Güneşin altına uzanmışız, ben denizden, sen karadan. Bir gemi ile geldik diyoruz da kimse inanmıyor. Çoban köpeklerini sayıyorsun o zaman: kara, kont ve dubara. Onlar olmasa gelemezdik. Yolu biliyorduk da yorgunduk, her an şaşırabilirdik. Senin yanındaki yumurta kafa, inanmadı sözlerine. Köpekler mi? Bir an sessiz kalıp yeniden başladın.
Sürekli bir masal anlatır gibi konuşuyorsun. Böyle konuşmanı sevmiyorum hiç, sesin o kadar yumuşak ki, şiddet, hırs, kavga hepsi yitiyor sesinde, yalnızca bulutlar kalıyor geriye. Sözcükler, zaman, insanlar her şey uzadıkça uzuyor…
Kalabalığa aldanma, aslında kimse seni dinlemedi. Hepsi düşler içinde, kendi tartımında sallanıyordu. Nereden mi anladım? Sen “ağaçlardan, kuşlardan, gölge vurmuş yamaçlardan” diye sıralarken, arkadan aynı yumuşaklıkta “hasiktir oradan” diye bir ses geldi. Uyaklar da tuttuğu için fark etmediniz. Uyuşmuş gibi, hepinizin yüzünde hafif bir gülümseme. Bense adamı izliyordum. Çünkü, gözlerinin içinde yaşam belirtisi olan ve ağzını açınca ne söyleyeceğini merak ettiğim yalnızca o vardı. Orta yaşlı, seyrek saçlı, kısa boylu bir adam. Anımsamıyorum, ama “geyik, bülbül, gergedan”, “Konya, Kayseri, Adıyaman” gibi bir şeyler daha söyleyip gitti. Adamın zamanı değerli elbette, başı sonu olmayan, doğaçlama anlatıldığı için kurgusu hatalı bir masalı neden dinlesin ki?
– Peki konuşmam bir daha.
– Ben konuşma demedim. Sürekli masal anlatman beni sıkıyor, hepsi bu.
– Peki anlatmam bir daha.
– Bence arada bir anlatmalısın.
– Şimdi anlatayım mı?
– Un, yağ ve yumurtadan her zaman börek yapabilirsin. Ama kurt, kuzu ve köpekten her zaman bir masal çıkmaz. Ne demek istediğimi biliyorsun, sözlerimi çarpıtma.
Gözlüklerini çıkartıp, doğruluyorsun, yüzünde önemli bir şey söyleyecek ama çekinen bir kişinin havası var:
– Canım börek istedi.
Suyun rengi yoktur. Daha doğrusu sabit bir rengi yoktur. Kıyısındaki ağaçlara, üstündeki bulutlara, derinliğine göre, yeşil, mavi ya da kara olabilir. Tıpkı senin masal kahramanların gibi: Yüzleri, sesleri, geçmişleri, gelecekleri ve benlikleri olmayan. Senin yarattığın kahramanlar sürekli yemyeşil bir korunun içinde koşuyor, sırayla düşüyor ve birbirlerine hep siz diye sesleniyorlar. Sık sık sarılıyor, arada bir de dostlarını arkadan hançerliyorlar. Öyle olunca, kötülük de iyilik de sıradanlaşıyor.
Aklıma seninle ilk tanıştığımızda anlattıkların geldi. Tanışmak demek doğru olmaz. Ben geldiğimde birisi konuşuyordu (Sonradan konuşan kişinin sen olduğunu öğrendim). Aradığım kişinin sizin aranızda olduğunu biliyordum. Söze girmek için yarım saat kadar bekledim, ancak sen hiç ara vermedin. Yaş ortalaması biraz yüksekti, dinleyenlerin masal yaşı geçtiğinden, bir öyküydü anlattığın. Elbette anımsıyorum: Suyu kesildiği için Su Arızayı arayan kadın, oradaki görevlinin sesinden etkileniyordu. Kadın, o sesin sahibini düşünüyor, geceleri uykusuz kalıyor, gündüz gözleri dalıyor, ne yaparsa yapsın aklından çıkaramıyor ve her gün başka bir bahane üretip o görevliyi aramaya başlıyordu. Ben her gelişmeden sonra öykünün sona yaklaştığını düşünüp, biraz daha beklemem gerektiğine karar veriyordum. Kadının musluğu bozuluyor, çay güzel olmuyor, su bulanık akıyor derken iyice sabırsızlanmıştım. Öyküdeki telefonun her kapanışından sonra, bir şey söylemeye hazırlanıyordum ama ben başlamadan, sen ertesi geceye atlıyordun. Öyküdeki kadın, son olarak su borusunu hangi renge boyasam uygun olur diye telefonu çevirmeye yeltendiğinde, beklemenin anlamsız olduğuna karar verip ayağa kalktım. Gittiğimi görünce öyküdeki kadının ses tonuyla bana sordun:
– Bir şey mi soracaktınız?
– Öykünüzü bölmek istemem.
– Zaten bölünmüş bir hayatın öyküsü. Siz araya girmeseniz de öykü yarım kalacaktı. Çünkü, kadın aslında olmayan, yitik bir sesi arıyordu. Fark etmediniz mi?
– Doğrusunu isterseniz ben öykünün yarım kalacağını değil, sonsuza dek süreceğini sanmıştım.
– Yalnızca yarım kalan öyküler, sonsuza dek sürer. Diğerleri biterken, onlar hiçbir zaman gelmeyecek sonlarını bekler.
– Aslında, ben edebiyattan pek anlamam, zaten müzik sorumlusunu arıyordum?
– Doğru yerdesiniz, benim.
İşte tüm hayallerimin suya düştüğü an. Okulun müzik sorumlusu su borularının rengi üzerine kadınsı öyküler anlatıyor, hem de fısıldayan, işveli bir sesle…
– Doğru söylüyor olabilirsin, belki de yazmaya ağırlık vermeliyim.
– Yazmana karışamam. Hem biliyor musun, bazılarını okumak üzere ayırdım. Sahi son gönderdiğinin adı neydi?
– “Bir Otostop Çektim, Tüm Hayatım Değişti”.
– Peki olumlu yönde mi?
– Aldığım tepkiler de gelişmeler de genel olarak olumlu yönde.
– Onu sormuyorum. Hayatın olumlu yönde mi değişti?
– Ben hayatın sadece otostop çektiğim arabaya bindiğim halini yaşadım. Arabaya binmediğim hali ile hayat nasıl olurdu bilmediğim için hangisinin olumlu olduğu konusunda bir şey söyleyemem.
– Gene kendini değil, Cevdet’i yazmışsındır.
– Kıskanıyorsun.
– Doğru. Cevdet’i, otostopçu kızları arabasına alıp hayatlarını değiştirdiği için kıskanıyorum.
– İkiniz de beni seviyordunuz. Aradaki fark o söylemesini becerdi, sen beceremedin. Kendi söyleyemediğin sözleri, başkasının kolayca söylemesini kıskanıyorsun.
– Mektup yazmıştım ya sana.
– Evet, sorunca da o gece içkili olduğunu ne yazdığını tam olarak anımsayamadığını söylemiştin.
– Bak, belki inanmayacaksın ama şu anda öyle söylediğimi de anımsamıyorum.
Senin evinin, parka bakan balkonundayız şimdi, aramızdaki boşlukta hafif bir rüzgar. Çaylarımız da geldiğine göre artık akşam oluyor. Demek birazdan susmaya başlayacağız. Karanlık bir odaya dönecek dünya. Okumayı, yazmayı, yemeyi, içmeyi, anlatmayı, konuşmayı unutacağız. Konuşurken gülüyorduk oysa…