Uzun Bir Kış Geçti

Uzun Bir Kış Geçti

Uzun bir kış geçti. Konuşmadan. Yuvarlak mavi ateşi ocağın. Yatakla salondaki kanepe arasında geçti bir mevsim. Eşyalar birleşip, odanın ortasına açılmış pencereden aşağı sarkıtmıştı ayaklarını. Camın önünde geçen yazdan kalma toprak kap, kurumuş çiçekler. Adları ne olursa olsun çiçekler solduğunda, onlara kuru çiçek demek daha doğru: Ölümün insanları birbirine yaklaştırdığı ya da ölülerin birbirlerine benzedikleri gibi. Havalar daha tam olarak ısınmasa da pencereler açık. Ama kapatmak gerek. İçerisi görünmesin. Özel yaşamın gizliliği ile de ilgisi yok bunun. İçeri sızacak ışık benimle birlikte tüm eşyayı ürkütebilir. Her şey darmadağın olabilir. Üstelik bunu kanıtlayacak gücüm de yok. Tam iki yıl önceydi. İlaçlar. Arabaların arasından atlayarak, soluksuz koşmuştum. O zaman yetişmek sözcüğünün bugünden farklı bir anlamı vardı. Yeniden konuşmuştuk. Ben çaba deyince sen gülmüştün. Değişen bir şey yok şimdi. Ben gene kaloriferin altına düşen başını tutuyorum. Yalnızca elimde başın yok. Kazak, pantolon, kavuniçi hırka. Sen saatine bakmayı akıl ettiğinde, artık çok geç olmuştu. Gülebilirsin. Yapacak bir şey kalmadığında. Zaman, bozuk kırmızı dönüşleriyle köpüren sular arasında bekliyor, bekliyordu. Dişlerin, sevinçlerine kenetli azgın sulara kapılmıştı. Sen susunca. Sesler, gölgesi duvara düşen eski bir anı gibi odada yankılandı. Bir kediyi ensesinden yakalayıp havaya kaldırdın. Korkmuyorum..

Akşam saatleri en güzeli. Gece yarısını geçince şehrin tüm sessizliği odaya dolar. İç sıkıntısı yerini huzura bırakır. Bir dilim karpuz. Günlerce uzakta biri uyur. Biri uyanır. Yan evde tartışma çıkar. Bu saate kadar neredeysen, sikt’rol git oraya. Sarhoşlar dolaşır sokaklarda, kediler. Rakı bardağının altında duran kitabın kapağı ıslanır. Her gece, çalmayan telefona bakarım birkaç kez. Hat kesik değil. Yemek yemen gerek. Hayret, bugüne kadar kimse söylememişti. Konuşturma yoruluyor. Ama öbür türlü de ben yoruluyorum. Sessizlik keskin bir bıçak gibi öldürebilir insanı. Karnından girip sırtından çıkabilir. Işığı kapat. Göremiyorum o zaman. Işığı kapat, yoruluyor. Sesler uğultuya dönüşüyor işte. Gene başım dönmeye başladı. Duymamak için bağırmam gerekiyor, olabildiğince yüksek sesle bağırmam. Binlerce ses düğümleniyor başımda. Görüntüler birbiri üzerine dağılarak, seslere karışıyor. Dayanılmaz bir ağrı. Midem hızla yükseliyor. Kusmamak için uyumalıyım. Artık uyumam gerek….

Kapıyı açtığımda gün ışımıştı. Kimseler yok kapıda. Tıkırtı da yok. Seslerin nereden geldiğini bulamıyorum. Kafamdaki seslerle, dışarıdakiler birbirine karışıyor. Kapıda kimse yoksa anlıyorum ki sesler kafamın içinde. Peki ya gördüklerim ? Karşı evden birisi çıktı. İşte bu gerçek. Yaşlı bir adam da değildi; baktığımı görünce, yüzünde sakin bir ifadeyle ” sabah gidelim ki akşam gelelim” diye söylendi kendi kendine. Sormadan. Kimin aklına gelir ki, karısı ölmüş çocuklarına bakamayan yoksul bir adam, sabahın köründe yaşamın gizini çözsün. Hem de benim komşum. Bağırmadan, büyütmeden. Biraz daha yatsam…

Saat on olmuş. Bu kadar geç kalmamak için kendimi zorluyorum. Ama akşam aldığım kararlar sabaha kadar dayanmıyor. Belki yarın. Mutfak, birazdan demlenecek çayın kokusuyla dolu. Çaydanlıkta kireç birikmiş. Ev sahibi ailecek ziyarete geldi geçen ay. Bir an önce kalkıp gitmeleri için ne gerekiyorsa yaptım. Kirada bile anlaştım. Ama neredeyse iki saat geçmesine karşın oturmaya devam ediyorlardı. Adam üçüncü kez ‘aileniz nasıllar ?” diye sorunca, son çare olarak çaya başvurmak zorunda kaldım. Suyu iyice kaynattıktan sonra çaydanlığı şöyle bir sallayınca kireçlerin üzerindeki tabaka soyulup suya karıştı. Alışık olduğum bir görüntü. Dağıtımı yaptıktan sonra, içeri gittim. Geri döndüğümde kiracının karısı elini bardağına sokmuş, çayın içine karışmış kireç parçalarını kovalıyordu. Ne yapıyorsunuz ? Bir şeyler geveledi ağzında. Anlamadım. Acil işleri varmış yapmaları gereken. Hemen.

Saatime bakıyorum. Durmuş. Kıpırdamıyor. Elbette sorumluluk. Hem de en büyüğü. Saati koluna takmaktan söz ediyorum. Başkaları ilgilendirmez beni. Sen ne istersen onu tak. Yeni evlenmişler gibi halka halka, boğum boğum. Ama eğer tıkırdayan bir saat varsa bileğinde, o tıkırtının tartımında yürümen gerek; konuşman, izin istemen, yavaşlaman, koşman, daha bin bir türlü haltı ona uydurman. Oysa durmuş bir saat seni sıkıştıramaz. Günde yalnızca iki kere. Tek yapman gereken, saate doğru zamanda bakmak…

Saatim de çalışmayınca evde işittiğim tek ses, şıngırdayan çöp torbasının sesi. Damağımda dünden kalma, anasonlu karpuz tadı. Demek yaz gelmiş. Uzun zaman olmuştu. Kitaplıktan alınmış bir şey değil ki alıp yerine koyayım; istediğim zaman yerinde bulayım. Bak, yeter ama. Sen de bir şey söyleyebilirsin. Biraz önce gölgeni arkana toplayıp, sesini koyulttun ya. Boğazını da temizledin. Tortu bırakan bir şey söylemek için. Konuşurken gözlerine odağını kaybettiren. Hayır. İz bırakan değil. Daha basit.

Kaçmış bir çocuk evinden. Bir çocuk evinden kaçmış. Geri dönmek isterken, geri dönmek istemeyen bir çocuk kaçmış. Evinden. Hepsi bu.

Burak Kaya hakkında 128 makale
Müzisyen, yazar.