Sahilde, Dragos’a doğru giderken yeni yolla denizin arasındaki parkın yanına kiremit rengi taşlar döşendi. Tuhaf gelebilir ama, bu taşların hüzünlü bir yanı var. Aslında her şey olağan. Deniz, kıyıya yuvalanmış kayalar, uzun bir yürüme alanıyla yeşilliklerin bitiminde genişçe bir yol. Hüzün bunun neresinde diye düşünebilirsiniz.
Doğrusu, ben düşündüm ve bu görüntünün içimde nedenini bilmediğim bir derinlik duygusu uyandırdığını fark ettim. Kiremit renkli, grili küçük taşlar, alabildiğine uzun çimenlik, adalarla Dragos tepesinin arasında çırpınan deniz, birbirinin önüne geçmeden, yolda yürüyen insanlara bir şey söylemeden, çiçekleri bile kokmadan, kendilikleriyle baş başa duruyorlar. Belki de bu gösterişsizlik etkiliyor insanı.
Süslü sözler de söylenebilir. Suluboya mavisi dalgalar, şarkı söyleyen rüzgar, ağaçların dans eden dalları ya da buna benzer sözler. Oysa, tepeden aşağı bakınca, geniş bir akorun bağımsız sesleri gibi tınlayan, anlaşılmaz bir basitlik içinde her şey. Artık, buraya konacak her sözcük fazla.
Akşamları da gelmeli diye düşünüyorum. O anda, bir kaynak işçisinin kamaşan gözleriyle bakıyorum, denize düşen ışığa. Su da ışık da başkalaşıyor. Deniz, içinde balıkların yüzdüğü, sandalların adalara gidip geldiği, çocukların donla atlayıp yorulana dek yüzdüğü türden değil. Üzerine düşen ışıkları titreterek yansıtan, nesneleri eğip büken, yanında uzayan yola derinlik katan bir mavilik, yalnızca.
Kırmızı burnuyla bir palyaço denize atlasa güleriz; herkesin güldüğü gibi. Ölüm ya da savaş gibi herkesin sustuğu şeyler de var. Peki, her zaman böylesi olağanüstü durumlar mı gerek ? Bana öyle geliyor ki, diğerlerinin tersine, basit şeyler insanı daha çok hüzünlendiriyor: Sıradan yaşamlar, günlük konuşmalar, tanıdık yüzler. Sözgelimi, anne ile çocuk ya da elma ağaçları gibi, yaşlanmak gibi ya da Neruda gibi:
“Bırak da basit olsun sözlerimiz
Sen ve ben gibi basit ”
Hafif bir esinti başladı, dikkatleri dağıtan. Artık araba motorlarının uğultusunu duyabiliyorum. Bir kadın, bebek arabasının önünde duruyor. Arabanın içinde çocuk arıyorum ama, öyle sarıp sarmalanmış ki, battaniyeden başkası görülmüyor. Kadın, yüzü adalara dönük deniz tarafında duruyor. Arada bir başını önündeki mavilikten kaldırıp gökyüzüne çeviriyor. Sonra yeniden denize dönüp, dengesini yitirmiş gibi yaylanıyor, ama ayaklarını oynatmadan toparlanıyor yine.
Biraz önceki tablo, kadının dalgalanan saçlarıyla değişiyor. Bebek arabası ise zenginlik, korku, sığınma, güneş, nem, gölge, hepsinin arasında bir yer buluyor kendine.
Uzaktan, kadının dudağının kıpırdadığını görüyorum. Yüzü denize dönük mırıldanıyor. Kahverengi bir hırka var üstünde. Pantolonuyla uyumsuz. Şimdi çocuğu tümüyle unutmuş durumda. Arkasından birisi gelip çocuğu alsa farkına bile varmayacak. Giderek dudaklarının daha hızlı hareket ettiğini görüyorum, yüzündeki ifade gergin. Ölümle sonsuzluğun kesiştiği noktadan bakıyor denize. Bir şeylere son vermek üzere olduğunu seziyorum. Bildik bir ürperti sarıyor benliğimi. Yer değiştiriyoruz.
Arkamda duran çocuk geliyor aklıma. Korkunç bir kararla onu da alıyorum yanıma. Sorumlu birisi gibi davrandığımı düşünüyorum. Arkamdaki tepeden, bana bakıyor birisi. Uzun süredir aklımda. Sibelius: Adaların arasında dolaşan keman sesleri uğuldayan rüzgara karışıyor. Artık denizin kabarmasını bekliyorum…..
Kimse yok şimdi. Kadını giderken görmedim. Gelirken de görmemiştim. Bebeğe uzandığını ya da göz ucuyla olsun, baktığını da görmedim. Ama, istemesen de kadının eline çocuk, çocuğa gülücük, ağaçlara çiçek, denize ışık düşüveriyor. İnsanları kafamdaki koltuklarına oturtup, uzaktan izliyor, ancak onlar gidince anlıyorum yanıldığımı.
Rüzgar biraz soğudu. Arabalar hızla geçiyor artık. Yetişecekleri bir yer mi var ? Dün de buradan aynı hızla geçip gitmişlerdi.
Yarım saat oldu. Cevizli’nin ara sokaklarında yürüyorum. Bir kahvede biraz gazete okusam. Gördüğüm ilk yere giriyorum. Tavla oynayanların yanında boş bir sandalye var. Gazeteyi çıkartıp, en sonundan başlıyorum okumaya. Daha yerleşirken karşıma geliyor çocuk. Önce tavla oynayanlara sonra da bana uzatıyor çayı. Çay kaşığını tepsiye bırakıp çayı alıyorum:
– Şekerler senin.
Önce birini alıp ağzına atıyor, sonra da çay ocağına bakar gibi yapıp ikincisini cebine koyuyor. Böylece yüzündeki kurnaz gülüşün gizi çözülüyor. Gülüyoruz hep birlikte.
Bir yudum alıyorum çayımdan: Tükürmekle yutmak arasında. Gözüm gazetedeki fotoğrafa takılıyor. Keşke diyorum biraz daha dursaydım. İşin güzel yanı da bu ya. Her zaman bir şey eksik…