaten çok da fazla hediyelik yok hani. Midye kabukları, yağlıboya tablo ve baharat…..
Dar’da gezilebilecek bir başka yer de “Sea Clif” diye anılan bölge. Şanslıyız. Burası fuar alanımıza çok yakın. Dünyada yiyebileceğiniz en lezzetli ve en ucuz deniz mahsüllerinin burada olduğunu söyleyebilirim.
Kabuklu deniz mahsülü diye adlandırılan, karidesler, böcekler (lobster), yengeçler. Ne ararsanız var, en büyüğünden, en lezzetlisinden ve en ucuzundan.
Bu bölgedeki otellerin ve lokantaların çoğunluğunu yabancılar işletiyorlar. Dar’da yaşayan yabancıların çoğunun evi de bu bölgede. İş için değil de tatil için gelenler için bu bölgede kalmak daha uygun olabilir.
Yağmur Yağıyor Gümbür Gümbür
Yarabbi Şükür Şükür
Su hayattır.
Suyun değerini bu topraklar öğretti bana. Üzülerek görüyorum ki kendi topraklarımızda da artık çocuklarımız bunu öğrenerek büyüyecekler.
Afrikalı için su çok önemli. Bir kova su için kilometrelerce yürüyebilirler. Şakır şakır yağan yağmurda sabununu eline almış küçük bir çocuğun kendi kendine açık alanda yıkandığını görebilirsiniz. Yağmur başlar başlamaz ortalığa savrulan boş kovalar ilginç bir resim oluşturur.
Burada kış yok. Yılın iki döneminde hava hafif yumuşuyor. Bu mevsimler, bereket vakti, yani yağmur zamanı. Mart – Haziran ve Eylül – Kasım ayları.
Tanzanya’ya ilk gidişim bir Mart ayındaydı. Halk hala yağmuru görmediğinden üzgündü. Her geçen yıl daha az suya sahip oluyorlardı. Sabırsızlanan halkın Müslüman mahalleleri yağmur duasına bile çıkmıştı. Malum küresel ısınmanın etkileri.
İşim gereği gittiğim Tanzanya’da fuar alanında anlaşma yapmayı umduğumuz müşterileri beklerken fuarın ilk gününde Tanrı’nın rahmeti toprağa düştü.
Ama ne düşüş. “Şakır Şakır” kelimeleri durumu anlatmaya yetmiyor. Fuar alanın üzerinde bulunan tavanın çökmesinden korkuyorum. Ben en iyisi “Gümbür Gümbür” kelimelerini kullanayım.
Fuar alanında bir tane bile müşteri yok. Uzun zamadır yağmuru bekleyen halk herhalde evlerinde keyif içindedir. Yağmur da sanki bu toprakları çok özlemiş gibi yağıyor; durmaksızın.
Onlara yağan bereket bize zarar mı getiriyor? Hayır, inanmıyorum. Bereket, hepimize berekettir. Bir arkadaşımı fuarda bırakıyorum, ben bir araba ayarlayıp dalıyorum yağmurun içine.
Müşteri bize gelemiyorsa ben onlara giderim.
Satmaya çalıştığımız ürün muadillerinin satıldığı noktalara gidiyorum. Bu ürünleri ithal eden kişileri soruşturuyorum. Yağmur çoğu yolu kapamış. Şoförüm deneyimli. Bir ara kapıya kadar yükselen suların arabaya girdiğini görüyorum. Ben şaşırıyorum ve taksicinin adına üzülüyorum. Bana göre hava hoş, tabii boğulmadığım sürece. O gülüyor. Yağmur diyor, hoş geldi.
Bütün gün sağa sola saldırıyoruz. Yeni müşteri adaylarının adreslerini tespit ediyoruz. Şoföre soruyorum, “Yakın mı?”. “Yakın 5 dakika” diyor. O beş dakika saatler oluyor yağmurun altında. Bazı kültürlerde beş veya altı sayılarına dikkat etmek lazım. Tanzanya’da da bu böyle. Beş veya altı dakikanın anlamı orası yakın demek değil, ben oraya giderim sorun değil anlamında. Çünkü şoför ne zaman beş veya altı dakika dese saatlerce yol alıyoruz.
O gün bereket bana da yağıyor.
Bir daha ki Tanzanya’ya gelişimde beni havaalanında karşılayan müşterim işte o gün benim yağmurun bereketiyle bulduğum müşteri oldu. Eğer yağmur yağmasaydı, belki de ben hareketlenmeyecek ve bu müşteriyle karşılaşamayacaktım.
Dedik ya; Bereket hepimize bereket………
Darüs Selam’da Bir Karakol
Çok gezenin başına çok bela gelmesinden doğal bir şey olamaz. Biz değilmiyiz gönüllü olarak maceranın içine dalan. O yüzden hayıflanmamalıyız. Gönül isterdi ki başıma bu olay en sevdiğim halklardan birine mensup bir kişi tarafından açılmasaydı.
Fuarımızın Tanzanya ayağının organizasyonunu bir Hintli gerçekleştiriyor. Ülkeden ayrılına kadar bu kişinin Tanzanya’da yaşayan bir Hintli olduğunu düşünüyordum, meğer o da benim gibi yabancıymış ve Dubai’den gelmiş. Ne yazık ki bunu çok sonraları öğreniyorum.
Cumartesi akşam üzeri fuarın son günü olmasından dolayı standımızı toplamaya başladık. Pazar tatil olduğu için ülkede kimse çalışmıyor. Biz de bu boşluğu Zanzibar’da geçirmek için can atıyoruz. Uçağımız pazartesi günü.
Tüm fuar boyunca arkadaşlık yaptığımız güvenlik görevlisi dev zenci bizim fuardan ayrılamayacağımızı söylemesiyle olay patlak veriyor. Zencinin kolu benim gövdem büyüklüğünde. Hintli ise üflesem uçacak. Ufak tefek, kıldan tüyden bir adam.
Biz aylar önce fuarın kirasını Türkiye’deki organizatöre ödemiştik. Ama nasıl olduysa Türkiye’deki organizatör bu Hintli’ye paranın hepsini ödememiş. Adamla saatler süren tartışmamız sonrasında fuar alanından uzaklaşmayı başaramıyoruz. Yakında gördüğüm polisleri çağırıyorum. Polislerle birlikte hepimiz küçücük bir arabaya doluşuyoruz. Dev zenci güvenlik görevlisi, sanki bebeğim gibi kucağıma oturuyor. Ter kokularımız birbirine kavuşuyor, hava zaten sıcak.
Kocaman bir ağacın altına sığışmış bir kulübeye varıyoruz. İçeride sinekler uçuşuyor. Sivil kıyafetli bazı insanlar döşek şeklindeki yataklara uzanmış uyuyorlar. Tabi alışmışız biz Türkiye’deki karakollardaki disipline, şaşırıyorum.
Yıllardır ihracat işiyle uğraştığım için tecrübeliyim. Bu tip durumlarda sizi yenecek olan ancak kendi sinirinizdir. Bir çok ülkede polisle başı derde girmiş birisi olarak bu işin altından çıkabileceğimi hissediyordum.
Uzun süre bizi koridorda beklettiler. Hintli bana hala “pasaportunu ver git oteline” deyip duruyor. Adama hala nazik davranıyorum, çünkü zencinin tek yumruğu beni öldürmeye yeter. En sonunda şefin odasına giriyoruz. Allah’tan polislerin hepsi İngilizce konuşuyor. Aksi halde iş iyice çözümsüz hale gelecekti. Şefin odada saatlerce tartışıyoruz. Adam “paramı ödesinler” diyor başka bir şey demiyor. Ben de “borcumu kanıtlasın ödeyeyim” diyorum. Adamla yapılmış bir kontrat yok ki.
Polis şefinde “ne şiş yansın, ne kebap” durumu söz konusu. İş çözülecek gibi değil. Sonuçta geri kalmış bir ülkedeyiz. Bunun Tanzanya ismiyle direk ilgisi yok. İleri dediğimiz ülkelerin karakollarında bile aklınıza gelmeyecek olaylar başınıza gelir. Hiç unutmam, Hırvatistan’da polisin yardımı için yalvarır olmuştuk da polisler bizden uzakda durmayı yeğlemişlerdi.
İşler sapa sardı. Çünkü üç dört saat olmuştu karakola geleli ve hava kararmıştı artık.
Ben anahtar sözü sonunda söyledim polise;
– Eğer ben suç işlediysem beni tutuklayın, eğer işlemediysem bırakın.
– Eğer tutukluyorsanız Amerikan Büyükelçiliğini aramama izin verin.
Herkes duraladı. Nereden çıkmıştı şimdi Amerikan Elçiliği?
Ne bileyim ağzımdan dökülüverdi işte. Bir keresinde sebepsiz yere Moskova Havaalanı’nda beni alıkoyduklarında bizim elçiliği aramıştım da benle hiç ilgilenmemişlerdi, herhalde hatıralarımın sonucuydu ağzımdan dökülüverenler. Polis şefi bir anda “Haklısın” dedi.
– Herkes ayrılabilir
Ben “hop” dedim.
– İyi de benim can güvenliğim yok, fuar alanında hala benim eşyalarımı saklıyorlar.
Gözünü sevdiğim Amerika nelere kadirsin. İsmin yetti be. Şef neredeyse beni öpecek. Verdi yanımıza polisleri, eskort eşliğinde eşyalarımızı aldık. Otelimize kadar götürdüler bizi. Dev zenci ve kıldo Hintli uzaktan bizi pis pis seyretmek zorunda kaldı.
Sabah erken saatte 2,5 saatlik bir feribot yolculuğuyla Zanzibar’a geçecektik. Midem çocukluğumdan beri zayıftır benim. O yüzden otelde bu yolculuğun sallantılı olup olmadığını sorduğumda. Şöyle dediler;
– Yıllardır bir kere bile fırtına olmadı, çok rahat bir yolculuk yaparsınız.
Okyanusta Bir Kahraman (?)
Otelimize çok yakın bir limandan feribota bindik. Zanzibar’a gitmenin bir başka yolu da “pırpırlı” diye tabir edilen küçük uçaklar. Onlarla yolculuk yirmi dakika kadar tutuyor. Ama biz küçük feribotumuza binmiştik bile. Kalkıştan önce görevli herkese siyah bir torba dağıtmaya başladı. Niye verildiğini anlamadığım torbalardan ben almadım.
Meğer bu torbalar bizi bekleyen dalgalar içinmiş.
Yarım saat sonra patladı hava. Feribotun ucu suya dalıyor, sonra arkası suyun içinde. Başımı öndeki koltuğa dayadım. Yanımda iki kadın var. İkisi de peçeli, siyahlar içinde. Bir tanesi bir süre sonra yere ayaklarımın altına kıvrıldı, yerde devamlı kusuyor. Midesi sağlam bir adam olsam neyse ama kadını görünce iyice midem bulandı. Başımı kaldırınca bir İngiliz’i görüyorum, içimden ona küfür ediyorum, çünkü adam sanki “cafe” de oturur rahatlığında cep telefonundan kakara kikiri sohbet ediyor. Mekan kapalı olduğundan dolayı içerisi dayanılmaz kusmuk kokusu içinde.
Artık dayanamıyorum, dışarı fırlayıp sağlam bir yere tutunup sallandırıyorum başımı denize doğru. Rahatlıyorum ama dalgalar ıslatıyor her yerimi.
Otelde bu yolculuk hakkında bana söylenenler aklıma geliyor. Resepsiyonistin suratı aklımdan gitmiyor.İçimden ona da bir küfür sallıyorum. O gün herkes nasibini alıyor benden.
Ne işim var Zanzibar’da. Otelde kalsaydık keşke diye geçiriyorum içimden.
Bu fikrimde ne kadar yanıldığımı ise Zanzibar’ı görünce anlıyorum.
Zanzibar, cennetten bir parça.
Haftaya eski adı Zengibar, Türkçe anlamı “Zenci yurdu” olan bu adada tarihte sörf yapacağız, ormanın içinde kaybolacağız. Bekleyin…